29 Kasım 2012 Perşembe

Yardım edin ki yardım görün


Birkaç gündür yardım kelimesini sıkça düşünüyorum. Kafamda ölçüp biçiyorum. Ne anlamda sorguluyorum bu kelimeyi acaba? Birisine yardım etmek mi istiyorum? Yol mu göstermek istiyorum? Birisinin başı mı dertte? Benim başım mı dertte? Sorular böyle akıp giderken – kaldı ki soru sormanın gerçeğe ulaşmak için harika bir yol olduğunu düşünüyorum- buluverdim aniden aslında gerçekte neyin peşinde olduğumu. Yardım kelimesi ile birlikte niyet kelimesinin peşindeydim. Niyet konusunda yardım mı almam gerekiyor acaba? Yoksa niyet konusunda birisine yol mu göstermeliyim? Yoksa sadece dikkatleri niyet kelimesine mi çekmek istedim. Dikkat ve niyet…

Zorlukların insanı olgunlaştırdığı konusunda nefis deneyimlerim var.  Her nasılsa bu deneyimleri yaşarken de kendimde oluşan değişikliklerin farkında olmayı başarıyorum. Nasıl derseniz niyetin varlığı sayesinde diyebilirim. Hangi zorluğun içinde olursam olayım niyetim sayesinde karmaşa yaşamadan- ya da yeterince yaşadıktan sonra- o durumun içinden çıkabilmişimdir. Niyetinizi dinlediğinizde, niyetinizin ne olduğunu tam olarak tespit edebildiğinizde içinizdeki güçle kontak kurabilirsiniz. Bunun içinde ihtiyacınız olan tek şey dikkatle niyetinize odaklanmaktır…

Dikkat kelimesini ele aldığımda şimdiki an’ın ve o ana odaklanmanın derinliğini gözlemleyebiliyorum. Çünkü dikkat içinde bulunulan anda dikkat edilen bir şey demektir. Bir şey dikkatinizi çektiği anda sadece dikkat eder ve böylece detayları seçebilirsiniz. Diğer düşünceler algınızdan çıkarlar. Sadece dikkat ettiğiniz şey ve siz varsınızdır artık. Niyet ise karar verdiğiniz bir şeydir. Sizi bir konudan diğer bir konuya, ya da bir yerden diğer bir yere taşır. Böylece niyetlendiğinizi yapmak için istek duymaya başlarsınız. Çılgınca bir durum oluşur. İçinizde bir yerlerde enerji kaynamaya başlar. Zihniniz niyetinizle dolar, taşar. Ancak duygularınızda işin içine girer. Böylece karmaşa oluşur ve niyetinizin ne olduğuna tam olarak odaklanmakta zorluk çekmeye başlarsınız. Dikkatinizi toplayıp gözlerinizi niyetinize dikmekten başka çareniz kalmamıştır artık. An’a dönersiniz ve geçmişin labirentlerinden çıkarsınız yavaş yavaş. Niyetinizle baş başa kalırsınız…

Kendinize strateji geliştirirsiniz. Niyetlendiğiniz şey için isteğinizi güçlendirirsiniz. Sonra dikkatinizi sonuca ulaşmaya odaklarsınız. Bir de benim için niyeti hangi nedenlerle oluşturduğum da önemlidir. Bu nedenler benim için değerli iseler, o zaman niyetim bana ne güçlük çıkartırsa çıkartsın dikkatimi nedenlerime ve niyetime taşırım. Ve tüm gücümle orada kalmaya gayret ederim. Uzun zamandır içimde bir yerlerde bu niyetin var olduğunu fark edebilirsem eğer, dikkatim daha çabuk toparlanır ve kendimi sonuçtaki o parlak noktaya çekmeye, zafere ulaşmaya çabalarım adım adım. Her zaman hedefi basit bir şekilde ele almakta da fayda vardır. Böylece birinci adım, sonra ikinci ve yavaş yavaş iyice sindirerek hedefime ulaşırım. 

Evet, niyetimi sonuca hedeflediğimde değerlerimi yaratırım. Bırakmayı düşündüğüm her ne ise yerine geçecek önemli bir değerim olmalıdır. Dikkatimi değerlerimde toplarım ve daha sonra hedefime yönelirim. Niyetim değerlerimi bulmaktır. Ve bulurum o değerleri. Ve bırakırım sigarayı…

Evet, sigarayı bırakıp yerine ilgili değerlerimi koydum. Hedefime ulaştım. Bıraktım, birkaç hafta oldu. Şimdi benim için önemli olan o hedefin daha da yukarısına çıkabilmek. Çünkü zorlanıyorum, hele bugün nasıl da kıvrandım. Hedeften şaşmamak içinde niyetimi güçlü bir şekilde hatırladım. Ne istediğime odaklandığımda gördüm ki başarmışım. Artık ihtiyacım olan şey ise hedefimde kalmayı başarmak. İşte bu yüzden kendime yeni bir niyet belirledim ve dikkatimi odakladım. “ Sigarayı bıraktım, bulunduğum yerde tam ve sağlıklıyım. Burada kalmak istiyorum.”

Evet, bu karmaşık satırların ardındaki gerçek benim tam tamına 34 yıllık arkadaşımdan, alışkanlığımdan, bağımlılığımdan kurtulduğumu anlatmak içindi. Aslında belli aralıklarla bu arkadaşımla olan beraberliğime ara verdim. Sonra tekrar birlikte olduk. Bu ayrılışımızın kalıcı olması dileğiyle sözlerimi çok sevdiğim bir özlü sözle noktalamak istiyorum:

“Bu hayatın en güzel ve en olumlu taraflarından biri de hiç kimsenin kendine yardım etmeden bir diğerine içtenlikle yardım edemeyeceğidir. Yardım edin ki yardım görün.” Ralph Waldo Emerson

Sevgiyle kalın,

Sy

4 Kasım 2012 Pazar

Kayıpların ardından ve ilişki üzerine


Hafta içi çok sevdiğim bir dostumu kaybettim. Toprağı bol olsun. Bu kayıp beni yirmili yaşlarıma götürdü. Bir süre gezindim oralarda. Unuttuğum duygularımı, yaşadığım deneyimleri gözlemleme fırsatım oldu. Kimini hatırlamaktan keyif aldım, kimisi ise hafif içimi burktu. Her ne olursa olsun iyi ki yaşamışım bu deneyimlerimi dedim çoğunlukla. Üzüntümü yaşadım, sevincimi yaşadım ve sonra buraya geri döndüm. Cenaze töreninde etrafımı eski dostlar çevreledi. Bazıları vardı ki oldukça uzun zamandır ne görmüştüm ne de haber almıştım. Ayaküstü yapılan mini sohbetlerle eskiyi ve şimdiyi harmanladık hep birlikte. Sonra herkes yoluna gitti…

Eve dönerken düşündüm,  bir insan iyi bir ebeveyn olamayabilir; iyi bir kardeş olamayabilir, iyi bir yönetici olamayabilir ancak iyi bir insan olabilir. Her ne kadar çelişkili gözükse de evet iyi insan olmak demek her alanda başarılı ve iyi olmayı gerektirmiyor bana kalırsa. Harika dost olan, iyi yönetici olan birisi berbat bir koca olabilir. İyi evlat olan birisi kötü bir ebeveyn olabilir. Başkalarıyla kurduğumuz her ilişkide başarı oranımız yüksek olacak diye bir kaide yok sanki değil mi? Var mı?

Yaşamda ilişkisiz geçen an yok gibi. Kimisi oldukça karmaşık oluyor kimileri de alabildiğine dürüst ve basit. Sanki kişinin kendi ile ilintili gibi…  Bazı ilişkilerde temel de bağımlılık var, bazılarında ise korku. Bir başkasında sahiplenme var, bir diğerinde adanmışlık…  Kimi ilişkiler vaz geçilmez oluyor, kimisi ise anlık. Kimileri de sürdürülmek zorunda oluyor bu ilişkilerin. Bana kalırsa en yorucu ve yok edici olanı da bu galiba. Temel de sevgi her sorunu aşar derler. Acaba aşamadığı yerler de var mı? Yoksa sadece kendimize duyduğumuz sevgisizlik ortadan kalkarsa diğer sorunlar sevgiyle aşılır mı acaba? Bu denli basit bir çözüm olabilir mi? Bana kalırsa evet. Bir insanın kendine sevgisi olmalı, alabildiğine dürüst ve koşulsuz bir sevgiyle sevmeli kendini…

İkili ilişkilerde her daim kelebekler uçuşur diye bir genelleme yok. Ara sıra şimşekler çakması da olağan bence. Yaşam akarken ilişkinin durağan olmasını beklemek doğru gelmiyor bana. Eskiden yaşadığım sorunlara bugün baktığımda- kendi hayatımda gözlemlediklerimi esas alarak – birçoğunun merkezinde kendimi görüyorum. Açık ve net… Eskiden kendimden ziyade başkalarının nasıl hareket ettiğini, nasıl tepki verdiğini bilinçaltı müzesinden çıkarıp kullanarak tepkilerimi oluşturduğumdan, sorunlarımın sürüncemede kaldığı zamanlar olurdu. Ne zaman ki kendi içime dönerek kendimi anlamaya zaman ayırdım o zaman ilişkilerim daha sağlıklı olmaya başladı. Çünkü daha sağlıklı ve daha kendim oldum. Daha doğrusu kendimle ilişki kurdum… İçimdeki ben ortaya çıktıkça, kaçacak yerim kalmadı; her sırrım- kendimden bile sakladıklarım- ortaya çıktı. Çözümleyince insan kendini, kendi oluyor gerçekten de… Bunu yapabilmenin sırrı da iyi insan olmaktan değil sabırlı olmaktan geçiyor. Bir insanın kendine sabrı olmalı bana kalırsa…

Bir cenaze, ikili ilişkiler ve yaşam…  Aşk ve sevgi… Evlilikler ve boşanmalar… Birliktelikler ve ayrılıklar… Affetmek ve yoluna devam etmek... Sevgili olmak, ilişkiye girmek, evlenmek, çocuk yapmak ve birbirini aldatmak… Boşanmak. Ardından gelen nefret ve öç alma isteği… Hayatın temel özeti bu mudur sizce? Boşanmalar, ayrılmalar ardından tekrar tekrar aynı kişilerle birleşmeler… İlkinde olmadıysa ikincisinde başarabilir mi çiftler? İlişkiyi bir diğerine karşı üstünlük olarak yorumladıkları sürece, hayır başaramazlar. Çünkü ilişki bütünlüktür, bütün olma çabasıdır. İki ayrı bireyin kendi bireyliklerini koruyarak bütünü oluşturma gayretleridir... Eğer kendimizden hoşnutsak, kendimizi biliyorsak, seviyorsak, saygı duyuyorsak her kim ile ilişkideysek keyif alırız. Asıl keyif aldığımız şey ise ilişki değil, özünde kendimizizdir. Bana göre…

İlişki esaslarına yoğunlaşmak gerekli mi her zaman? Geriye dönüp bakmak gerekli mi? Yoksa sadece akışına bırakmak mı hayırlı olan? Acaba her daim direksiyon da mı olmalıyız? Eşim motosiklet eğitimi aldığı zaman hocaları onlara viraja girdiklerinde ne yapacaklarını anlatırken;  ‘Hep en ileri en uç noktaya bakarak dönmekte olduğunuz virajın içine değil çıkışına bakın, eğer geriye bakarsanız düşersiniz’ derlermiş. Hayatımız da böyledir geriye baktıkça ilerleyemeyiz. Başkasının hayatını mahvetmeye çabaladığımızda aslında kendi hayatımızı yok etmeye çalışmakta olduğumuzu unutmayalım. İlişkilerimize sahip çıkarken önce kendimize sahip olmamız gerektiğini hatırlayalım…

Sevgiyle kalın,

Sy

27 Ekim 2012 Cumartesi

Sağlık dediğimiz nedir ki!


Yaklaşık dört sene öncesinden başlamış olan ve daha iki ay önce yeni yeni farkına varmayı seçtiğim omuz rahatsızlıklarım beni oldukça zorladı bu aralar. Kaç doktora gittiysem sayısız MR’lar ve dosyalar dolusu tahliller sonucunda herkes ağız birliği etmişcesine “Ameliyat” diye haykırdılar. Omuz başımdaki kemik doğuştan eğriymiş ve tendonumun giriş çıkışı esnasında hırpalanmasına sebep oluyormuş. Dolayısı ile cerrahi bir müdahale ile kemiği tıraşlayıp tendonuma yol açmak istediler. Kapı kapı dolaşıp çare arama aşamasında hayat kalitemde düşüşler olmaya başladı önce bedenimin sağ tarafı, sonrasında yavaş yavaş sağ kolum bedenimden istifa ettiğini bildirdi. Artık komut almıyordu benden, alsa da yerine getirmiyordu sağ kolum ve omuzum. Olur da yerine getirmeye çabalarsa inanılmaz ağrılarım oluyordu. Sonraki aşamada ise bu ağrılar kalıcı oldu ve  kolum hareket etmediği zamanlarda da omuzum için için ağrımayı sürdürdü. Sağ kolum belime doğru yaklaştı ve göbeğimin üzerine çöreklendi hiç kalkmamacasına. Bardağı taşıran damla ise yazı yazamamak ve araba kullanamamak oldu benim için. Akabinde yüzememeye ve yoga yapamamaya başladım.  Artık bir şeyler yapmam gerekiyordu, hem de acilen.

Sessizce köşeme çekildim ve seçeneklerimi arttırmak adına neler yapabilirim acaba diye düşünmeye başladım. Düşünürken elbette ki araştırdım ve sonuçta bulduklarımdan sonra ameliyat olmamaya karar verdim. Bulduğum tedavi yöntemleri bendeki rahatsızlıkta -donuk omuz- dahil olmak üzere sayısız dalda cerrahi müdahale olmaksızın iyileşme olanağı sunan tedavilerdi. Ne yazık ki omuzum fazlasıyla donmuşken, ağrılarım tavan yapmışken, omuzumun işlevini kazanması uzun ve meşakkatli olacakken (keşke daha erken bulabilseymişim bu tedavileri) kavuştum bu tedavi şekillerine. Bu tedaviler: Kayropraktik tedavi, nöral terapi ve manuel terapi olmak üzere üç bölümden oluşmaktaydı.

Her şeyden önce belirtmek isterim ki benim bu seçimim tamamen bana aitti. Ameliyat olmamı gerektirecek bir durum olup olmadığını araştırırken buldum bu yöntemleri. Ayrıca başvurduğum doktor Sn. Gürsel Velioğlu (kendisi şu an bu yöntemleri kullanarak beni tedavi etmektedir) tüm tahlil ve MR’larımı inceleyip yaptığı muayene esnasında ameliyat gerektirmeden iyileşebileceğimi söylediği için bu yöntemleri tereddütsüz seçtim. Evet, ameliyat olmayı reddetmiştim ancak bu son doktor da ameliyat önermiş olsaydı mecburen olacaktım. Evren güzel işliyor doğrusu, tanıklık ettim bu rahatsızlığım esnasında; neyi isterseniz o karşınıza geliyor.

Söylemeye çalıştığım şey şu; bazen ameliyat mutlaka gerekmeyebiliyor. Bıçak altına yatmadan önce kapsamlı bir araştırma süreci gerekiyor bana kalırsa. Dünyada alternatif tıp teknikleri her geçen gün başarısını arttırıyor. Ne yazık ki dünya tüketim üzerine kurulu bildiğiniz üzere. Bu sistem bir şekilde işlemek zorunda, savaşlar olacak, silahlar kullanılacak, ilaçlar tüketilecek, yeni hastalıklar icat edilecek, aşılar üretilecek, mikroplar adlandırılacak… Alternatif tıp ilaç firmalarının pek hoşlandığı bir alan değil. Çünkü ilacı, cerrahiyi mutlak gerekli olacakları zamana erteleyen ya da hiç bunlara gerek kalmadan hastaya iyileşme olanağı tanıyan bir dal. Hastalık ve belirtilerinden çok nedenlerine bakabildiğimizde iyileşme süreci çok basitleşiyor. Deneyimledim...

Kaybettiğim onca zaman sonrasında tedavim bir aydır haftada iki gün olarak devam ediyor, bayram sonrasında haftada üç güne çıkartarak süreci hızlandıracağız. Şu anda 20 dakika olmak kaydı ile yüzebiliyorum, yürüyüşlerimi yapabiliyorum. Gördüğünüz üzere yazmaya da kavuştum. Sinsi sinsi giren ve beni yoran ağrılarımdan eser kalmadı. Kolum ve omuzum % 45’lik bir iyileşme gösterdi bu zaman içinde. Sevgili doktorum Sn. Gürsel Velioğlu'na  ne kadar teşekkür etsem azdır...

Doktorumdan ve internet sitelerinden sizler için bazı bilgiler toparladım, adreslerini aşağıda sizlere sundum. İlginizi çekerse bir bakın, kulağınızın bir kenarında kalsın. Her daim iyiyi düşünerek, oluşturarak sağlık içinde yaşamanız dileği ile.

Sevgiyle kalın,

Sy

www.hastane.com.tr/saglik/kayropraktik-tedavi-nedir.html
www.anadolusaglik.org/tr/tibbi.../kayropraktik-manipulatif-tedavi
www.emelgokmen.com/noral-terapi-nedir
www.noralterapiizmir.com
www.manuelterapi.net/
www.istanbulftr.com/tr/manuel-tip-poliklinigi/c/57

30 Eylül 2012 Pazar

Konuşmamız gerek

Hollywood filmi izleyenler bilir. O filmlerde kahramanlar en olmadık an ’da bile konuşurlar. Diğeri de dinler ve sorun çözülür. Bu filmlerin en can alıcı cümlesi “Konuşmamız gerek” tir.  Ve konuşurlar da en kısa zamanda. Oysa gerçek hayatta böyle midir? Konuşmak sorunları çözmekten ziyade daha da arttırmaya yarayan en etkili etkenlerden biri oldu son günlerde. Genellikle de sonu tatsız bitiyor bu konuşmaların. Sorunlar çözülmediği gibi artıyor da. Eskiden ne zaman bu filmlerden izlesem ve sonrasında sorunum olan kişiye ‘Bu konuyu konuşmamız gerekiyor ‘desem aldığım cevaplar hiç de memnun edici olmamıştı.  Konuşmak istediğim sorun bir kenarda kaldığı gibi, o sorun daha nerelere bağlanmıştı inanılır gibi değildi doğrusu. En sonunda kendime hep şu soruyu sorardım: “ Bu mevzuya nasıl geldik biz? Asıl sorum neydi benim? Ben ne konuşuyordum?”

Bence durmadan konuşmak doğru değil. Keza biriktirip konuşmak da.  Üstelik bazen her şeyi dürüstçe ve açıkça ortaya koyduğumuzda da sorunlar çözülmüyor. Karşımızdaki kişi bu açıklığı ve dürüstlüğü kaldıramayabiliyor. Her sorunda empati yaptığımızda her meseleyi de çözemiyoruz. Salt dinlemek başarılı olunan bir alan ancak dinlemeyi de bilmek gerekiyor. Nasıl konuşmak gerekiyor o zaman? 3 düşünüp 1’ mi konuşacağız? Yoksa konuşmadan önce sessizce 10’ a kadar sayacağız mı her seferinde? Ortam gerilimli ise konuşmak ve düşünmek eylemleri rahatça nasıl uygulanabilir ki? Tartışırken insanın aklına hiç iyi şey gelmez ne hikmetse! Olay bittikten saatler sonra içimde patlayan yığınlarca düşünce olmuştur benim her zaman. Ne yapacağım? Nasıl konuşacağım? Susmak bir çözüm mü?

İnsanlar birbirini yeterince iyi anlayamadığı zaman karmaşa oluşuyor. Sonrasında da ayak diremeler baş gösteriyor. “Senin söylediğin doğru değil, ben haklıyım “ cümleleri sıkça sarf edilir etrafımızda duyarız. Bazen olaylar çabucak tatlıya bağlanır çünkü taraflar yanlış anlaşılmayı fark ederler. Konuşurlar, anlatırlar dertlerini ve asgari müşterekte buluşulur. Önemli olan konuşmaya başlanıldığında ne istediğinizi, ne anlatmaya çalıştığınızı net olarak ortaya koyabilmektir bana kalırsa. Sonrasında da karşınızdakine bir nefeslik süre vermelisiniz ki durumunu gözden geçirsin ve direnme baş göstermesin. Yanlış anlaşılmalar oluşmasın.

Konuşurken tarafların kendi düşüncelerini bir diğerine dayatmaya çalışmaları yaygın bir davranıştır. Ancak sorunları gidermez. O kişinin düşüncelerini alt etmeye çalışmak, o kişiyi alt etmeye çalışmakla aynı şeydir bana göre. Eğri ya da doğru, istediği şekilde düşünmeye hakkı vardır herkesin. Saygı duymak gerekir. O kişinin kelimelerini, düşüncelerini, duygularını göz ardı etmeden tekrar gerisin geri kendisine sunabilir ve bu konuda düşüncesini veya tepkisini gözden geçirmesini sağlayabilirsiniz. Evet, katılıyorum ‘Hayır ben haklıyım’ demekten daha fazla zaman ve çaba gerektiren bir yöntem ancak faydalı oluyor inanın.

Bir de o kişinin söylediklerinize ne tepki vereceğini anlamak da önemli bir ayrıntıdır bana kalırsa. Birbirini iyi tanıyan kişilerin konuşmalarında bu tepkileri ölçebilmek, birbirini iyi tanımayanlarınkinden daha kolaydır. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini aşağı yukarı kestirebildiğiniz kişilerle konuşurken siz de nereye kadar gidebileceğinizi bilebilirsiniz. Karşınızdaki kişi sizin için kapalı kutu ise daha da dikkatli olmak gerekiyor. Genelde önyargılarla hareket ederiz. Bilinçaltımız harekete geçer çoğunlukla dilimizden önce. Böylece meseleler büyür. Bu yüzden açık fikirli olarak dinlemek gerekir karşımızdaki insanı. Ardından da ne istediğimizi net ortaya koyabilmeliyiz çünkü her ne kadar kapalı kutu da olsalar, mutlaka bir açık vardır her zaman. Duygusal tuzaklara yakalanmadan o noktaya ulaşmak gerekir.

Son birkaç senedir kitaplar yayınladım, yazılar yazıyorum elimden geldiğince. Bazen bir çok kişiye hitap ediyor, bazen de belli kişilere. Ara sıra çok şaşırtan, mutlu eden tepkiler alıyorum ara sıra da üzmeye çalışan. Ben konuşma üslubumun kişisel almayan, yargılamayan ve saygılı olmasına gayret ediyorum. Yazılarımda da bu üslubu ve davranışı esas alıyorum. En önemlisi de ben hep şunu söylüyorum kendi kendime: “Birbirimizi daha iyi anlasaydık, ortada mesele kalmazdı. Ben kimseyi bir şeye ikna etmeye çalışmıyorum sadece kendimi düzeltmeye ve olmam gereken hal her ne ise ona ulaşmaya çabalıyorum.” Herkesi tanımıyorum, çoğunluk kapalı kutu oluyor. Yazdığım zaman bu ayrıntıyı aklımdan çıkarmıyorum. Tepkilere bakıyorum, kutuları açmakta fayda sağlıyor. Çok işe yarıyor. Meseleler azalıyor. Konuşmalar artıyor. Dinlemeler keyif veriyor. 

Sabırla davranarak, önyargılarından arınmış, öz iradesi ve farkındalığı ile olayları çözebilen çok az insan vardır ne yazık ki. Hiçbir şeyi kişisel almadan olaylara yaklaşan, değişik bakış açısına sahip biri olmak zor mudur? Değildir bana kalırsa çünkü insan isterse yapar. Bu güç ve yetenek insanda vardır. Hatırlaması yeterli olur. Yoksa da kazanabilir bu davranış şeklini. Boşuna dememiş Atalarımız  “Zararın neresinden dönülse kardır” diye…

Sevgiyle kalın,

Sy

25 Eylül 2012 Salı

Offf boşluk var, hissediyorum!


Bakıyorsun anormal derecede öfke dolmuş karşındaki. Zıp zıp zıplıyor, ağzından köpükler saçıyor. Korkunç kelimeler sarf ediyor. Onu rahatlatmak istiyorsun bir şekilde. Oysa öfkesini alırsan ve eğer o öfkeden ayrılmaya hazır değilse korkacak. Bırakmayacak öfkesini. Direnecek sana, kendine, etrafına. Korkunun esiri olacak bu seferde. Öfkenin yerine korkuyu yerleştiriverecek el çabukluğuyla. Kaybetmemek adına elindekini ister korku ister öfke, kendini bir kozaya hapsedecek. Kalıverecek içinde. Çıkacak çıkmasına da kozadan bir gün artık ne zaman isterse, ne zaman uygun olursa kendine. Ne zamansa zamanı kendinin, işte o zamanı bekleyecek kozanın içinde. Öfkeyle…

Öfkenin yerine korkuyu, korkunun yerine başka bir duyguyu koyma arayışındaysak eğer, boşluk doldurmaktan öte geçmez bu yaptığımız işlem. Hani hep duyarız “Evren boşluk sevmez” derler ya. O misal işte. Geçmişi affettim, haydi yola devam. Offf boşluk var, hissediyorum; alıver biraz gelecekten endişe. Koy güzelce geçmişin boşalttığı yere gelecekten birkaç zaman dilimini. Ohhh yaşasın gene endişe duyuyorum! Çok şükür doldu boşluklarım. Geldim kendime. Olur mu hiç öyle geçmişe bakma, gelecekle uğraşma, an’ da kal. Hiçbir halt yok ki bu an’ da canım. Öfkeli, kızgın, kırgın, küskün, bıkkın, endişeli kısaca nasıl olursam olayım, yeter ki yaşadığımı hissedebileyim. An dediğin kaç dakika, ne anlayacağım ki o kısa süre içinde ben? Oysa geçmiş öyle mi, bak kaç yıl yaşamışım, dolu dolu… Ya gelecek? Ne kadar yaşayacağımı Allah bilir. Karşıma neler çıkacak, başıma neler gelecek? Bunları düşünsem saatlerce kurabilirim. An’ da kalınca böyle mi Allah aşkına? Kaç dakika ki, kaç saniye ki?

Toplumsal huzur içinde bireysel huzuru yakalamak müthiş bir şey olmalı. Ne kadar zaman alırsa alsın, samimiyetle çalışmaya devam etmek gerekir. Bunu oluşturmaya çalışırken de bakmak la görmek arasındaki farkı ayırt edebilmek lazımdır. Kendine baktığında ne gördüğün ya da kendini görmek için nasıl baktığın önemlidir bana kalırsa. Baktığında gördüklerini değerlendirirken, alışık olduğun kalıplar içinde değil de, farklı formatlarda değerlendirebilirsen eğer, gördüğün her ne ise de harika sonuçlar çıkartabilirsin. Eğer toplumsal huzur yok ise, bu durumun bireysel huzuru yakalayanlar tarafından iyileştirilebileceğine inananlardanım. Her zaman hastalıklar bulaşmaz, mikroplar bulaşmaz, negatiflik yayılmaz. İzin verirsek eğer, iyilik ve huzur yayılır. Hatta sevgiyle buluşur ve daha da çabuk yayılır. Yayılırken de iyileştirir, tüm yaraları sarar…

Yolunda gitmeyen her şey alınması gereken bir derstir. Hatta diyebilirim ki böylesi olaylardan daha fazla şeyler öğrenmişimdir kendi adıma. Bu tip olaylar benim büyümeme ve gelişmeme olanak vermiştir. Bunlar sayesinde hayatımın akışkanlığı oluşmuştur. Böylece hep bir seviyeyi bitirip, bir sonrakine geçebilmişimdir. Aksi takdirde, filmin karesini dondurduğumuz gibi akılı kutuda yapıyoruz ya hani televizyon izlerken- hoş bende ne akıllı kutu var, ne de çok televizyon izlerim orası ayrı bir konu ya neyse- sanki hep aynı yerden devam ediyormuşum gibi olurdum hayatıma. Bir sahneden ötekine geçecekten donup kalarak… Oysa o yaşadıklarım ve hissettiklerim sayesinde, olması gerektiği şekli her ne ise hayatımın, oraya doğru yol alıyorum. Tecrübemin bana sunduğunu kabul etmeyi beceremediğim takdirde, aynı olayları tekrar tekrar yaşarım. Ta ki o dersi alana kadar. İyisi mi bakmak, görmek ve kabul etmek üçlüsünü devreye sokmak her daim faydalı olabilir. Bana göre…

Bazen hep aynı konuları tekrar ediyormuşum gibi geliyor. Yazdıklarımı okuduğumda dürüstlük, değişim, an’ da kalmak kelimelerini sıkça kullandığımı fark ediyorum. Bunları sizden ziyade kendime tekrar ediyorum sakın üstünüze alınmayın. Değişim süresince ceplerimden çıkarıp attıklarımın yerine bir şeyleri almak durumunda hissetmemek için yapıyorum bu tekrarlamaları. Değişimin kalıcı olabilmesi için farkında olmak konumunun hep açık olması lazım. Ara sıra pilimi de şarj ediyorum ki yayınım kesilmesin…

Değişimin en güzel yanı geride bıraktıkların her ne ise bir daha gerisin geri içeri almamaktır onları. Değişiyorum deyip, sonra boşluk kalacak diye korkup, bir yere bıraktıklarını koşar adım geri gelerek toplayıp her ne bıraktıysan alıyorsan tekrar içine, değişir gibi yapıyorsundur sadece. Kandırma kendini, değişmek için dürüstlükten yardım iste. Duyacaktır seni…

Önce kendimize izin verelim. Huzuru yakalayalım ve sonrasında bırakalım evren hep yaptığı gibi, alsın bu yaydığımız huzuru, neşeyi, iyiliği, güveni, sevgiyi ve doldursun tüm boşlukları. Onarsın…

Sevgiyle kalın,

Sy

18 Eylül 2012 Salı

Ben hep sevilmek istedim…


“Ben hep sevilmek istedim” dedi arkadaşım sohbet ederken. Fark ettim ki sohbet etmiyoruz aslında. Hayatından çok önemli bir bölümle yüzleşiyordu. Her nedense öylesine zamansız ve geldiği gibi çıkmıştı içinden bu duyguları. Dinlemek gerekiyordu. Yorumsuz. Sakince. Anlayışla. Ders çıkartmak lazımdı. Bazen birine bir şey söylersin aslında kendine söylüyorsundur. Bazen birisi bir şey anlatır ve o anlatılanlar ışık saçar. İçimizdeki karanlık noktalara ulaşır. Öyle bir andı işte…

“Hep de sevildim. Ne zaman ki bana sunulan sevginin, bana özel değil, başkalarına verilenle aynı olduğunu anladım, sevgim yok oldu. Sevemedim bir daha aynı dozda. Çıkar ve beklenti girdi sevginin içine. Sevgi önemsizleşti. Arayışlar oldu, kaçınılmazdı sanki. Başkalarında aramaya başladık sevgiyi. Mutluluk peşine düştük. Eşimle sorunlarım olunca çocuklara sardım. Boşluğu onlarla doldurmak istedim. Bilemedim ki onların kendine ait dünyaları var ve ben o dünyaları ezip geçmekteyim. Fark edemedim. Benim ailem, ebeveynlerim mutsuzdular ben büyürken. Bir olamıyorlardı, ayrı ayrı bir olmaya gayret ediyorlardı. Kendi ayrı dünyalarını tokuşturup birleştiremiyorlardı bir türlü. Böyle olunca da iki ayrı dünyanın kapıları açılıyordu. O kapılar hiç aynı yere çıkmıyordu. Öyle olmayacağım dedim. Oldum. İki ayrı dünyada var oluyoruz eşimle. Ortak alan var bir tane, onlar da çocuklarımız. Mutsuzum” dedi ve sustu…

Zorlamadım devam etsin diye. O her neredeyse zihninde, bıraktım kalsın diye. Ben daldım gittim düşüncelere. Söylediklerine, söylemediklerine, söyleyemediklerine daldım gittim. Gerçekten de bazen iki ayrı kapı var mıdır? Aynı avluya mı açılır o kapılar? Bazen de tamamen farklı yerlere açılabilir mi?

Çocukken sevginin ne demek olduğunu bilmeden severiz. Öylesine. Çıkarsız, karşılıksız, bilinçsiz, koşulsuz adına her ne dersek diyelim salt sevgidir işte o duygu. İçimizden gelir, tanımlanmamıştır zihnimizde henüz. Eğer bir duyguya “sevgi” etiketini yapıştırmak istiyorsak, o tanımladığımız duyguya bir ad vermek istiyorsak; işte o andaki duygudur sevgi. Adı odur. Anlamı odur. Bana göre sevgi dediğimiz şeyin sevgi olmadan önceki halidir. Olduğu gibi...

Çocukken yaşadığımız yerdeki "sevgi” önemlidir. Kalıplarımızın istem dışı yerleştiği zamanlardır bunlar.  Otomatikleşmiş sevgi, ihtiras, aşk, seks varsa o anlarda, doluşur zihnimize. Pırıl pırıl olan zihnimiz puslanır yavaş yavaş. Sonra biz kendi ailemizi oluşturduğumuzda, çıkar gelirler önümüze. Yatarlar yaşantımızın üzerine, karartırlar bize ait olanı. Sevgisizliği, ilgisizliği, şefkati başka yerlerde aramalar başlar. Başka partnerler, keyif verici farklı yerler ve durumlar, çeşitli takıntılar gelir ardı sıra. Bu anlar nerede olduğunu, ne yaptığını fark edemediğin anlar silsilesidir. Ya da bilip de ötelediğin anlardır bunlar. Hem bilinçli hem bilinçsiz bir hal oluşmuştur. Hem dibine kadar farkındasındır, hem de değilsindir... Hayat giderek katlanılmaz bir hale gelir. Kurulu düzen, bozulmuş düzen, dağılmış düzen kavramları ortaya çıkar. Gözyaşları, uykusuz geceler, kararsızlığın karamsarlığı kaplar içimizi, dışımızı…

Evlilik, birliktelikler, ilişkiler, dostluklar, arkadaşlıklar sevgiyle büyürler. Her zaman tek kapı olmaz. Her zaman aynı yere çıkan farklı kapılar olmaz. Her zaman farklı yerlere açılan aynı kapılar olmaz. Birden fazla kapının, aynı kapının veya tek bir kapının önemi de yoktur ki… Önemli olan bazen sadece kapıyı fark etmektir. Nereye açıldığının o kadar da önemi yoktur. Önce kapıyı görmek gerekiyor bana kalırsa. Gerisi kendiliğinden gelir…

Böyle ortamlarda yetişen çocuklarda karşı cinse dair olumsuz yargı ve duygular oluşur zamanla. Sevginin gerekliliği ve sürekliliği tartışmaya açılır. Sevgi oluşan ve kaybedilen bir hale dönüşür. Oysa sevgi hep vardır içimizde. Ara sıra sıkışır sadece. Yer açmak gerekir… Sahiplenmeyle sevgi birbirine karışır, düğüm olur. Oysa aynı şey değildir ki bana göre… 

Sevgi her şeye, her yere yeter. Dört bir yanı kaplayabilir eğer istersek. Paylaştığımız takdirde sevgiyi; daha da artar, yayılır… Paylaştığından, verdiğinden fazlası sana geri döner zaman içinde veya o anda… Görmeyi bilmek, hissetmeyi tanımak yeterli olur takip edebilmek için sevginin kendine has yolunu… O yoldan şaşmamak gerek bana göre. Sevgiyi kucaklamak gerek…

Sevginin yolunda ve sevgiyle kalın,
Sy

17 Eylül 2012 Pazartesi

Çocuk ve alabildiği kadarı ve eğitim…


Sabah bir dostumla konuşuyordum. Karşılıklı nostalji yaptık, çocuklarımızın okul hayatıyla ilgili. Nasıl da birbirimizi arar, “Yeni dönem hayırlı olsun” derdik. Bizim çocuklarımız yolunu buldu, devam ediyorlar… Darısı sizlerin başına… Oğlumun ve kızının okul hayatı boyunca- üniversite de dahil- birlikte geçirdiğimiz yılları konuştuk. Şimdi baktığımda anlamsız debelenmeler ile geçirdiğimiz yıllarmış o yıllar. Çocuklar debelenmiş, biz ayrı yerde debelenmişiz. Sahi niye yapmışız acaba?

Debelenmek derken gerçek anlamda söylüyorum bu kelimeyi. Ne yaptığımızı bilmeden, söylenenleri dinlemişiz ve her ne konulmuşsa önümüze eğitim adına kabullenmişiz bir süre, çocuklarımız için.  Sonra çocuklarımızın bizi yönlendirmesi ile doğru sulara yelken açmışız. Evet, çocuklarımız buldu doğru yolu biz ebeveynler değil. Oldukça da zorlandılar açıkçası. Bakış açıları, istekleri, yaptıkları farklı olan çocuklardı bunlar. Ne istediklerini biliyorlardı. Bize kalan şey yollarında durmamaktı. O zamanlar net algılamamıştık yoldan çekilmemiz gerektiğini. Sonrasında fark etmiştik bu çocukların her ne istiyorlarsa yapacaklarını. Kendi istedikleri zaman ve yerde, hazır olduklarında… Bugün ise fazlasıyla net görebiliyoruz artık. Çocuklar ne istediğini bilir, ne zaman alması gerektiğini bilir ve ne kadar alabiliyorsa o kadarını alırlar. Zorlamamak gerekiyor. Çocuklar biliyorlar. Bu süreç ebeveyn ve çocukların birlikte keşfetmeleri gereken bir süreç bana kalırsa…

Geçenlerde bir yerlerde konuşmalar çalındı kulağıma. İki hanım çocuklarını hangi okula vermeleri gerektiği hakkında konuşmaktaydılar. Bu okul iyi, şu daha iyi, üniversite başarısı yüksek, yabancı dil eğitimi daha iyi, parası daha makul… Alfabenin her harfinin adını verdiği meşhur sınavları geçmişti bu çocuklar. İlkokul, sekiz yıllık eğitim- şimdi ise dört ve katlarından oluşan bir sistem var- ve sonrasında ortaya çıkan meşhur harfler topluluğu ile test edilen çocuklardı bunlar. İki anne konuşmaktaydı bu çocuklar için. Kendi yaptıkları araştırmalardan bahsederken, çocukları şu ana kadar eğiten herhangi bir uzmanın yönlendirmesi yoktu, mevzuların arasında. Çocukların ne istediği de yoktu bu konuşmalarda… Ortaokulda – benim zamanımda adı ortaokuldu şimdi hangi dördün nesi tam çıkaramadım-yapılan sınavlara sokmuşlar evlatlarını ve kazandıkları yerleri karşılaştırmaktaydılar. Sınav sonuçları değerlendirilirken çocuğun adı yoktu bu konuşmada… Çocuklarının bireysel becerilerini ve ilgi alanlarını, bireysel öğrenme hızlarını ve karakter özelliklerini konuşmuyordu bu anneler. Alınan sınav sonuçlarına göre okul seçme aşamasındaydılar. 

Eğitim sistemini çocuktan yola çıkarak kurmak gerektiğine inananlardanım. Doğrusu bu bana göre. Mevcut sistem uyum sağlamayanı dışlamak üzerine kurulmuş. Oysa dışlanacak çocuk yok ki… Öğrenmek isteyen çocuk var... Sisteminde bu isteğe uygun olması gerekiyor. Çocuğu neden sisteme uydurmaya çalışalım ki…

Her çocuğun bir öğrenme, alma, uygulama süreci vardır, içseldir bu süreç. Dışarıdaki mevcut sisteme uymayabilir. O zaman bu çocuk neden sistem dışına itilir ki? Neden bu çocuğa çeşitli sıfatlar yakıştırılır ki? Neden zekâsı kategorilere ayrılır ki? Neden ilaç verilmesi önerilir ki? Bu düşünce, yaklaşım ve uygulamalar, mevcut eğitim ve öğretim sistemine çocuğu uydurmak adına; çocukta doğuştan var olan kişisel sistemin; kapatılması, köreltilmesi, yok edilmesinden başka bir şey değildir bana göre… Çünkü her çocuk açık algıyla doğar. O algıları kapatan bizleriz bu eğitim sistemleri ile…

Ebeveyn olarak görevimiz çocuklarımızı -biz olmadan veya bize rağmen - ayakta durabilecek öz güvenle yetiştirmektir. Eğitimin amacı da bu konuda bizi desteklemek olmalıdır. Çocuklarımız kendi başlarına dimdik durabilmelidir. Bağımsız bireyler olmaları için teşvik edilmeliler. Amacımız onların her birinde güçlü bir kişilik ve öz denetim oluşturmak olmalıdır... Keyifle öğrenmeli, bütüne ve kendilerine hayrı olacak alanlarda yer almalılar. Sevgiyle, huzurla dolmalı çocuklar. Çocuklarımız özel çocuklar. Ne istediğini bilen çocuklar. Tek ihtiyaçları olan şey ise bizlerin bunu görebilmesidir bana göre… Gördüğümüz takdirde çocuklar kendi yollarında daha rahat yürüyebilirler. Yolu açmak gerekiyor…

 “Öğrenmek bir yük değil, zevktir “ demiş Maria Montessori. Tüm kalbimle katılıyorum ve öyle olmasını umuyorum tüm çocuklarımız adına… Ebeveynlerin, çocukların yeni eğitim yılı ışık dolsun, aydınlansın…

Sevgiyle kalın,

Sy

12 Eylül 2012 Çarşamba

Kelimelerin gücü ve çocuk olmak


Bu evrende her şeyin kendine ait bir gücü var. Keşfetmek güzel. Harflerin kendi başına gücü var. Bir araya gelip kelimeyi oluşturduklarında başka güçleri var. Onların kendi başlarına yarattıkları güce, bir de biz anlam yüklüyoruz. Daha da güçlendiriyoruz onları… Herkes okur. Okuduğunu anlar. Yorumlar. Bakış açısı getirir. Duygular oluşur ve ağzımız açılır: “Action!” Sonra, sonra kapılır gideriz… 

Herkes görür. Gözleri görmeyenler ise hisleriyle algılar. Bana göre onlar da görüyorlar. Hem de biz görenlerden daha iyiler. Ben öyle düşünüyorum. Herkes duyar. Kulakları duymayanlar da duyar. Hisleriyle, gözleriyle. Hem de bizden daha iyi duyarlar. Bana öyle geliyor… İnsanlar görür ve duyarlar. Yeterli mi görmek ve duymak?

Her kelimenin içinde barındırdığı alt anlamları var. Salt özel bir anlam içinde kullanılabilirler. Alt anlamları biz mi yükleriz onların sırtına, yoksa kendilerine mi aittir bu anlamlar da; bazen karışırım bu noktada. Yanlış anlaşılmalar ve tartışmalar. Mutsuzluklar ve anlaşılamamaktan yakınmalar. Bunlar kelimelerin yüzünden olabilir mi? Yoksa onları kullanırken bir yerlerde rotayı mı çeviririz, işimize geldiği gibi. Dedim ya karışıyorum bazen…

Acaba bütün mesele anlamlandırmaktan mı geçmekte? Hani her şeye bir etiket koyarız ya biz. Ad, soyad, nitelik, nicelik, işe yararlık ya da yaramazlık… Yoksa işin sırrı kişiselleştirmek te mi yatmakta? ‘Hiçbir şeyi kişisel almayın!’ Şık cümle aslında değil mi? Dolu dolu bir cümle… Ben bu cümlede ait olmak ve sahiplenmek anlamlarını da görüyorum. Vardır öyle bir huyumuz bizim. Kendi başına durmasına, kalmasına izin vermeyi pek sevmeyiz biz. Siz ne dersiniz?

Diyelim ki biri sinirlenmiş ve hırsını benden çıkarmakta. Zihnim bana bu cümleyi getirip açıyor yeni sekmede.” Hiçbir şeyi kişisel alma!”  Karşımdaki söylenirken, lafını güzelce oturturken, yeri gelip çeşitli beden hareketleri ile sesini desteklerken ne yapmalıyım acaba? Öyle ‘mal gibi’ durup bakmalı ve kişisel almıyorum diye düşünmeli miyim?  Galiba olabildiğince tepkisiz karşılamalıyım. Hal böyle olunca karşımdakinin sinir kat sayısı artabilir, tavan bile yapabilir. “Duvara mı konuşuyorum kızım ben?” diye dağları taşları inletebilir. “Niye cevap vermiyorsun, beni adam yerine koymuyor musun?” diye hafif bir şaşkınlık da geçirebilir, kızgınlık da.  Toparlar kendini ve kaldığı yerden sahnesine devam eder sonrasında. Kısacası türlü tepkiler alabilirim. Bunların sevimli olmayacağı konusunda da oldukça eminim. ‘Genel yaklaşım budur’ çünkü diye bir yargım var ise…Peki, ne yapmalı? Empati mi? İçinde bulunduğum sahnede, düşünmeyi, harekete geçmeden önce empatiyi kurabilme sürem nedir? Diyorum ya karışıyorum bazen…

Aslında biliyorum. Bildiğimi bilmeme hürmet etmem lazım. Otomatik pilottan çıkartmam lazım içinde bulunduğum yaşam formunu. Her şeyi olduğu gibi “görmem” ve “kabullenmem” gerekiyor. Ne ise o olmalı her şey. Zorlamadan. Harfler harf, kelimeler kelime olarak kalmalı. Kişisel olmamalı, yani onları sahiplenmemeliyim. Oluşturduğumuz cümle kendi anlamında kalmalı, farklı yerlere yollanmamalı. Duygular olmazsa olmazıdır yaşamın. Onları da yönledirmeden, başkalarının etkisinde kalmadan, kendi haline bırakmak gerekiyor. Özgür olmalılar… Ben baktım yuvarlak gördüm, sen baktın daire gördün, diğeri baktı isimlendirmedi… Anlaşılmadığı anlamına gelmez bu yorumlar o baktığımız şeyin. O şey ne ise odur. Ne hissediyorsa kendini, doğrudur kendince…

Çocuklara sorarız durmadan “ Annem çiş var mı? Acıktın mı? Susadın mı?”. Onların yerine düşünürüz, acıkırız, uykumuz gelir, susarız, canımız sıkılır, karar veririz. Oysa onlar o küçücük bedenleriyle karşımıza geçerler ve dikilirler. “ Hayır, istemiyorum” derler. Kocaman ruhlarıyla, kalpleriyle kendilerini ifade ederler. Özgünce. Kalıpsız. Yargısız. Ne hissediyorlarsa onu ifade ederler. Kelime hazineleri dardır ancak her istediklerini anlatırlar bize. Her insan görür, her insan duyar ancak nedense zamanla görmeyiz, duymayız. Bildiğimizi, kayıtlarımızı açarız hemen. Çocuk da bunlar yok. Yetinmeyiz karşı dururuz o küçük bedenlere. Benim istediğim saatte acık, susa, işe, uyu, sıkıl, eğlen… Bize bunlar yapılıyor ya, bizde başkalarına uygularız. En kolay hedef, en yakınızdaki hedeftir. Direnirler özgün ruhlar, tüm güçleriyle...

Çocuklar için her şey nettir, olması gerektiği gibidir. Adlarını bilmezler, soyadlarını bilmezler, nitelik ve niceliklerini bilmezler her şeyin. Oysa her şeyi de bilirler, olması gerektiği gibi… Her şey huzurludur, eğlencelidir, keyiflidir alabildiğine. Biz de bir zamanlar çocuktuk. Öyleydik, onlar gibiydik. Tekrar öyle olabiliriz. Kelimeleri sadece kendi anlamlarında kullanabiliriz. Yakıştırmayız, yapıştırmayız, kişisel almayız, sahiplenmeyiz. Net ifade edebiliriz kendimizi. Kendimize ve etrafa… Anlayışlı ve sevecen olabiliriz. Var olan duygularımızı açabiliriz. İçimizde sıkışıp kalmış sevgiyi çıkartabiliriz. Duyumsayabiliriz…

Kendi anlamımızı anlarsak eğer, kendimizce; kullandığımız kelimeler de anlam kazanır...

Sevgiyle kalın,
Sy

9 Eylül 2012 Pazar

Gerçek şu ki...


Geçen gün bir dostumla eve dönerken bana şöyle dedi:” Arabayı sen kullandığın için çok keyifliyim, bulutları, ağaçları, etrafımı her şeyi izleyebiliyorum. Teşekkür ederim.”

Arabayı başka biri kullandığında ben eskiden ne yapardım? Zihnimde kaybolurdum. Evet kaybolurdum. Kafamdan neler geçmezdi ki! Bilgisayarda yaptığımız gibi “Bağlantıyı yeni sekmede aç” misali gelen her düşünceyi açardım zihnimde. Onu tam açmışken bir diğeri gelirdi... Ardından bir başkası akardı... Durmaksızın akardı düşünceler zihnimde. Ne gittiğim yolu fark ederdim, ne nerede olduğumu. Çok kez şoförün sesi ile kendime geldiğimi hatırlarım. “ Adrese geldik abla.” Salak sepelek ücreti öder, inerdim arabadan. Kafam kazan gibi… Neredeyim? Niye gelmiştim buraya? Hah tamam hatırladım…

Düşünceler içinde kaybolduğumda, sekmeden sekmeye koşturduğumda genelde bir gün öncesinin, bir hafta öncesinin veya bir hafta sonrasının, ya da bir ertesi günün içinde oluyordum o zamanlar. O ne demişti, bu ne istemişti, onu yapmış mıydım, bunu yapacak mıydım, neyi yapmam gerekiyordu, aslında şöyle de cevap verebilirdim… O anda nereye gidiyordum, neredeydim, yanımda kim vardı, gökyüzünde bulut veya güneşin varlığı, ağaçların hışırtısı, kuşların cıvıltısı, yol tamiratı, karşıdan karşıya geçenler, sıkışık trafik… Yaptığımı düzeltme, yapacağımı kurgulama çabası içinde sıkışarak yolculuğum devam ederdi. Nasıl da enerjimi israf edermişim! Sanki geri koymayı, doldurmayı biliyormuşum gibi, fütursuzca harcarmışım… Faturayı kimin ödeyeceğini düşünmeksizin…

Her nereye yol alıyorsam, o süre içinde senaryomu baştan yazmakla meşgulmüşüm. Yanlış replik, doğru cevap, yerinde hareket, öyle olmasa daha iyi olurmuş, bir daha böyle yap, diyelim ki yarın seni aradı fırsatı kaçırma yapıştır lafı, alamadın mı öcünü o zaman bir fırsat kolla, sakın unutma yaz bir kenara… Hangi mevsimdeyiz, ağaçların yaprakları sararmış mı? Bulutlar nasıl da akıyor… Güneşin çabasına bak, bulutlardan sıyrılmaya çalışıyor… Geçen haftaki yol çalışması bitmiş, çukurlar kapanmış… Aaa yeni çiçekler ekmişler, yol şenlenmiş… Kim görecek, kim fark edecek bunları? Aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor…

Yol da ne kadar uzadı. Ne yaptı bu adam nereden gidiyor? Tamam, doğru yoldan gidiyor trafik yoğun sadece sen devam et labirentlerde koşturmaya. Doktorun söylediklerini abartarak anlat çalan telefonuna. Arayanın gününü karart, seninki yeterince kara çünkü… Tüm dünya omuzlarında şu an, kıpırdama düşürürsün. Senin belin ağrıyor o yüklerden, bırak arayanınki de ağrımaya başlasın. Bulaştır ona sendeki umutsuzluk, karamsarlık ağlarını. Hatta şoförün bile dikkatini çek. Çek ki başlasın anlatmaya; “Geçen gün aldığım bir müşteri de sizden iyi olmasın abla, aynı dertlerden…” Akşama ne yemek yapacağın, markete uğramak zorunda oluşun bile dert olsun sana…

Ara sıra nadiren de olsa gittiğim yol uzardı ancak dönüş yolum oldukça kısa sürerdi. Böyle anlarda ne yapardım da yol kısalırdı? Radyoda çalan parçayı dinlerdim, parçaya eşlik ederdim, sesini açar iyice girerdim müziğin içine… Etrafa bakardım. Varsa yağmuru izler, sileceklerin çıkardığı ritmik sese verirdim kulağımı… Duraklara yakın geçerken arabanın yavaşlamasını ve bekleyen varsa su sıçratmamasını dilerdim şoförün… Olurdu… Kimse ıslanmazdı… Araba açıktan alır veya yavaşlardı… Hafifçe arkaya kaykılır, cama yanağımı yaklaştırıp, gökyüzüne bakardım… Dalardım bulutlara hiçbir şey düşünmeksizin... Bir süre boş bakardım… Aklıma gelen, üşüşen düşünceleri izlerdim… Takılmadan… Birbiri ardına resmigeçit yaparlardı zihnimde… Geçmiş, gelecek takılmazdım… Tanık olurdum… Bilinçsizce… An’ın tadına varırdım…

Gerçek şu ki arabayı kimin kullandığı önemli değil. Önemli olan kullanan da olsam, yolcu da olsam ne yaptığımın, nerede olduğumun farkında olmak... Olanın farkına varabilmek… Mevsimler değişiyor… Hayat akıyor… Gece oluyor… Gündüz oluyor… Hayatım karışıyor… Sonra düzeliyor… Alt üst oluyorum… Tekrar yoluna koyuyorum… Akıyorum hayatla… Akışı yakalıyorum… Akışın farkına varıyorum… Olmam gereken, yapmam gereken, olmak zorunda olan, yapmak zorunda olduğum yok… Hata, suç, yanlış, kötü kimine göre var; kimine göre yok… Herkesin bir penceresi var baktığı. Kiminin camı puslu, kiminin camı parlak… Kime göre? Neye göre? Bana göre… Sana göre… Aslında bize göre olması gereken… Düzeltmemiz gereken… Suçlu kim? 

Sevdiklerimiz var, hoşlandıklarımız var. Nefret ettiklerimiz, öfke duyduklarımız ve asla affedemeyeceğimizi hissettiklerimiz var. Gündelik yaşam akarken zorluklarımız var, sıkıntılarımız var. Bir yandan yaşamakta olduklarımız var, diğer yandan koşullandırıldığımız yüklerimiz var. Yükler karmaşası altında ezilerek, sürünerek yol açmaya çalışan bir insanız. Bunu değiştirebiliriz. Yeter ki farkına varalım. Gerçekten sevdiğimiz nedir? İstediğimiz nedir? Hayatımızdan çıkarmamız gerekenler nelerdir? Ardımızda çoktan bırakmamız gerekenleri fark edebildik mi? Kendimizle yüzleşebildik mi? Dürüst olabildik mi kendimize? Belki de seviyorum ya da sevmiyorum diye etiketlediklerimiz bizi biz yapan değerlerdir. Göz atabildik mi bu değerlere? Baktık mı penceremizden içeri? Hiç duymayı denedik mi içimizdeki sesi? Dış sesleri susturmayı istedik mi hiç?

Bırakalım aksın hayat. Yularına asılıp zorla döndürmeye çalışmayalım. Bir parça esneklik olsun. Hem o yol olabilir, hem de bu yol… Seçecek özgür irademizin olduğunun farkına varalım… Hırslanmayalım hayata ve kendimize…Koşulsuz sevelim kendimizi… Verildiği, dikte edildiği, öğretildiği gibi değil; kendimizce sevelim… Sevmeyi öğrenelim yeni baştan…

Sevgiyle kalın,

Sy

4 Eylül 2012 Salı

Hazır mısın?


Hayatımızın her aşamasında bu soru karşımıza çıkar. Okula gitmeye hazır mısın? Evliliğe hazır mısın? Anne olmaya hazır mısın? Baba olmaya hazır mısın? Üniversiteli olmaya hazır mısın? İş hayatına hazır mısın? Kendi işini kurmaya hazır mısın? Bu soruları çoğaltmak mümkün. Her iki cins içinde alabildiğine bir hazır olma durumu var anlayacağınız. Bir de bu durumun, hazır olup olmadığımızın kontrolü var. Hazır mısın? İyi de hazır olmak gerekli mi? Hayatta her şeye hazırlıklı olmak mümkün mü? Kime neye göre hazır olmalıyız?

Hep bir hayata adapte olma peşindeyiz veya adapte edilme durumundayız. İçinde bulunduğumuz her dönemi sağlıklı atlatabilmek çabasındayız veya öyle yapmamız gerektiğini dikte ediyorlar. Her dönemimizi başarıyla tamamlamamız bekleniyor bizden. Verimli olmamız isteniyor. Genel olarak nedense sözde var olan ancak uygulamaya gelince tamamen fos çıkan bazı beylik laflar eşliğinde hayatta yol almamız isteniyor. “ İş birliği içinde olun, takım çalışması yapın, empati kurun, inisiyatif kullanın, sorumluluk alın, uyumlu olun, analitik düşünce yapısı içinde olun, çözüm odaklı olun gibi şık cümleler kuruyor herkes. Veli, eğitmen, işveren, eş, dost… Uygulamaya geçince ne oluyor? Bu dikte edilenleri bazılarımız canla başla uygulamaya koyarken neler oluyor? Karşılık bekleyip de alamayınca neler oluyor? Çözülüyor muyuz? Dağılıyor muyuz? Çoğunluğa uyum sağlayıp sistemden farklı gözükmeme gayreti iliklerimize kadar işliyor mu? Nasıl çıkıyoruz işin içinden? Hazır mıyız?

Oğlum bu pazartesi iş hayatına atıldı. Çok yoğun duygular yaşadım kendisini yolcu ederken. Doğduğu an ile şimdiki an arasında yayınlanan filmi soluksuz izledim zihnimde. Allah herkese nasip etsin, güzel anlardı. “En önemli başlangıç, bir yerden başlamaktır. Neyle başladığın önemli değildir. Bana göre asıl önemli olan neye dönüşmeye çalışacağındır. Her ne yapıyorsan o yaptığına ait olmaya çalış. Böylece istediğin şey her ne ise onu olabilirsin. Geleceğini, geçmişi anlatıp örnek verenlerle değil, kendi düşüncelerinle şekillendir. Her ne yapıyorsan severek yap. Annen olmamı seçtiğin için teşekkür ederim” dedim kendisine. 

Bundan sonra da her nerede olursa olsun, onunla olacağım, takdir edeceğim, destekleyeceğim kendisini. Bugüne kadar yapmış olduğum gibi. Düştüğünde kalkıp kalkmadığına göz atacağım. Biliyorum ki hayatını şekillendirecek ve kendisi için en iyi olan şekliyle, olması gerektiği gibi hayatını kuracak. Güveniyorum oğluma, güveniyorum gençliğe. Yoldan çekilme zamanını bilmek gerek. Ara sıra göz atmayı bilmek gerek. Göz atmakla yetinmeyi bilmek gerek. Hazır olup olmadıklarına bakmaları için onlara izin vermek gerek…

Sevgiyle kalın,

Sy

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Dene ve ne olacağını gör!


Cesaretim var mı benim? Hatalarımla yüzleşmeye, yanlışlarımı kabul etmeye cesaretim var mı? Kendimi kullanılmış ancak sevilmemiş hissetmek canımı yakıyor artık. Yaksın, yaksın ki bir daha izin vermeyeyim. Çünkü bunu bana yapana değil asıl kendime kırgın olmalıyım. Olmalıyım ki kendimi affedebileyim ve yoluma devam edebileyim…

Bugün olsa aynı şekilde davranırdım dediğim olayların ve pişman olduğum davranışlarımın listesini yapmak için oturdum masamın başına. Aldım kâğıdı, kalemi elime. Beni oldukça rahatsız eden anlar silsilesi akmaya başladı zihnimde. Musluğu açıp altına kap koymamaya benzemişti içinde bulunduğum durum. Bir anda ayak bileklerime kadar su yükselmişti. Masanın üstü de ıslanmaya başlamıştı, gözyaşlarımdan…

Burnumu çekerek yazmaya devam ettim. Bunlar benim hatalarımdı, tökezlemiştim. Kimi zaman da kıç üstü oturmuştum, çaresiz, kimsesiz. Aptallıklarım olmuştu. Adına saflık deyip geçemeyeceğim. Bu yazdıklarım içimi uzun zamandır kemirmekteydi. Parazit gibi sarmışlardı organlarımın etrafını. Nefes alamaz durumdaydım. Farkına vardım hepsinin. Kurban değildim artık…

Hepsini yazıp çıkarmak içimi dezenfektanla yıkamışım gibi hissettirmişti. Pırıl pırıl parlıyordu dip köşe bucak içimde… İnançlarım, duygularım, düşüncelerim bana ait olmayan bir sistemin parçasıydılar. Şimdi ise bana aitler. Artık saha kenarında elinde süreölçer ile duran kimse yok, koşmuyorum çünkü. Ağır ağır adımlarla yürüyorum. Her şeyi hissederek, anlayarak, özümseyerek ilerliyorum. Kızdığım kimse yokmuş aslında. Kendime kızıyormuşum, alabildiğine kin doluymuşum kendime. Fark ettim…

Sy/ İstanbul 2010

Yukarıdaki satırları 2010 yılında yazmışım. Bugün ise kendimi yorumlamak istedim:

“Dur bir dakika” dedim kendime, “Neden kendine bu kadar kızıyorsun? Sanki kendini suçlar gibisin. Hani suç yoktu?Suçlamak yoktu, kabulleniş vardı. Suç olmayınca suçluda olmaz zaten. Öyleyse tekrar bak kendine, gerçekten suçlu musun? Ya da bir suçlu var mı? Hayır, yok tabii, ne ben suçluyum nede suçlanacak başka biri. Ne yaşadıysam yaşamam gerekiyordu. O gün hata diye adlandırdıklarım bu gün beni ben yapan değerlerimi oluşturdular. Bir gün önce yaptığım şeyi bile bir gün sonra beğenmeyebilirim.Bu gayet doğal. İnsanca. Peki, yıllar önceki genç veya toy halimde yaptıklarım için bu günkü aklımla, öğrendiklerimle kendimi böylesine ağır eleştirmeyi hakkım var mı? Var mı?

İnsanlar kendi seçimlerini yaşarlar. Bu bir gerçek. Seçimlerimiz bize aittir. Bildiğim tek şey cesaretim olduğu. Her şeyle yüzleşmek demek kendimle yüzleşmek anlamına geliyormuş. Benim de buna cesaretim vardı. Yüzleştim ben'le. Biliyorum ben'i. Kendimi kabullenmem zaman aldı, canımı yaktı. Şimdi huzurluyum. Cesaretliyim. Şimdi mutluyum. Denedim ve gördüm. Gördüğümden de alabildiğine memnunum. Şimdi…

Sevgiyle kalın,

Sy/ İstanbul 2012/Ağustos

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Dolu varsa boş da var; soru varsa cevap da var…


İnsan boş oturmamalı diyor zihnim. Çünkü evren boşluk sevmez diye de ilave ediyor. Soruyorum :” Evren kim? Tanıdığım biri mi?” Boş bakıyor zihnim bu soru üzerine. “ Boş bakma evren boşluğu sevmez” diyorum. Kızıyor galiba. Ben de yerimden kalkıyorum masanın etrafındaki sandalyelere sırayla oturup kalkıyorum. Kendimi iyi hissediyorum, boşlukları sırayla dolduruyorum o an. Kendimce.“ Öyle değil” diye haykırıyor zihnim. “Bana ne” diye haykırarak cevaplıyorum anında. Kendimi daha dolu hissediyorum o anda, sandalyelere oturup kalkarken. Kime ne? Gerçekten doldurmuş muydum kendimi? Peki ya evreni?

Kendimi nasıl doldurabilirim acaba? Düşünmem lazım bu konuda. Düşünüyorum. Düşünüyorsam varım. Varsam evren de dolu o halde. Değil mi? Peki ya ben? Ben hala boş muyum? Ne cevap verirsem vereyim yaşamımda bir doluluk olacak mı? Doluluktan kastım ne benim? Yaşantımı derinlemesine ve anlayarak sürdürmek mi? Yoksa yaptığım güzel şeylerin yaşantımı doldurması mı? Yin ile yang; güzel ile çirkin misali bir dolu varsa bir de boş mu var? Yaşamak boş mu dolu mu? Kime göre? Neye göre? Ben yaşantımı dolu dolu yaşıyor muyum?

Ben bu sorduğum sorulara teslim olalı uzun süre geçti aslında. Tüm cevaplarımı aldım, kendi adıma. Deneyimlemeye devam ettiğim sürece alacağım daha çok cevap var. Bir o kadar da soru var. Dolu varsa boş da var; soru varsa cevap da var…

Boş oturmayı bıraktım uzun zaman önce. Hoş o sıralar boş oturduğumun farkında değildim. Alabildiğine meşguldüm aslına bakarsanız. Kendimce… Kendimi geliştirmeye açtığım an, gerisi kendiliğinden geldi. Bana benim hakkımdaki doğruları ve yanlışları- böyle etiketleri kullanmayı hoş bulmuyorum çünkü yaşantımızda bazı şeyleri vurgulamak adına türetilmiş olan bu kelimelerin yaşantımızın kimyasını bozduğuna inanıyorum, gel gör ki öylesine kemikleşmişler yapacak şey yok- ancak ben söyleyebilirim. Dolayısı ile sorularımın cevaplarını da kendim verdim. Uygun olanı seçtim kendime ve kendimi cevapladım. Bazen baktım cevapların içinden çıkamıyorum. Döndüm başa ve sorulara göz attım. Doğru soruyu bulunca doğru cevap da geliyormuş. Fark ettim. Farkı yarattım…

“Neler yapabilirim?” diye sordum kendime. Cevapladım. Yaptım ve yapıyorum. Önce düşüncelerimi ve bakış açımı netleştirdim. Ardından dürüstçe yüzleştim kendimle. Ah çok acıttı bir süre, sonrasında keyif geldi oturdu başköşeye. Artık kendime alabildiğine şans tanıyorum ve bu şansımı kullanmayı seçiyorum. Beni benden iyi bilen kimse yokmuş ki! Seçenekler bana aitmiş! Yaşam benim yaşantımmış! Boş otursam da benimmiş, evreni doldursam da. Tek yapmam gereken seçmekmiş. Boş mu dolu mu?

Sevgiyle kalın,

Sy

16 Ağustos 2012 Perşembe

Çünkü dinlemenin keyfini bilenler dinlenilmenin keyfini ararlar...


Geçen günkü yazımda konuşmadığımı fark ettiğimi söylemiştim. Cevap arıyordum bu duruma. Hatırladınız mı? Nihayetinde aklıma yatan cevapları seçtim zihnimdeki düşüncelerden. Söz verdiğim gibi de sizlerle paylaşıyorum.

Etraftaki sesli koroya katılmak zorunluluğum yokmuş ki benim! Bunu anladığım günden beri, gerektiği yerde gerekli gördüğüm takdirde konuştuğumu fark ettim. Daha doğrusu ‘dinlemeyi’ seçenlerle konuşuyorum. Çünkü dinlemenin keyfini bilenler dinlenilmenin keyfini ararlar... 

Dikkatimi çeken başka bir ayrıntı da gözlemlerimden geldi. Birisi konuşurken karşısındaki dinleyicinin de aynı anda ses üretme çabasında olduğunu gördüm. Eş-zamanlı konuşmalar gerçekleşiyor. Bu eş-zamanlılık aynı anda ses üretmek için oluşuyor sanki. Öyle bir şey oluyor ki konuşmayan kişi, diğeri konuşmaya başladığı an ses üretmeye başlıyor. Sanki sessiz kalırsa varoluşun dışında kalacakmış gibi. Korkuyor ve hemen sesler çıkarmaya başlıyor. Konuşan topluluğun içinde yer almak, dışında kalmaktan daha cazip geliyor olmalı. Dinlemeden, anlamadan verilen anlık ve tepkisel sesler…

Böylesi bir ortamda kulaklarımızın durumu ise içler acısı. Kulaklardan beynimize akan sesler çağlayanı arasından gerekli olanı seçmeye çalışmak ise bambaşka bir yorgunluk. Gözlemledim ki böyle ortamlarda dikkatimi hep dışıma yönlendirmiş oluyordum sonuç olarak. Ya içim? İçime gereken dikkati veremediğimden, duyamıyorum kendimi ve böylece dışarıdaki dünyaya sıkışıyordum. Bana öyle geliyordu, sıkışıyordum gerçekten de. Keyfim kaçıyordu, yorgunluk ve baş ağrısı oluşuyordu; enerjim tükeniyordu, emiliyordu sanki. Hangi zaman diliminde olduğumu yitiriyordum böyle anlarda. Neredeydim? Geçmişte mi? Şimdide mi? Gelecekte mi? Hiçbir yerdeydim aslında…

İşin garibi kişisel gelişimle uğraşan ve hep olumlu frekansta kalmanın önemini savunanlar için genel bir yargı vardır hatırlarsanız.” Bu insanlar hayata yüzeysel bakarlar ve hayatı umursamazlar, ben merkezli yaşarlar” derler. Bu yargıyı belli bir kesim kanıksadı neredeyse. Hem de araştırmadan, incelemeden, dinlemeden, anlamadan. Neden mi mantıklı geldi bu yargı birçok insana? Çünkü kavganın olmadığı, öfkenin ortalığı kasıp kavurmadığı, yargılamanın keyfinin olmadığı ortamlar “insanca tepki vermek” olarak kabul edilmiyor artık da ondan. Bu tepkileri vermiyorsan ya “ eziksin” ya da “ bencil”. Daha da ileri gidersek eğer farklı bir sıfat daha seçebiliyorlar:” Aptal.” Neden mi? Olduğu gibi kabulleniş içindesin ve kişinin kendisini keşfetmesini, anlamasını tercih ediyorsun. Eleştirmiyorsun ve çözüm sunuyorsun ancak diretmiyorsun. Dinliyorsun sadece. Hakkıyla dinliyorsun, hak ettiği şekilde. Ben haklıyım, benim dediğim doğru klişelerini aşmışsın. 

İşte bir konuşma esnasında bu gayretler içinde olan bir insanın aynı anda ses çıkarması durumu ne yazık ki gerçekleşmiyor. Hal böyle olunca da konuşmuyor oluyorsun. Konuşmayınca da seni kimse dinlememiş oluyor. Ha bir de seninle konuşanlar tarafından “Beni dinlemiyorsun!” diye azarlanıyorsun. Haklılar çünkü normal insan modeli ‘aynı anda konuşmak’ olmalı. Hem konuşacaksın, hem dinleyeceksin aynı anda, hep birlikte, dıştan sesler korosu oluşturmalısın. Kapıl gitsin ses üretimine, kabullen dayatılan görsel ve işitsel şöleni. Zorun ne? E yapamıyorsan yersin azarı, oturursun aşağıya…

Duyman, konuşman ve görmen gerekenler burnuna dayatılıyor ve sen geri çeviriyorsun. Neden? Çünkü bireyselliğine kavuşmak istiyorsun. Orada ‘birlik’ arayışındasın. Köküne varmaya çalışmak seni kendini anlamaya, sorgulamaya, çözmeye götürecek olan yol, biliyorsun… 

Kulakta devamlı aynı müzik kanalın, dışarıda aynı görselin, zihinde aynı karmaşan yoksa konuşamıyorsun. Seni de kimse dinlemiyor. Sonuç budur…

Sevgiyle kalın,

Sy

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kim daha iyi dinliyor?


Kaç çeşit insan vardır? Tepkilerine, düşüncelerine, davranışlarına, karakterine bakarak sınıflandırabilir miyiz acaba? Kadın ya da erkek olması fark eder mi? Diyelim ki başardık, sınıflandırdık; ilişkilerdeki sorunları çözüme kavuşturabilir miyiz? Sonsuza kadar, iyilikte ve sağlıkta, her türlü birliktelikte mutluluğu yakalayabilir miyiz? Bana göre evet…

Nasıl mı? Değiştirmeye çalışmadan, büyümesine olanak tanıyarak, onu olduğu gibi kabul ederek. Sürekli iletişimde kalarak, suçlamadan ve yargılamadan dinleyerek. Dinleyerek ama gerçek anlamda dinlemeden bahsediyorum. Dinlemek bir sanattır bana göre. Hani sıkça yaptığımız gibi- ben eskiden çok yapardım- kafa sallayıp laf bitimini sabırsızca bekleyip derhal kendi bildiğimiz doğruyu dayatmaya geçmekten bahsetmiyorum. Buna bildiğini okumak diyorum. Birde göstermelik dinlemeler vardır. Eskiden bunu da çok yapardım. Bazen spor yaparken etrafındakilerle konuşmak zorunda kalmamak için kulağına koftiden bir kulaklık takarsın ve hafifçe baş ritmi yakalarsın ya da ciddi bir şekilde okumaya gömülürsün elindekini; bir şey sorulduğunda da – Ah pardon, dalmışım dersin- işte bunlar göstermelik olanlardır. 

Dinlemek sanattır derken abartmıyorum. Gerçekten de öyledir. Çünkü dinlemek sadece kulakla yapılan bir işlem değil. Konuşan kişinin duygularını da yorumlamayı gerektiren bir işlem türüdür. Anlatılan her ne ise, altında yatanı görebilmektir, seçebilmektir, cımbızla alabilmektir. Ayrıca konuşma esnasında aktarılanları kişisel almamak gerekir ki ortada yanlış anlaşılma durumu olmasın. Kolay mı? Başlarda değil elbette. Fazlasıyla idman gerektiriyor. Dinlemeyi, anlamakla bütünleştirdiğimizde sorunlar çözülüyor, empati kendiliğinden oluşuyor ve ardından da gerekli ise çözümler geliyor. Sen mutlu, ben mutlu…

Gündelik hayatta dinlemek her zaman kolay gelmeyebilir. Yorgun olabiliriz, gerçekten zorlu ortamlarda bulunmuş olabiliriz, belki de sebepsiz yere gergin de olabiliriz. O zaman kasmayıp “ Daha sonra konuşalım mı?” diyebiliriz. Karşı taraf anlamayıp, anlatmakta direniyorsa, isteğimizi yinelerken araya hafif atıştırmalık bir iki adet gerekçemizi de koyabiliriz. Yeter ki anlaşmayı ve anlaşılmayı isteyelim. 

İletişimde bulunmak için karşılıklı saygı ortamı oluşturmayı başarmışsak, çözülemeyecek sorun yoktur bana kalırsa. Saygı dolu bir ortamda ilişki içinde olan kişiler birbirlerini daha iyi tahlil edebilirler, duygularını daha iyi yorumlayabilirler. Üstüne bir de sevgiyi eklediklerinde aşamayacakları dağ kalmaz.

Bazen de karşımızda konuşan kişi sadece dinlememizi istiyordur. Çözüm istemiyordur, akıl istemiyordur. Tek istediği dinlememizdir. Böylece gerek duyduğu ilgiyi alacak ve yoluna kaldığı yerden devam edecektir. Her dinlediğimizde akıl vermek, yol göstermek, çözüm sunmak zorunda değiliz. Bunları bilmek sinirlenmeden ve kızmadan dinlemeyi öğrenmemizi sağlayabilir.

Dinlemek gerçekten de sanattır. Son zamanlarda dinlediğimi ancak dinlenilmediğimi fark ettim. Sonra bir baktım ki konuşmuyormuşum. Konuşmazsam nasıl dinlesinler ki beni? Peki, neden konuşmuyorum acaba? Cevabı alınca size de bildiririm.

Sevgiyle kalın,

Sy

5 Ağustos 2012 Pazar

Bünyemin getirdikleri


Hepimiz bünyemizi biliriz değil mi? Ne kadarını kaldırır, ne kadarını tolere eder, ne kadarını etmez, biliriz kendimizi işte. Bazen de kör olasımız gelir ve hiçbir şeyin farkında olmayıveririz. Zaten ya farkındasındır ya da değilsindir. Öyle değil mi? Her zaman ne istediğimizin farkında olamayız değil mi? Bence oluruz. İşin aslı zaten farkındayızdır da işimize gelmiyordur… İşte böyle durumlar da oluyor farkındalıkla ilgili. İşine gelme ya da gelmeme durumu gibi. Var mı böyle bir şey? Var tabii ki. Biz insanoğlu şartları kendi lehimize çevirmekte yeri geldi mi ustayızdır. Yeter ki isteyelim. Değil mi? Canımız acısa da, içimiz yansa da şartları zorlamakta üstümüze yoktur…

Geçenlerde dostlar bir araya geldik, hasret gidermek istedik. Bir tanesi, bizzat duyduğu ve şahit olduğu bir durumu, ne yapılabilir diye bizimle paylaşmak istedi. Biz de dinledik:

“Eşinden boşanmış bir tanıdığım var. Tam on yedi yıl sonra hem de. İki çocuğu var. Tam altı yıl oldu. Boşandığı günden beri soran olursa “evli” olduğunu söylüyor. Boşandığını üç beş kişi dışında kimse bilmiyor. Gerekçesi ise etrafının hakkında ne düşüneceğiymiş. Çocuklarına farklı gözle bakılmasını istemiyormuş. Kendisine gerçekten de soranlara hala “ evliyim” demesinin ne anlama geldiğini şimdi anladığımı söyledim. Anlamadı ne demek istediğimi…

Çocukları baba hasreti ile büyümesin diye evde olmadığı zamanlarda eşinin eve girmesine müsaade ediyordu. Böyle olunca da karşılaşmaları kaçınılmaz oluyordu. Ardından birkaç kere fiziksel şiddet de görmüştü. Kendisine şikayet edip etmediğini her sorduğumda “ Konu komşu ne der? Hem kimse boşandığımı bile bilmiyor ki!” diye cevap vermişti. “Şiddet gördüğün için boşanmıştın. Çocuklarının böyle büyümesini istemiyordun. Kimin ne düşündüğünü neden bu kadar önemsiyorsun? Çocuklarının ve senin huzurun daha önemli değil mi?” diye sorduğumda önce bana hiç cevap vermedi. “ Ben boşanmak için on yedi yıl bekledim. Şartlarımın iyileşmesini ve hazır olmayı bekledim. Boşandım ancak etrafım boşandığıma hazır değil. Dul bir kadının sorunları var. Sen bilemezsin. Anlayamazsın. O yüzden gerekirse şikayet etmek için bir on yıl daha hazır olmayı beklerim. Sabırlıyımdır” dedi. “On yıl içinde etrafının boşanma işlemine hazır hale geleceğine inanıyor musun?” dedim. Hiç cevap vermedi…

Haftanın altı günü çalışıyor bu kadın ve Pazar günü de kendi evinin işlerini görüyor. İki çocuğuna annelik ve babalık yapmaya çalışıyor. Bazen hayatın adil davranmadığını düşünüyorum. Özellikle de biz kadınlara. Zor şartlar altında yaşantımızı devam ettiriyoruz ne yazık ki. Acaba bir şey yapmalı mıyım sizce?”

Uzun süre sustuk her birimiz. Düşündük. Böylesi hassas bir durumu kafamızda tarttık.  Sonuç olarak bu kişinin ne istediğinin, gerçekten ne istediğinin farkında olmasını sağlamak için, neler yapabiliriz araştırmaya karar verdik.  Sadece ne istediğinin değil neyi istemediğinin de önemli olduğunun vurgulanması gerektiğini düşündük. Başkalarının ne istediğinin, ne söylediğinin, ne yaptığının değil; kendi hayatının önemli olduğunu anlaması gerektiğini düşündük. Hayatının sorumluluğunu kendi üstlenmesi gerektiğini ve bu aşamada öz iradesini kullanmasının ne kadar önemli olduğunu fark etmesini sağlamalıydık. Sonra tekrar sustuk ve birbirimize baktık. Biz bu insanları hiç tanımıyorduk ve oturmuş nasıl yardım edebiliriz diye soruyorduk kendi kendimize. Bizden açıkça yardım isteyen yoktu ki! Kişi kendi istemediği müddetçe önerilen değişimler, çözümler bir müddet sonra yaptırım haline dönüşebilir. Ancak kendi istediği zaman değişim gerçekleşebilir. Sonuç olarak arkadaşımızın bu bayanla karşılaştığında dinlemesini ve farklı bakış açısı ortaya koyarak geri çekilmesini ve böylece bayanın bu bakış açılarını görmesini karara bağladık." Başka cesaretlendirici örnekler ver ve seçimleri olduğunu hatırlat, olurda bayan yardım isterse, yardıma hazır birinin varlığını bilsin, bunu anlamasını sağla” diye de ekledik. 

Bana kalırsa ne istediğimizi ve ne istemediğimizi dürüstçe, son derece dikkatli bir şekilde sorgulamamız gerekiyor. İstediklerimizi yarattığımızda ve yaşamaya başladığımızda ya da istemediklerimizi hayatımızdan çıkardığımızda ve yaşantımıza devam ettiğimizde; oluşturduklarımızla ya da eksilttiklerimizle karşı karşıya geldiğimizde huzur içinde olacak mıyız? Başa çıkmayı bilmek gerekiyor. En önemli nokta bu bana göre.

Sevgiyle kalın,

Sy

24 Temmuz 2012 Salı

Gazino kültürünün evrimi


Duygular mekanlarla birleşir ve ikisi birlikte insanla bütünleşir. Daha sonra insanın bilinçaltıyla bir güzel çırpılır, karıştırılır. Ortaya yanardönerli bir meyve tabağı geliverir. Sevinçle tadına bakarsın, görüntüsü harikadır tabağın. Benim çocukluğumda gazinolar vardı. O kültürün bir parçasıydı bu alevli tabaklar. Ben önce korkardım acaba meyveler ağzımı yakar mı diye. Ateş var ya, çocukluk işte. Sonra dalardım tabağa. Ne alevi görürdüm, ne sıcağı düşünürdüm. Meyvelerin cazibesine kapılırdım. İlk başta zannederdim ki bugüne kadar hiç tatmadığım lezzette meyveleri yiyorum. Yedikçe anlardım muz aynı muz, mandalina bildiğin mandalina, portakal aynı pörsümüş portakal, elma aynı elma sert, sulu…

Zaman içinde kodlanmışların üzerine yeni kodlar yazılmaya başlar. Yeni yazılımlar oluşur. Her ne olursa olsun, olacak olan start alır ve yaşamaya başlarsın. Yaşarsın, deneyimlersin. Yeni yazılımlar ilave edersin mevcut kodlamaların üzerine. Bellek dediğinin esaretinde gidip gelirsin bir sağa bir sola. An gelir an’ı deneyimlersin, an gelir geçmişin içinde dolaşırsın ve çaktırmadan geleceğe bir göz atmak istersin. Hayatında fedakarlıklar yer almaya başlar. Kendininkilerden ziyade başkalarına ait yargılar, öfkeler, hırslar arasında nefes almaya çalışırsın. Kalmayı seçersen değiştirmek üzere, sıkışırsın orada. Lakin bazen de hoşuna gider sıkışıp kalmak. Bezen de çıkıp gidersin oradan. Bazen de tilki misali dönüp dolaşır dönersin kürkçü dükkanına…

Bir gün aynadan biri bakar sana ve “Kötü görünüyorsun” der. Kendine gelirsin. Bakarsın ışıklar yanıp sönüyor. Oturup yeni bir yol haritası çıkartırsın. Eşlik edenin de olur, köstek olanında. Bazen yılıp vaz geçersin yeniyi oluşturmaya çabalamaktan bazen de keçi gibi inat edersin, direnirsin her şeye, herkese. Yola devam dersin. Kim kazanacak diye merak edersin, anketler yaparsın. İyi haberleri alırsın, kötüleri pas geçersin. Çoğu kişi seni anlamaz sen de çoğunu anlamazsın zaten. Boş verirsin. Kendin gibi olanları bulmak ve onlarla olmak istersin. Sonra gün gelir durulur ortalık. Tepki vermezsin. Her şeye açıklama bulmaktan vaz geçersin. Olduğu gibi olanı kabullenirsin. Rahatlarsın. Sadece sen olmuşsundur. Sen ve sana ait sorumlulukların vardır artık. Fazlalıkları yol kenarına bırakıp yola devam edersin. Makul bir hızla, radara yakalanmadan, şeridi ortalamadan, yolda kalmaya devam edersin…

Düşüncelerin, eylemlerin hepsi sana aittir artık; sonuçları da tabii ki. Günahıyla, sevabıyla sen oluşmaktasındır. İyi hissedersin. İyisindir. Bunu yaymayı hedeflersin, paylaşmayı istersin. Güzel bir şey çünkü bu ulaştığın şey, her ne ise artık. Başkalarının deyişiyle ‘etliye sütlüye karışmadan’ yaşarsın. Bir önemi var mı böyle düşünmelerinin? Artık yok. “Merhaba” dersin sana ve dünyaya. Sarılırsın yaşama, kendine. “Her şey daha iyiye daha güzele” derler ya, sense gülersin “İyi nedir ki; güzel nasıldır ki?” diye sorarsın kendine. “Gerek yok ki tanımlamalara, etiketlere” diye düşünürsün. İyi de edersin. Hepimizin inişleri, çıkışları vardır. Önemli olan kendini tanıman ve yolunu bulmandır. Yoluna devam edersin.

Bu hayat benim. Bu benim seçtiğim yaşam. Bu benim yeni oluşturduğum ben. İçten ve dıştan aynı, bir…

Sevgiyle kalın,

Sy

19 Temmuz 2012 Perşembe

Kişi kendi bilir bana kalırsa...


Her şey yolunda giderken mutlulukla el ele cıvıldarken ne oldu şimdi? Aniden bir kara bulut gerekli miydi sanki?  İnsanın hevesinin kursağında kalması hem sıkıcı hem üzücü değil mi? Öyle mi gerçekten? Her şey her zaman aynı ivmede mi seyretmeli? Hep çıkışta kalmak mümkün mü?

Kim bilir belki de mümkün. Belki de doğru olan iniş ve çıkışları yaşamak. Her şeyi deneyimlemek ve tekrarlandığında hazırlıklı olmak.  Belki de gelen işaretleri, uyarıları okuyabilmek adına gerekli olan inişler bunlar. Kim bilir? Kişi kendi bilir bana kalırsa…

Belki de her şeyin yanıtı yok. Yanıt sandığımız şey yanıt değil belki de. Çözüm aradığımız yer, doğru yer değil belki de. Belki yanıt tek değil, kişiden kişiye değişken. Belki de yanıtı aramak boşuna, çoktan içimizde bir yerlerde cevaplanmaya başladı bile bazı şeyler. Yanıtın kimden geldiği, ne olduğu, kime veya nereye ait olduğundan ziyade önemli olan, o yanıtları bir araya toplayıp içinden birine madalyayı takmak belki de. Belki de en gereksiz gibi duranı alıp onunla ilerlemek ve gerekli olana ulaşmak…

Yaklaşık bir haftadır içime dönük duruyorum. Öyle bakıyorum kendime. Sizi bilmem ancak bu bana bu aralar sık oluyor. Hem buradayım, hem değilim. Hem seyirciyim, hem oyuncu. Kah izliyorum, kah alkışlıyorum. Oluyorum, oluşturuyorum. Ekliyorum, çıkartıyorum. Parlatıp cilalayıp farklı bir yere kaldırıyorum. Her türlü kendime bakıyorum, her açıdan. Gerekiyor arada bir. Arabaya bakım yapmak gibi, gümüşleri parlatmak gibi, çiçekleri sulamak gibi, bahçedeki otları ayıklamak gibi görüyorum ben bu an’larımı. Kalabalıklar içinde sessizliği yaşamanın keyfini çıkartıyorum. Özene bezene, alına salına bakıyorum kendime. Dönüp dolaşıp tekrar bakıyorum. Elimde değil alabildiğine genişleyen bir dünyadayım. Bakıyorum bende o dünyaya geniş perspektiften, elimden geldiğince… 

Yolculuk böyle bir şey işte, dolaş dur. Bu süreci tamamladığımda- her seferinde- gerçekleştiğimi hissediyorum. Aradığım kelime, tanım bu olmayabilir, bilemiyorum. Kim bilir ki? Kişi kendi bilir, sadece kendin bilirsin kendini…

Aslında bütün bir anlatım süresince dikkat ettiğim bir nokta varmış, şu an fark ettim. Gördüm ki hep yanıtını bildiğim sorular etrafında dönüp dolaşmaktayım. Ne kadar ötelesem de yanıt bir şekilde geliyor. Yapmam gereken tek şey gelmesine izin vermek… 

Hürmet ederek ve özgür irademe bırakarak bulduğum yanıtları seviyorum…

Sevgiyle kalın,

Sy

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Kendime yerleşiyordum!


Bir aileye ait olarak dünyaya geliyoruz genelde. Bazen de sadece bir anneye ait oluyoruz. Bir yerlerde yerleşik bir hayat sürüyoruz çoğu zaman. Bazen de yaşam şartları yer değiştirmeye yöneltiyor bizi. Bir şehirden bir başka şehre gidip geliyoruz. Sürükleniyoruz yaprak misali ortalıklarda. Korkularla bezeniyoruz çoğu zaman farkına bile varmadan, bilinçaltımızda yer etmiş olanlarla birlikte neden korktuğumuzu bile bilmeden korkuyoruz öylesine. Tek bildiğimiz yapmakla yükümlü olduklarımız. Yaşamak için, hayatımızı devam ettirebilmek için çabalamak zorunda olduğumuz. Sorumluluklar, yaptırımlar...

İçinde ‘ben’ hariç bir yaşam sürmek diyorum ben buna. Her şey var bir ben yokum içinde. Benim yerimi bir ‘suret’ almış. Başrolde hem de. Ben de kendi hayatımda figüranı oynuyorum. Rüya desem değil, uyanığım desem hiç değil. Ne peki bu? Bunu sorduğum an ’da cevaplar gelmeye başlıyor. Bildiğim her şey bitiyor, bir anda kendimi hiç tanımadığım birinle bir odada yalnız başıma buluyorum. Çıkmak istiyorum odadan, terk etmek orayı ve bildiğim ben’sizliğe sığınmak. Rahat orası, iki oda bir salon, kaloriferli, şirin mi şirin, yuvam orası benim. “Hayır” diyorlar bana “Hayır, olay senin bildiğin olay değil. Orası senin evin değil. Aslında standart yatak kahvaltı şeklinde sunulan bir konaklama şekli senin evim dediğin yer. Gerçek evini bulmalısın” diye ekliyorlar. Buyurun buradan yakın bakalım. Bunca senedir otel odasında mı yaşıyorum ben? Kör müyüm ben ya? Anahtarı elimde işte, benim evim orası…

Çıkıyorum odamdan, koridorda ilerliyorum, kapıyı açıyorum, ayağımı eşikten atıyorum ve çıkıyorum dışarıya. Işıktan gözlerim kamaşıyor. Bir süre bakamıyorum, gözlerim yanıyor. Sonra fark ediyorum ki gözyaşlarım sel olmuş akıyor. Basit bir yerde, anahtarı bende olmasına rağmen tutuklu gibi yaşıyor muşum aslında. Suretim ya ben, evim de suretmiş aslında. Körmüşüm, gerçekten de…

Siliyorum gözyaşlarımı. Fırlatıyorum uzak bir yere elimdeki anahtarı. Sonra vaz geçip koşup alıyorum yerden. Orası olmazsa nerede gecelerim ki bu akşam? Sokakta mı kalayım? Deli gibi tanıdık, bildik yerler, yüzler aramaya başlıyorum. Ah aslında hepsi suretten ibaretmiş. Bir müddet sonra açılan gözlerim daha iyi algılıyor etrafımdaki sahte yaşantıyı, sahte insanları, dostları. Bilim kurgu filmi gibi hayatım, var olmayanı yaşamaya ısrarcı olmuşum çok uzun zamandır. Direnmişim. Yaratmışım, yaşamışım. Beğenmemişim ama fazla değişiklik yapmadan biraz boydan almışım, iki pens atmışım yeni sanmışım. Giymişim tekrar aynı şeyi, fark etmeden. Giyinmişim, soyunmuşum, giyinmişim, soyunmuşum. Tüm çıkarıp attıklarım aşağı yukarı aynı model…

Dolaplarımı temizliyorum, ne varsa kaldırıp atıyorum. Az ama öz olsun diyorum, yeter bana. Birikmiş tozları, örümcek ağlarını alıyorum. Pırıl pırıl yapıyorum ortalığı. “Hadi” diyorlar, “ Aç bakalım kapıyı.” Boğazım tıkanmış, titriyorum. Sormak istiyorum, çekiniyorum. Ani bir kararlılıkla ilerliyorum, elimde anahtar. Atmaya kıyamadığım anahtar. Sokuyorum anahtarı kilide, giriyorum içeriye. Hiçbir şey görmeden duruyorum bir süre koridorda. “Aman Tanrı’m burası benim evim “ diye haykırıyorum. Nasıl güzel, nasıl temiz, nasıl sıcak, nasıl şirin; beni yansıtıyor. İçim ısınıyor, gözlerim yaşarıyor. Bir kahve yapıyorum. Camın önüne oturuyorum. Telefon çalıyor, “ Neredesin kaç zamandır” diye soruyor bir dostum. 

“Kendime yerleşiyordum” diyorum…

Sevgiyle kalın,

Sy

8 Temmuz 2012 Pazar

"Bir ihtiyaç bul ve onu karşıla."


Sabah masamdaki kitapları toparlarken bu sözü buldum. Bir kağıda not etmişim ve saklamışım. Sözün sahibi Norman Vincent Peale. Oldukça kısa ancak bir o kadar da yüklü bir cümle öyle değil mi? Hayata hareket katmak için, yaşamda bir yol bulmaya çalışanlar için etkileyici de hatta. Bu sabah bana verdiği anlam ”Hayatıma hareket katmayalım” olabilirdi. Birkaç gün sonra daha farklı anlamlar çıkartabilirdim belki bu cümleden. “Elimdekini paylaşmanın mutluluğunu” anımsatabilirdi bu söz bana ya da “İhtiyaç duyan birinin varlığını fark etmemi” hatırlatabilirdi bana. Bir süredir kendime sözler seçiyorum, o güne özel, o anki duygularıma hitap eden veya öylesine gelişi güzel bir şekilde seçtiğim ve günüme anlam katan sözler bunlar. Gün boyu izliyorum o sözleri beni nerelere götüreceklerse izin veriyorum onlara. Bu seçimlerimden hiç memnun olmadığım günler de oldu, aşırı hoşuma gittiği günlerde. Anlık duyguların yönlendirmesiyle yapılan mini geziler bunlar, kendime doğru. Bazen de seçtiğim sözlerin, kendi anlamları dışında kalsa bile, bana yansıttıkları oldu…

Bugün bu söz bana “Hayır” demeyi nasıl öğrendiğimi hatırlattı. Gururla söyleyebilirim ki uzun zamandır “Hayır” demeyi öğrendim. Böylece istemediğim, ittiğim şeyleri kabullenmek ve yapmak zorunda kalmıyorum. Ancak bu şekilde davranırsam kendime de “ Hayır” diyebilmeyi öğrenebileceğimi de fark ettim. Bunu başarabilmek için kendime aşırı dürüst olmam gerekti. Sudan, eften püften bahanelerimi bırakmam, zayıf olduğum yönlerimi keşfetmem “Hayır” diyebilmemi kolaylaştırdı. Esnek olmayı ve uyum sağlamayı genellikle “Evet “ kelimesi ile özdeşleştirdiğim günlerde, ne evet ne de hayır demek zorunda kalmamak için geri çekilişlerim, içime dönmüş suskun hallerim olurdu. Onlardan da eser kalmadı. Artık suskunsam sessizliğin keyfine varabilmek için susmuş oluyorum. Sessizliklerim artık kaçış değil tam tersine özüme varış haline geldi. Böylece huzuru ve dinginliği yakaladım. Hem de hiç bırakmamacasına…

Artık yaşantımda kaygılara yer yok. Kabulleniş sayesinde mucizelere tanık oluyorum. An ’da kalmanın keyfini yaşıyorum. Hayır diyemediğim günlerde içim içimi yerdi olaydan günler sonra bile. Kabullenemez, kendime yediremezdim, o ufacık kelimeyi atamazdım üzerimden. Bazen de olayların nasıl sonuçlanacağını bildiğim için hayır diyerek yangına körükle gitmek istemezdim. O zaman da kendimi yok saymak pahasına da olsa evet derdim. Bu evet de binerdi omuzlarıma günlerce, aylarca. O zaman da hayatı ıskalardım, tüm güzelliklerini istemeden de olsa pas geçerdim. Fark etmek fiili anlamsız gelirdi bünyeme ve reddederdim fark etmeyi. Aslında ittiğim ne “Evet” ne de “ Hayır” olurdu; sadece kendimi iterdim. Ötelerdim…

Hayatımda karmaşa yok, kararsızlık yok, ortalığı yatıştırma sorumluluğu yok. Her şeyi akışına bırakmış bir haldeyim. Yeri gelince “Evet” diyorum, yeri gelince “Hayır”. Her şey alabildiğine kolaylaştı. Her zaman bir yol varmış, anladım. Fazla çaba sarf etmeden de bazı şeylere sahip olunabiliyormuş, anladım. Nereye gittiğimi, ne yapmak istediğimi biliyorum bu yüzden de vakit kaybı yaşamıyorum. Başkalarına kızarak aslında kendime kızdığımı anladım.  Sevginin kelimelere ihtiyacı olmadığını anladım, sessizken de sevgiyi yayabilirmişim, fark ettim. Ne düşünüyorsam onu yaratıyorum ve yaşıyorum. Yaşamımda olumsuzluklara yer vermektense, olumlu olanın olmasına müsaade etmeyi öğrendim. Bütün bunların içinde evet ve hayır kelimelerinin etkisi olmadığını fark ettim ki en önemlisi buydu bana kalırsa. Çünkü yürekten gelen, kendinden emin, kendi duygu ve düşüncelerinin yönlendirmesi ile söylediğin evet ve hayır kelimeleri asla yerini şaşırmıyor, cuk oturuyormuş. Anladım…

Sabah bir söz seçmek için oturdum masama, nereden nerelere geldim. İşte bu sözler beni böylesine alıp götürüyor benden, uzak diyarlara…

Sevgiyle kalın,

Sy

Farklı yaşam arayışları hakkında


Biriktiriyoruz, biriktiriyoruz, biriktiriyoruz. Hiçbir şeyi atmaya kıyamıyoruz. Artık içimizde adım atacak yer kalmayana dek elimize geçen her şeyi tıkıyoruz zihnimize, bedenimize, kalbimize. Tıka basa dolduruyoruz, doluyoruz. Tabiri caizse dudak payı bile bırakmıyoruz anlayacağınız. Sonra bir bakıyoruz ki yalpalayıp dökülmüşüz, taşmışız…

“Hiçbir şey dışardan görüldüğü gibi değil” derdi annem ben küçükken. Sonra sonra anladım ki aslında her insan kendine özgü, her olay kişiye özgü; tepkiler nasıl baktığına, nasıl algıladığına bağlı. Çünkü insan denilen varlık özel bir varlıktı. Kendinin ne olduğunu bilen, değerleri olan varlıktı. Son zamanlarda ise çoğu insan, çoğu olay kendi dışında ‘olanı’ yaşamayı ve olmayı seçiyor sanki. Tepkiler aynı, tarzlar aynı, tahammülsüzlükler aynı, ifadeler aynı, herkes aynı, her şey aynı gibi. Öyle mi acaba?  Gerçekten herkes ve her şey kopya kâğıdı konulmuş gibi, tornadan çıkmış gibi, olması gereken her ne ise, özgün halini terk edip başkası olmaya çabalar gibi, etrafını kopyalar gibi mi yaşıyor?

Şimdi ise moda olup, kopyalanmaya çalışılan şey: “Yaşantımızda değişiklik yapmak.” Oysa kendi hayatını değil de prototip bir yaşamı seçmiş ve kendini o yaşama hapsetmiş birinin, değişiklik kelimesinden anladığı nedir acaba? Ne yaptığının farkında olmadan, nefret ve öfke içinde debelenip dururken, önyargıların kalıplarını kırmadan, sevgiyi hissetmeden, sevgiyi koşulsuz vermeden, affetmeden, an’da kalmanın önemini kavrayamadan yapılan bir değişiklik ne kadar kalıcı olabilir ki? İliklerine kadar mutsuzluk dolmuş birinin ‘mutlu olmak için değişiklik istemesi’ gerçekleşebilecek bir hedef midir? Kendi istediği şekilde değil de bir başkasının önermesi ile yaşamayı seçmiş birinin, etrafın söyledikleri ile hayatını şekillendiren birinin, iç sesini duymayı terk etmiş birinin, hayat amacı mutlu olmak için para kazanmam gerek düşüncesi ile özdeşleşmiş, kemikleşmiş birinin hedefine varması, yaşantısında değişiklik yapmak istemesi başarıya ulaşabilir mi? Yaklaşımı olumsuz olan, başına gelenlerin sorumluluğunu almayıp kurban rolü oynamayı seçen birinin, her durumda zaman ayırmayıp ‘görmeyi’ reddeden birinin, yapılması gereken değişikliğin önce içte olması gerektiğini keşfetmesi mümkün müdür? Bana kalırsa mümkündür. Bana kalırsa değişiklik yapmak da mümkündür. Nasıl mı? Yaşamı şekillendirenin kendimiz olduğunu kabul edersek eğer, düşündüğümüzü oluşturduğumuzu, oluşturduğumuzu yarattığımızı, yarattığımızı da yaşadığımızı fark edersek eğer mümkündür. İçten dışa bir değişimin kalıcı olacağını fark edersek eğer, mümkündür.

Son zamanlarda çıktığım seyahatlerde şehirde olanın köyde yaşamayı arzuladığını, köyde olanın da büyük şehirde yaşama özlemi ile tutuştuğunu gözlemledim. Bir de bulunduğu yere sıkı sıkıya yapışarak sahip çıkan bir kesim vardı ki, bu kesim de elindekini öne çıkartıp seçiminin doğru olduğunu kanıtlayabilmek için- bana kalırsa kendilerini inandırmak için başkalarını inandırma çabası içindeydiler- ötekini kötüleme yolunu seçmişti. Sıkılan ve bunalan insanlar yaşadıkları yeri değiştirme çabası içindeler. Zannediyorlar ki tebdil-i mekânda ferahlık var. Evet var ancak sen burada ve orada aynı kalmaya devam edeceksen bir müddet sonra orası da seni bunaltmayacak mı? Sen kendini değiştirmeden yaşadığın yeri değiştireceksen bu senin yaşantında nasıl bir değişiklik yaratabilir ki! 

Kazdağları’na yaptığım gezide on sene önce oraya yerleşmiş bir bayanla köy kahvesinde sohbet etme fırsatı buldum. “Zamanı gelmişti ve hayatımda bir değişiklik yapmak istedim ve buraya yerleştim. Aradığım şey sessizlik ve basit bir yaşamdı. İlk taşındığım sene evimin balkonunda oturup denize bakmak beni müthiş mutlu ederdi. Şimdi ise sıkıyor o engin suya bakmak. Hep aynı çünkü, köprü trafiğini özledim, insanların karmaşasını özledim, şehrin curcunasını özledim” dedi.” İstanbul’da bir evim vardı. Satmamıştım. Sıkıldıkça oraya kaçıyorum, oradan sıkılınca da buraya dönüyorum. Bu seferde kendimi hiçbir yere ait hissedemiyorum” diye ekledi. “ Siz de arayışta mısınız? Böyle bir yerde yaşamayı mı arzuluyorsunuz?” diye sordu. “Evet, eninde sonunda böyle bir yerde yaşamayı istiyorum” dedim. “ Aman ha iyi düşünün, varsa bir eviniz orayı da kapatmayın sakın” dedi ve kahveden ayrıldı. O gittikten sonra yanımda taşıdığım defterime şu notları aldım: “ Bulunduğun yere ait olmak istiyorsan eğer önce kendine ait olmalısın. Kendine ait değilsen hiçbir yerde kendini iyi hissetmezsin, ait hissetmezsin. Değişiklik ile değişim kelimelerinin kalıcı olabilmeleri için köklü olmaları gerekir. Bu iki kelime “içten dışa” doğru olursa eğer kalıcı olur. O zaman her nerede isen kendine ait olursun, bulunduğun yere ait olursun. Böylece yeni olan, gelişecek büyüyecek yer bulur, çürüyüp gitmez.”

Sevgiyle kalın,

Sy

7 Temmuz 2012 Cumartesi

2012 Kazdağları Gezisi


Ufak bir kaçamak yapalım dedik. Atladık arabaya düştük yollara. Kazdağı’nda yaşayan dostlarım var. Durmadan davet ederler beni. Bir türlü fırsatım olmamıştı. Kısmet 2012 senesineymiş. Seyahatler içinde ani kararla, hazırlıksız çıktıklarımı daha çok sever oldum. Plansız, programsız, geldiği anda…

Yöre insanlarından o kadar çok efsane dinledim ki: Sarıkız Efsanesi, Hasan Boğuldu Efsanesi, Troya Efsanesi, bildiğim bu efsanelere bir kez daha hayran oldum. O dönemlere olan sevgim, ilgim katlanarak arttı bu gezide. Etraf harika ormanlar ile kaplı ve zeytin ağaçları beni bir kez daha kendilerine âşık ettiler. Dağın tepelerine doğru çıktıkça doğanın güzelliği karşısında ağzım açık kaldı doğrusu. Kararsız kaldım gene; deniz kenarı mı, dağ köyü mü, orman arazisi mi beni en çok büyüleyen hangisiydi acaba? Seçemedim, hepsinin yeri ayrı galiba. Bir arada olunca da güzeller, ayrı ayrı olunca da. Nerede yaşayacağım ben? Nereyi seçeceğim İstanbul’umdan gitmek istediğimde?

Pers kralı Kserkes’in ve ordularının M.Ö. 480 de Atina seferi sırasında yürüdüğü yollarda -Kaz Dağının 1300 m yüksekliğinde Kapı Dağı tepesindeki antik yolda –bulunduğumu düşleyince attığım her adımda sanki boyut değiştiriyordum. Bana böyle oldu ben o dağda gezinirken. Zeus, Apollon, Paris, Afrodit sanki bana şölen hazırlamışlardı Zeus Altarı’nda. Bulunan antik kalıntılara dokundum. Mitolojiyi hissetmeye çalıştım. Ölümsüzler ve ölümlüler arasındaki efsaneleri geçirdim zihnimden. Homeros’un İlyada’sı akmaya başladı gözümün önünde; Akhilleus ve Hector. Efsanenin içine daldım, Afrodit, Truvalı Helen, Zeus, Hera, Agamemnon… Orada olsaydım altın elmayı bana verir miydi acaba Paris Afrodit’e vermek yerine?

Babasıyla Güre köyünün yakınlarında Kavurmacılar beldesinde yaşadığına inanılan Sarıkız’ın efsanesi ise çok acıklı. Babası hacca gidince köylülerin iftirasına uğrar. Hac dönüşü babası kızını öldürmeye kıyamaz, birkaç kazla götürüp dağın zirvesine bırakır. Vahşi hayvanların öldüreceği düşünülen kız bir ermiş olur ve baba kızına iftira edildiğini anlayınca beddua eder, köyde yaşayan kimse kalmaz ve köy kütükten silinir. Dağda üzüntüyle dolaşan baba kayıp kızını ararken ölür. Köylüler Sarıkızın mezarının bulunduğu yere yassı yaşlar koyarlar ve oraya Sarıkız Tepe; babasının öldüğü yere de Baba Tepe adını verirler. Her sene ağustos ayında onları anmak için dağın eteklerine çıkarlarmış. Önyargılar ve iftiralar her devirde varmış diye üzülmekten vaz geçsem mi acaba diye sordum kendi kendime. Günümüze has değil işte rahatla dedim özüme.

Ovalı Hasan’la, obalı Emine’nin aşkları ise Hasan Boğuldu Efsanesine can vermiş. Birbirine kavuşamadan ölen bu iki gencin anısına Gökbüvet köyüne Hasanboğuldu adı verilmiş, Gökbüvete bakan çınar ağacına da Emine Çınarı denmeye başlamış. Evlenmek istediklerinde Hasan’a kızı vermeye yanaşmayan ailesi yaklaşık kırk kilo tuz çuvalını ovadan obaya taşırsa kızı alacağını söylemişler Hasan’a. Sütüven şelalesinde gücü tükenmiş ovalı Hasan’ın, taşların üstünden sekerek giderken yere düşmüş. Sırtındaki çuval sulara saçılmış. Emine’de bir çuvalı taşıyamayan bir ovalıyla nasıl evlenirim diye düşünmüş, kendi bile kadın haliyle taşırmış bu çuvalı. Obalı halkım haklı mı acaba diye düşünürken fırtına patlak vermiş. O gece çıkan fırtınada Hasan kaybolmuş. Kararından pişman olan Emine yollara düşmüş ve Hasan’ı aramaya başlamış. Şelalenin kıyısında gömleğini bulmuş ancak aramaya devam etmiş. Onu bulamayınca öldüğünü anlamış ve sevdiğine kavuşmak için kendini Gökbüvet’in başındaki çınar ağacına asmış. Her sevenin kavuşmasını diledim şelalenin sularından avuç avuç içerken.

Bu birkaç gün içinde “Adatepe, Avcılar, Beyoba, Tozlu Yaylası, Yeşilyurt, Edremit, Güre, Küçükkuyu, Zeytinli” karış karış dolaştım. Köy kahvelerinde oturdum, bakır cezvelerde mis gibi kahveler içtim. Sabun, zeytinyağı, keçi peyniri, çeşitli zeytinler, kasa kasa domatesler, köy tarhanası ve eriştesi, ev yapımı salçalar, reçeller aldım. Taze otlar aldım, nane ve kekiğin kokusu arabayı kapladı dönüş yolunda. Eve gelince dolaptaki kekiklere baktım, soluk ve donuk renklerine. Kavanoza boşalttığım kekikleri kokladım, kapağını açık bıraktım biraz mutfak mis koksun diye. Gezdim, bitirdim diyemem. Bir daha, bir daha her mevsimde gitmeliyim oralara. O yeşili, o havayı solumalıyım tekrar, tekrar. Bu arada resimleri ekledim ancak gidip görmeli ve o havayı solumalısınız. Resimlemek mümkün değil o eşsiz güzelliği bana kalırsa…

Sevgiyle kalın,

Sy



3 Temmuz 2012 Salı

İnsansan mutsuzsun, şanssızsın, kurbansın!


Her şeye izin vermek lazım bana kalırsa. Lazım ki değişimler oluşsun. Oluşsun ki sen o değişimlerin içinde yer al ve sen de değiş. Değişime inan ve istekli ol. Ve içinde yer almak için o değişimin harekete geç. İşte o zaman özgürlük, ferahlık kaplar seni ve etrafını. Her şey için uygun bir zaman vardır, senin için de. Sen de değişiminin zamanını kolla. Nereden çıktı bu sözler derseniz geçen gün tatil dönüşü bir dostumla yemek yedik. Güzel sohbetler yaptık. Bir süredir farkındaydım ancak o yemekte daha çok ortaya çıkan, belirginleşen bir konu vardı gözlemlediğim. İşin özü çoğu insan halinden memnun değil. Memnuniyetsizlik arttıkça önyargılar ve olumsuzluklar da artıyor haliyle. Sonuç olarak da karamsarlık ve mutsuzluk sarıp sarmalıyor hayatlarımızı…

Çok sık seyahat ederim. Emekli olduktan sonra daha fazla gezip görmek istedim ve bunları gerçekleştiriyorum sırayla. Gittiğim yerlerde gözlemlediklerimle kendi ülkemde karşılaştıklarımı bir kefeye koyduğumda sonuç hep aynı çıkıyor: global anlamda bir memnuniyetsizlik ve mutsuzluk var. Bize özel değil, kişiye özel değil, ülkelere has değil, yaşam koşullarına, sosyo- ekonomik durumlara bağlı değil; içimize has, insana has olmuş sanki bu durum. İnsansan mutsuzsun, şanssızsın, kurbansın…

Öyle mi gerçekten? Artık insan değince aklımıza bunlar mı gelmeli? Sanki zaman hiç akmıyor gibi, sanki her gün bir öncekinin aynı gibi, sabah kalkıyorsun akşam yatıyorsun sıradan, neşesiz, klişe gibi. Öyle mi gerçekten? Eski adetler yok olmakta, insanı oluşturan değerler çöpe atılmakta gibi. Yaşamak fiiliyle zamanı tüketmek aynı anlama gelmiş gibi. Öyle mi gerçekten?

Bana kalırsa bütün bu olumsuzlukların altında bir uyum sorunu yatmakta. Kendi içimizde bir uyum var, bize doğuştan verilmiş bir nimet bu aslında. Bu uyum sayesinde herkesi ve her şeyi algılayabiliyor, özümsüyor ve yaşıyoruz. İlişkilerimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı harekete geçiren şey işte bu uyum dediğim şey. Uyumu kaybettiğimiz anda aslında kendimizle olan uyumu da kaybetmiş oluyoruz. Sonra sırasıyla etrafımızla, kişilerle, olaylarla, kısacası hayatla olan uyumumuzun tökezlemeye başladığını gözlemliyoruz. Müthiş bir uyum içinde bir parçayı icra eden bir koronun içinde yer alırken aniden çatlak, uyumsuz bir sese dönüşüveriyoruz. Yargılarımızla, sınırlamalarımızla, eleştirilerimizle, küçümsemelerimizle, geri kalmışlığımız ve dar bakış açımızla bir girdaba doğru sürükleniyoruz. Korku, öfke dalga dalga üzerimizi kaplıyor. Gittikçe büyüyerek geliyor, bizi kaplıyor, görünmez oluyoruz ve bizi yutuyor…

“Kendini seversen her şeyi seversin” dedim dostuma. “Özetle ifade etmem gerekirse olayın özü bu. Bildiğin bir şeyi sunabilirsin, bildiğin bir şeyi verebilirsin. Bu yüzden bilmelisin sevgiyi, tanımalısın. Böylece çoğaltabilirsin o sevgiyi önce kendinde sonra etrafında. O zaman huzur içinde olursun, saatler uçarcasına akar gider, keyif alırsın, olumsuzluklara takılıp kişiselleştirmezsin her şeyi. Sen böyle yaptıkça etrafında böyle yapanlarla dolacaktır zamanla” diye ekledim. “Vaz geçme, pes etme noktasına gelince ne yapacağım? Nasıl sabır göstereceğim?” diye sordu. “İşin ana öğelerinden biri sevgiyse bir diğeri de inanç” dedim. “Bu ikisi bir araya geldiğinde her şey yoluna girer. Hem bu iki kelime arasında müthiş bir uyum vardır. Sence de öyle değil mi?” diye sordum. Sustu, uzaklara daldı gözleri…

Sizce de öyle değil mi?

Sevgiyle kalın,

Sy