27 Şubat 2012 Pazartesi

Olana kadar öyleymiş gibi davransam ne olur?


2010 yılından beri kendimi geliştirmeye devam ediyorum. Süreç 2010 da start aldı ve bugünlere kadar geldim. Nerelere gideceğim onu da yaşayarak, deneyimleyerek öğreniyorum; gün be gün; an be an…

Lisedeyken sayısal derslerimin parlak olduğunu hatırlamıyorum. Ancak doğal bir soru sorma yeteneğim var; merak desem merak değil; garip bir öğrenme isteğiydi benim ki. Konu ne olursa olsun soru sormayı severdim. Alacağım notun bir önemi yoktu lise yıllarımda. Bugün okulda olsam hala not kaygısı taşımazdım. Amma velakin o soru sorma ve öğrenme isteğim hiç bitmedi. Hele ki konu bilmediğim sularda yüzmekteyse daha da aç oluyorum, doymuyorum bir türlü. Bugün de hala öyleyim ve bu halimden çok memnunum.  Bilmediğime balıklama dalıp öğrenmekten oldukça keyif alıyorum…

Öğrenme hızının yaşla alakalı olduğunu söylerler. Bir bakıma doğrudur. Çocukluk yaşımda aldığım yabancı dil eğitimlerim ile yeni öğrenmeye çalıştıklarımın arasındaki hız, kayda değer bir şekilde farklı tabii. Ancak bu beni durdurmak ya da vazgeçirmek yerine farklı akılda tutma tekniklerine yöneltiyor. Şarkı sözü dinliyorum, ilgimi çekecek filmleri yeni öğrendiğim yabancı dilde izlemeye gayret ediyorum. Engellerimi kaldırıyorum, yolumu açıyorum. Kuantum Fiziğine merak sardığımda da aynı uygulamaları yaptım yani anlayabileceğim düzeydeki açıklamaları bulup takip ettim.

İlk kitabımda yeni yeni kuantum fiziğine dalışlar yapmıştım. Bu konu ilgimi çektiği için de araştırmaya ve okumaya bugün de devam ediyorum. Geçen gün bir yerde rastladım; “Kuantum” miktar veya nicelik anlamına gelen latince bir kelimeymiş. 1900’lü yıllardan beri de enerji ve madde gibi küçük fiziksel birimler için de kullanılıyormuş.  2010 yılında ölesiye sıkıldığım bir dönemde karşıma çıkan kuantum fiziğinin hayatımdaki değişiklikleri yadsınamaz. Bana Kuantum’un ilginç gelme sebebi ise benim gibi sıradan bir insanın bile ona ilgi duyabilmesi. Gerçekten de bilim dünyasını bugüne kadar böylesine yakından takip ettiğimi hatırlamıyorum.

Hayatımdaki değişimleri ara ara paylaşıyorum sizlerle. Bu değişimlerden aklımda yer eden ve hiç çıkmayanlarından biri “Kuantum Fiziği” bir diğeri de ”Olana kadar öyleymiş gibi davransam ne olur?” cümlesidir. Bu iki şey beni var olma meşguliyetinden sıyırıp aldı ve hayatımdaki her şey benim bir parçam haline geldi. Olana kadar öyleymiş gibi davranarak gerçekliğimi yaratmaya gayret ediyorum ve belli bir frekansta kalabiliyorum.  Bilincim seçiyor, özgür iradem pişiriyor ve ben deneyimliyorum.

Kendi gerçekliğimi ve yaşantımı inşa ediyorum; öğreniyorum ve seçiyorum. Kendimi keşfediyorum ve kendimle bir şeyler yapıyorum. Bilmediğimi bilir hale gelmeye çaba sarf etmekteyim. Nasıl ve neler yaratıp, üretebileceğimin peşine düştüm bu günlerde. Evrenden ve hayattan alabileceklerimi alıp, verebileceklerimi vermekteyim. Şu an, içinde bulunduğum an ’da seçebilmeyi seçiyorum. Sezgilerimi takip ediyorum, her şeyin yararına olacak bakış açısı ve algı sistemimi oluşturuyorum. “Olana kadar öyleymiş gibi davransam ne olur?”diye soruyorum kendime. Ve cevaplıyorum: “ Bırakıyorum, olsun.”

Sevgiyle kalın,

Sy

24 Şubat 2012 Cuma

Mis kokan evler ve sabun kokusu… Ya duyguların kokusu?


Temizliği çok severim. Hatta bir zamanlar “ rahatsızlık” boyutunda titizdim. Ne yapalım yani “temizlik imandan gelir” demişlerdi bana bir aralar. Ben de suyunu çıkardım işte ondan sonra. Her şeyin dibine varmak gerekiyor ya tekrar yukarı çıkabilmek için. Ben de vardım dibe şöyle dokunduruverdim ayaklarımı hafifçe; sonra yavaş yavaş yukarı çıkmaya başladım…

Çalıştığım dönemlerde her şeyim kusursuzdu. Evimin temizliği, yemek çeşitlerim, sofra düzenim, eşime ve oğluma olan davranış ve tutumlarım, saçım, manikürlü tırnaklarım, ağdalı bacaklarım. Her şeyi mükemmel yaptığım gibi mükemmel bir zamanlamaya da sahiptim. İş ve ev arasında zamanı o kadar güzel ve yerinde değerlendirirdim ki her şeyi kusursuz ve tertemiz yapmak için zamanım yeterdi. Zaten başka türlü iç huzurum olmazdı ki! Tüm sorumluluklarımı zamanında yerine getirmek benim en birinci vazifemdi.

İşte olduğum günlerde, öğle tatilimde kendi bakım ve kişisel ihtiyaçlarımı, alışverişimi yapardım. İşten çıktığım akşam saatlerinde ve tatil günlerimde ise eve ait olan ihtiyaçlarımı alırdım. Stoklardım. Elimi attığımda çalışan bir bayan olarak aradığımı her zaman gani gani bulabilmem en önemli noktalardan biriydi. Örneğin birkaç günlük yemek pişirip, böler ve derin dondurucuya atardım. Ani gelen misafirlerime çalışan kadın olmama rağmen mükemmel bir ziyafet çekmek çok önemliydi benim için. Çocuğum yemese dahi çocuklu bir evde bulunması gereken her ne var ise benim dolabımda mutlaka vardı. Benim ki yemezse, gelenlerin çocukları yerdi. Hem diğer anneler sorduklarında, istenileni sunabilmek iyi bir anne olduğumun da göstergesiydi aynı zamanda. Hem çalışan bir kadındım hem de anneydim. Evimin düzeni de çok önemliydi. İmkânlarımı zorlamam gerekse de maddi, manevi bir evin olmazsa olmazları vardı. Bir düzen vardı herkesin kabullendiği. İşte ben de o düzeni başarıyla yürürlüğe koymuştum. Zamanı çok iyi kullanırdım doğrusu…

Ancak her şeyin kusursuz ve mükemmel bir zamanlama ile başarıyla yapılması dahi ben de var olan bir eksikliği gideremiyordu. Bir şey eksikti; her şey var sanıyordum, yaptıklarım her şey için yeterli sanıyordum. Ne lazım olabilirdi ki başka? Her şeyi alıp stoklamıştım zaten başka bir şey gerekse bile artık 24 saati öyle bir tüketiyordum ki, vaktim yoktu…

Anladım neyin lazım olduğunu geçtiğimiz son birkaç senede… Saçımı, tırnağımı yaptırmış olmam, evimin stoklarla dolup taşması, etrafıma yetiyor olmam; beni yüzeysel olarak mükemmelleştiriyordu.  Ben ruhumu doyurmuyor, onu aç bırakıyordum. Her şeye vakit buluyor, ona vakit ayırmıyordum. Eksiktim ben… Kendime vakit ayırmıyor, kendimi beslemiyor, üretmiyor ve yaratmıyordum ki… Mevcut olanı tüketiyordum sadece.

Sorumluluklarımı yerine getirmek için çaba sarf ediyordum. Ya kendi sorumluluğum? Herkese, her şeye sevgi, saygı, itina ile yaklaşıyordum. Ya kendime? Evin tozunu alırken, duygularımdaki tozu hiç mi görmüyordum acaba? Camları silerken, sofraya temiz örtüler yayarken, ütüyle çamaşırların kırışıklıklarını açarken hiç mi hayatımdaki pürüzleri, iç dünyamda olan biteni görmüyordum? Neden onlara bir el atmıyordum? Neden iç dünyamı düzene sokup, tozlarını alıp, yapışmış kirlerini kazıyıp çıkartmıyordum? Neden evim mis kokarken duygularım pis kokuyordu benim? Neden etrafıma gösterdiğim saygıyı kendime göstermiyordum? Neden yaymaya çalıştığım sevgiyi önce kendime duyumsayamıyordum? Demek ki bu duygu ve davranışlarım otomatik olarak gerçekleşiyordu. Kalıplaşmış bir yaşam sürmekteydim, çabasız ve monoton… Ne kadar kötü kokuyordum, oysa daha yeni yıkanmıştım…

Kendimi temizledim, hala da temizliyorum. Artık camı açtığımda dışarısı nasıl mis gibi çiçek kokularıyla doluysa; içim de öyle kokuyor. Dolaplarım nasıl düzenliyse, geçmişim de düzenli, derli toplu artık. Bir annenin yavrusunu severken hissettiği şefkat duygusunu kendime de hissedebiliyorum, kendimi seviyorum hem de çok şefkatle seviyorum. Ayrıca saygı duyuyorum kendime, yaşantıma, duygu ve düşüncelerime. Etrafıma verdiğim sevgi ve saygıyı önce kendimde hissediyorum, içime alıyorum bu duyguları, kendimle harmanlıyorum sonra dışarıya sunuyorum artık.

Evim, dolaplarım, perdelerim daha da temiz sanki artık. Her yer mis kokuyor ve düzenli. Hem de bol bol zaman kalıyor her şeyi yapmak için. Daha çok yapılacak şey var çünkü duygularımın dilini biliyorum, anlıyorum, çözdüm. Ruhumun ihtiyaçlarını yazdım vakit buldukça alıyorum, tamamlıyorum. Eksikleri gideriyorum hem de stoklamaya ihtiyaç duymadan.

Mis gibi kokun ve sevgiyle kalın,

Sy

22 Şubat 2012 Çarşamba

Kendini beğenmiş biri diyebilir miyim sizin için?


Evet, kendini beğenmiş biri diyebilir miyim sizin için yoksa kendinizi takdir ediyor, seviyor ve onaylıyor musunuz?

Eskiden beri yaygın olan bir kanı vardır: “Kendini beğenmişlik.” Korkutucu bir kavramdır ve kimsenin bilerek ya da bilmeyerek taşımak isteyeceği bir etiket, sıfat değildir. Genelde “kötü” algılanır ve o doğrultuda kullanılır. Genel de kendini başkalarından üstünü gören, kendinden başka kimseyi beğenmeyenler için kullanılır. Bu insanlara kibirli, burnu büyük gibi sıfatlarda yapıştırırız.

Bir anlamda fiziksel ve duygusal olarak kendilerini diğerlerinden farklı gören insanlar vardır mutlaka. Çünkü dünya da böyle üstün olma çabaları her zaman var olmuştur. Gerek maddi anlamda gerekse diğer konularda. Burası güç savaşlarının yapıldığı er meydanı gibi... Başrolde her zaman aynı sanatçı var: “Ego.” Ancak sonuç itibarı ile her türlü kavramı düşüncelerimiz ile bizler oluşturmuyor muyuz? Oluşturduklarımıza sıfatlar uygun görmüyor muyuz?  Neyin doğru, neyin yanlış, kimin iyi, kimin kötü, ya da kimin üstün ya da üstün değil olduğuna bizler- yargılarımız- karar vermiyor mu? Bana göre gerçek olan şudur aslında: “Olan ’ın olmasına izin vermek.”

Her kim ne olursa olsun, nasıl olması gerekiyorsa olmalıdır. Bizim payımıza düşen ise  “ olan ’ı sevgiyle ve tam olarak kabul etmek “değil midir? Gerçek sevgi ve oluş budur. Bunun olabilmesi içinde kendinizi sevmeniz, takdir etmeniz ve onaylamanız gerekmektedir ki;  bu duygularınızı başkaları için de hissedebilesiniz.  Ancak bildiğiniz bir şeyi sunabilirsiniz öyle değil mi? Gönülden verebilmek için gönlünüzde olması gerekmez mi? Sunduklarınızın deneyimlediğiniz şeyler olması sunuşu daha anlamlı kılmaz mı? Bence kılar, sizi bilemem. Benim için yargıların, yapıştırma sıfatların, yaftalamaların kaybolmaya başlayacağı zaman;  gönülden, koşulsuz ve “gerçek olanı” vermeye başlayacağım zamandır.

Öncelikli olarak kendinizi sevmeye, takdir etmeye ve onaylamaya başladığınızda; her ne iseniz o halinizi beğenmeye başlayacaksınız. Bu burnunuzun büyüdüğünü, kendinizi beğenmiş olduğunuzu, kibirli, egoist olduğunuzu göstermez. Tam tersine bunu başardığınızda sabır sizinledir, sevgi hep yanı başınızdadır, şefkat kalbinizi sarıp sarmalamaya başlamıştır. İçinizdeki gücü keşfetmek için yolculuğunuz hazırdır.  Ayrıca belirtmek isterim ki kendinizi sunmaya başladığınızda, sunduğunuzdan hoşlanmak çok güzel bir duygudur. Doyurucudur. Evet ruhunuzu besleyen ve doyuran bir duygudur.

Kök salmış düşünceler inançlarımıza dönüşür. Onlar da duygu ve düşüncelerimize yön verirler. Eğer bunları anlamamakta direnmeye devam edersek, yaratıcılığımızı yok etmeye başlarız. Hep duyduğunuzda sizi rahatsız eden “ yargılamamak” kelimesi aslında sizi rahatlatacak ve kendinize götürecek olan kelimedir. Yardım etmek için vardır. Bu kelime çok sevecen ve şefkatli bir kelimedir aslında. Oysa her seferinde “ Aman canım nasıl olur da yargılamamam”; ya da “ Yargılamıyorum ki” dediğinizde lütfen durun, yapmayın. Başkalarında yargıladığınız şeyler kendinizde yasakladığınız şeyler olabilir. Yapmaktan korktuğunuz şeyler olabilir. Yargıladığınız aslında “siz” olabilirsiniz… Kendinizi yargılamaktasınızdır…

Kendinizi sevmek ve takdir etmek, ardından onaylamak; bir başkasından üstün olduğunuz anlamına gelmez. Gerçekte kim olduğunuzu bildiğinizi ve tasdik ettiğinizi gösterir ki; bu da yaratıcı gücünüzün nerede olduğunu bulduğunuz anlamına gelir.

Küstahlık değil, kendini beğenmişlik değil, egoistlik ve benmerkezcilik hiç değil; kendini bilmektir kendini sevmek, takdir etmek ve onaylamak.

Kolay gelsin, sevgiyle kalın

Sy

Oğlumun çalar saati…


Bu ses kelimenin tam anlamıyla mahalleyi uyandırmaya yeter de artar bile. Oysa oğlumu sadece kımıldatabiliyor. Sağından soluna dönüp kaldığı yerden uyumaya devam ediyor. Sonra belli aralıklarla çalmaya devam ediyor. Ses, her seferinde tepesine inmeye çalışan el hareketinden kıl payı kurtuluyor ve sonra erteleme süresi geçince tekrar başlıyor avaz avaz kaldığı yerden devam ediyor. Oğlumun bedeni kalkmıyor, kımıldamıyor bile. Normal bir telefon sesi duyuluyor neden sonra. Ağız içinde yuvarlayarak yapılan bir konuşma ve takribi on dakika içinde kapıda beliriveren aşkım, balım, hayatımın özü oğlum; gülerek “ Günaydın anne” diyor. Ve gidiyor…

Ben bu süreci korku filmi izler gibi izliyorum, ya da karmaşık bir M.Knight Shyamalan filminde gibiyim... İlk başlarda giremiyorum içine bir türlü bu sürecin. Sonra bu karmaşık hali anlamaya başlıyorum yavaş yavaş. Zihnini, çalar saati ile uyarmaya ve gelen telefon ile de tam uyandırmaya programlamış oğlum. Hâlbuki bu çalar saatten komple kurtulmak mümkün. Nasıl mı? Zihinsel saatinizi kurarak tabii ki…

Fark ettim ki ben bir hafızaya sahibim. Ancak bu hafızamda sadece mevcut kayıtlı bilgiler var ve lazım oldukça bir yerlerden koşup gelip başköşeye kuruluveriyor bu bilgiler. Aradım, taradım bunların arasında sabah uyanmalarım ile ilgili belli bir kalıp- daha doğrusu bana ait bir kalıp- bulamadım. Sık olarak şu bilgilere rastladım; “Akşam geç yatma sakın sabah erken uyanamazsın, yorgun kalkarsın”; “ Çok kafein alma derin uykuya geçemezsin”; “ Ilık duş yap rahat uyursun”; “ Ilık süt iç hafif egzersiz yap yorulursan daha çabuk uyursun”; “Gaz yapacak şeyler yeme uykun kaçar” ve daha niceleri. Fakat bir tane bile “iyi kalkmayı dile, dinlenmiş olmayı seç, enerjik olmayı seç “ gibi kalıplar yoktu. Beynim ne varsa almış, biriktirmiş, depolamıştı. Ancak hiçbir ayırım yapmadan almıştı bu bilgileri. “Bu yararlı değil dememişti;” Yararlı olmalı çünkü öyle diyorlar, yazıyorlar, söylüyorlar, okuyorlar” demişti. Ben de mevcut kapasitemi kullandığım zamanlarda uyku sorunu ve uyanma sorunu yaşamaktaydım. Bu yüzden temizlik yaptım ve hafızamı elden geçirdim. Artık o hafızanın tamamı bana ait. Uyanmak için de hiçbir çalar saate gerek duymuyorum. Ne mi yapıyorum? Uykuya geçerken niyetimi seçiyorum ve söylüyorum.

Evet, uykuya dalmadan önce kendinize bir niyet seçebilirsiniz. Ertesi sabah dinlenmiş, zinde, enerji dolu ve tam vaktinde kalkmaya niyet edip öyle uykuya geçebilirsiniz. Belli bir zaman sonra bunun gerçekleştiğini göreceksiniz. Çok emin konuşuyorum çünkü denedim. Oldu…

Bir an önce uygulayın derim, eyleme geçin; rahatlatan, dinlenmiş ve enerjik kalkacağınız bir uykuyu seçin. Bunu yapabilecek potansiyel gücünüz içinizde mevcut. Kendinizi hep enerjik uyanmış, diri düşünün. Düşünün ki gerçekleşsin…

Küçük bir uyarı: Bunları oğlumla paylaştım, ilgiyle dinledi ve “ Tamam anne, yarın sabah beni sen uyandırsana” dedi. Kendinizi güvende hissetmek istediğiniz anlarda ve sorunlarınızı çözmek için girişimde bulunmaya karar verdiğiniz anlarda; bir çapa atmaya çalışıyorsanız eğer doğru olana doğru; bu çapayı önce kendinize doğru atın…

Enerjik ve diri kalın, sevgiyle

Sy

Sizi alıkoyan engelinizi keşfedin!

Bu yazıyı daha önce yayınlamış olabilirim veya farklı bir sitede yayınlayıp bloğuma almamış da olabilirim. Ancak dosyalarımın arasında gezinirken gözüme çarptı. Bugünkü halime uygun düştüğü içinde yayınlamak istedim. Daha önce okuduysanız tekrar okuyun, belki bugün daha farklı bir şey verebilir size de…


İşsiz kalmak, sağlığınızın bozulması, paranızı kaybetmek, sevdiğinizi kaybetmek, ölüm, memleket ekonomisi, alıştığınız düzenin bozulması, sınavdan kötü not almak, ebeveynlerinizin istediğiniz izni vermemesi, terfi edememek, borcunuzu ödeyememek vb. Ne kadar ürkütücü değil mi bu saydıklarım? Hemen hemen hepimizin içinde var olan korkular ve sıkıntıların ana başlıkları gibi durmaktalar ve hayatımızı kısıtlayan engeller bunlar diyebiliriz bir anlamda.

Aslında var olan ve içinde bulunduğumuz durumdan şikâyet etmek bizi yeni fırsatları görmekten alıkoyar. Dikkatimizi veremez ve fırsatları kaçırabiliriz. Çünkü sızlanmakla meşgulüzdür. Aslında yapmamız gereken çok basit bir şey var; dinleyeceğiz, eyleme geçeceğiz ve başaracağız. Her tarafımız fırsatlarla dolu olabilir yeter ki görmeyi ve seçmeyi isteyelim. Sunulmuş olan fırsatların hangisini görebilirsek ona yönelebiliriz. Yeter ki kendimize ve başaracağımıza inanalım ve şimdi fırsatı görmeyi seçebilelim.

Biliyor musunuz mutlu olmak bir tercih meselesidir. Paramız yoksa ve işten kovulmuşsak, sevgilimizden ayrılmışsak, sınavdan çakmışsak, sağlımızı kaybetmişsek nasıl mutlu olabiliriz ki? Sadece mutlu olmayı seçerek diye cevaplayacağım bu soruyu kendi adıma. Sizleri bilemem. Mutlu olmayı istemek için de hiçbir şeye ihtiyacım yok; ne paraya ne pula… Yapamadıklarıma “keşke” demeyi bırakıp tam olarak gerçekten neyi istediğime odaklanabilirim. Bana olmam gereken söylenmiştir ancak bunu bir kenara bırakıp kendi olmak istediğimi seçebilirim. Düşüncelerimi kontrol edebilirim. Kontrol edemesem de en azından her düşüncemi duymayı bırakabilirim. İstediğimi duymayı deneyebilirim. Yapamadıklarım ya da olamadıklarım için başkalarını veya durumları suçlamaktan vazgeçebilirim. Mazeret aramayı bırakabilirim.

Bakın bu söylediklerim ilk önce kulağa saçma geliyor biliyorum. Bana söylendiği zaman ben de aynı tepkileri veriyordum. Öğrendim ki içinde bulunduğum durumu düzeltmenin yolu önce “ içimi ” değiştirmekten geçiyormuş. Bunu ilk duyduğum zaman da pek net algılayamamıştım çünkü yaşamın içerden dışarıya gerçekleştiğini bilmiyordum. Bugün çok iyi biliyorum, anlıyorum ve hissediyorum. Hani “İçim dışıma çıktı” deriz ya belli durumlarda; gelin bu deyimi farklı algılamaya çalışın.

“Off saçmalamış bu kadın da be kardeşim, bu hayat koşuşturmacası içinde ne dediğini biliyor mu acaba?” dediğinizi duyar gibi oldum galiba.  Evet, ben biliyorum çünkü ben içimin ne olduğunu gördüm ve kabullendim. İtiraf ettim ve barıştım kendimle. Kendimi olduğum gibi çıplak gözle seyrettim. Memnun olmadığım parçalarımı da kabullendim; değiştirebildiklerimi değiştirdim. Bunu bırakmaya hiç niyetim yok. Artık ne olduğumu, ne istediğimi, ne yapabileceğimi biliyorum ve asla kendimi kandırmıyorum. Kendime yalan söylemiyorum, oldukça dürüst davranıyorum.

Burada ve şimdi neden bulunduğumun bilincindeyim artık. Bu da bana yetiyor.
Neyin size engel olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz derim. Sizi engelleyen tek şey sadece sizsiniz. Bunu unutmayın…

Sevgiyle ve engelsiz kalın,

Sy


17 Şubat 2012 Cuma

Duygularımızın soyu tükenmekte mi?


Başkalarına zarar verecek davranışlarda bulunuyoruz. İlişkilerimizi mahvediyoruz. Hayallerimizi çöpe atıyoruz. Kendimize bile düşman olabilecek duruma geldik sayılır. Her gün gazetelerde, televizyonlarda inanılmaz haberlerle karşılaşıyoruz. Kanımız donuyor duyduklarımız karşısında. Sanki herkes birbirini kırıp, üzerine basmaya çabalıyor. Neden?

Kendimizin düşmanı olduğumuz gibi, başkalarına da düşmanlık besler olduk. Hayat şartları, ekonomik zorluklar ardına sığınarak her geçen gün kaybetmekte olduğumuz duygularımızı sabote etmek için birbirimizle yarışıyoruz. Öfke, hoşnutsuzluk, utanç, korku, güvensizlik almış başını gidiyor ve dur diyen yok. İçimizdeki karanlık güçler aydınlığımıza savaş açmış sanki. İlginç değil mi?

Medya veya televizyonda yer alan şiddet içeren haberlerin dışında bir de kanıksadığımız;  normal hayat düzeni içinde olmasını normal karşıladığımız; şiddetsiz gerçekleşen istismarlar var ki onlara değinmeden edemeyeceğim. Hemen hemen her iş kolunda farklı kazanç elde etmenin yollarını bulmakta üstümüze yok. Hep bana zihniyeti içinde yaptığımız her türlü haksız kazanç girişimini legal göstermeye çabalamaktayız. Bazen ruhumuz bile duymuyor cebimize girip hakkımıza el uzatanları…

Neden böyle yaptılar? Niçin kimse ses çıkarmadı? Nasıl çalabilmişler? Ne? Nasıl? Kim? Niye?  Çünkü duygularımızın soyu tükenmekte de ondan… Doğa da canlıların, doğal kaynakların soyunu tükettiğimiz gibi artık bizi biz yapan insani duygularımızı da kurutuyoruz farkında mısınız?

Buna engel olmak bizim elimizde diye düşünüyorum. Yapacağımız tek şey duygularımızın hangi lisanda konuştuğunu çözmek. Eğer onlarla aynı dili konuşmaya başlayabilirsek yeniden bir ‘bütün ‘ olma şansını yakalayabiliriz. Duygularımız akıcıdır ve çok yönlüdür. Böylece bizim daha derin ve net düşünmemize yardımcı olurlar. Yeter ki onların ne dediğini anlamaya çalışalım; bize verdikleri mesajları çözebilelim.

Öfke, sıkıntı, huzursuzluk, nefret, korku, üzüntü, panik, kıskançlık, mutluluk, sevinç, huzur, gurur, dehşet, haz adına ne derseniz değin hepsinin bize verdiği açık bir mesaj vardır. Bu mesajı iyi okuyabilmek için içimizdeki sesi dinlemeyi bilmeli ve ‘sevgi’nin verdiği sıcaklığa kendimizi açmayı bilmeliyiz. Bizler insanız ve duygularımız var. Bunu unutmamalıyız.  Eğer bu bilincimizle savaşmamızı gerektiriyorsa savaşalım.  Sahip olduğumuz bütün duyguların ve bunların bize kattığı özelliklerimizin farkında olursak eğer, kazanacağımız şey sevgi olacaktır.

Duygularımız her zaman ifade edilmeyi isterler. Onlara var olma hakkı vermemiz gerekir. Böylece ifade edildiklerinde rahatlar ve sorun çıkartmazlar. Onları ifade edemeyip bastırdığımızda da bizi tüketmek için bir yarışa girerler ve farkında olamazsak eğer; kazanan taraf onlar olur. Kendimizi umutsuzluk içinde buluruz ve inciniriz. Sonrasında korku, öfke, nefret koşarak gelmeye başlarlar. Biz de yavaş yavaş içten içe bozulmaya başlarız.

Birçok hayal kırıklığı, mutsuzluk,  acı yaşayabilirsiniz; hayatınızdan hoşnut olmayabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey kendinizden, kaynağınızdan beslenmeyi seçmenizdir; başkalarından değil… İçinizdeki güce dönün. Sorunu çözmenin yolu sevgiden geçer, her şeyi sevmekten. Aynaya baktığınızda kendinizi seviyorsanız gerisi boş…

Şu anda dışarısı karlarla kaplı, yollar buz tutmuş. Hava çok soğuk... Duygularımızın da buz tutmasına izin vermeyelim, donmasınlar. Hele soylarının tükenmelerine asla izin vermeyelim. Onlara var olma hakkı tanıyalım, anlayalım, aynı dili konuşalım; bütünün hayrına…

Sımsıcak kalın,

Sy

16 Şubat 2012 Perşembe

Bahane üretmeye son verelim mi?


İstatistiklerle uğraşan kişilerin varlığına müteşekkirim. Her daim bir araştırma çıkartırlar karşımıza; kimileri yararlıdır gerçekten; kimileri de” acaba mı?” diye dudak büktürür. Yapılan araştırmalardan birinde ortalama bir yetişkinin yirmi dört saat içerisinde 50 - 60 bin farklı düşünce ürettiğini okudum. Şahsen ben kafamın içinden bu kadar düşüncenin akıp gittiğinin farkında olamıyorum. Siz? İyi ki de olmuyorum çünkü onları tek tek izlemekten harap olurdum doğrusu.

Geçen gün okuduğum bu araştırmadan sonra şöyle bir düşünceye saplandım ve sizlerle paylaşmak istedim. Bu yüklü miktardaki düşüncelerin bir bölümü bir ertesi gün tekrar ediliyor olabilir mi? Yoksa tamamı yenilenmekte midir? Yani bir ömür boyunca aynı miktardaki düşünceleri her gün tekrarlıyor muyum yoksa her gün yeni düşünce mi üretiyorum? Şahsım adına her gün farklı düşünce üretmeyi tercih ediyorum. Aksi takdirde üretemez, yaratamaz ve bir kısır döngü içinde hapsolmuş hissederim kendimi. Böylece bilinçsiz bir şekilde bahane üretmekten uzaklaşmış da oluyorum. İnanıyorum ki tekrarlanan düşüncelerimiz bahanelerden oluşturmaktadır. Bahanelerde yıllardır içimizde kodlanmış olan düşüncelerden gelmektedir. O zaman bir kalıp içinde sıkışmış isek bahaneler üretiyoruz ve bu bahanelerde aynı düşünce kalıplarını tekrar etmenin sonucunda oluşmaktalar. Bu vardığım sonuç beni tatmin etti. Sizi bilemem.

Kendi zihnimde en çok kullandığım bahaneleri gözlemlemeye karar verdim. Olaylar karşısında ilk verdiğim otomatikleşmiş tepkilere dikkat etmeye başladım. İlk önce “bilmiyorum” kalıbı geldi. Bu aslında yapıp yapamayacağımdan emin olamadığım durumlarda; ya da yaparsam başarısız olacağımı düşündüğüm durumlarda ortaya çıkıyordu. Bu karşıma çıktığı an kendime sordum: “ Emin misin? Gerçekte bilmiyor musun? Yoksa denemek mi istemiyor musun?” Ardından konunun akışına göre “zor olabilir” geldi. Şöyle cevapladım: “ Bunun bir olasılık olduğunun farkındasın değil mi? Kolay olma olasılığı da var unutma. Hangisini seçmek istersin denemeyi mi yoksa başarmak isteğini bir kenara bırakmayı mı? Seç!”

 “Ama param yok.” İşte bu bahanem en kalıplaşmış olanıydı. Şu an için finansal olarak uygun olmayabilirim ancak bu hiçbir zaman paramın olmayacağı anlamına gelmez ki? Öyle değil mi? Gerçekleştirmek istediğim her ne ise içinde bulunduğum an ’da uygun olmasam da ileride bir gün uygun olabileceğim belki. “Ama param yok!” diye kestirip atarsam “ param yeter” düşüncesini da ortadan kaldırmış olmuyor muyum? Böylece isteklerime, hayallerime top yekûn bir set oluşturduğum farkında bile olmuyorumdur çoğu zaman. Gece yatıp sabah kalkınca yatağımın içine gökten para da yağmayacağına göre ne yapabilirim ki? Çok basit aslında, sadece biraz inanılır gelmeyebilir o kadar: olumlu düşünürüm. Paramın yetmeyeceğini düşünerek kendimi kısıtlamaktan vaz geçerim. Böylece evrenle uyumlu hale gelirim. Ardından düşüncelerimi harekete geçiririm. Param yok diye düşünürsem bir şey kazanıyor muyum? Hayır. O zaman niye bahane üretip durayım ki değil mi? O an için paramın yeteceği kısımla başlarım ve hayalimi gerçekleştirme yolunda ilk adımı atarım. Olmayacak şekline odaklanmaktansa olabilecek kısmına odaklanıp işe koyulmak daha mantıklı değil mi?

“Kimse beni desteklemez, kimse bana yardımcı olmaz, ailem bile karşı çıkar.” Bu bahaneler topluluğu benim için külliyen palavra çıktı. Niye mi? Yapıp yapamayacağımdan emin olamadığım için hemen etrafımı suçlamaya girişiyordum da ondan. Hiç denemeden, daha doğrusu denemeye korkmaktan ve bunu kendime itiraf etmektense başkalarını suçlamak daha kolayıma geliyordu galiba. Sanki bugüne kadar başıma gelenlerin suçlusu veya yapamadıklarımın suçlusu hep başkaları mı?

Bu sorulara dürüstçe cevap vermeyi başardığımda rahatladım. Bahanelerim kalmadı. Çünkü onların köküne inmeyi başardım. Çocukluğumdan itibaren zihnime yerleştirilmiş olan kalıpları kullanmak için beni kimse zorlamadı. Çoğu anlar da farkında olmama rağmen bahanelere sığınmak kolay ve zahmetsiz olduğu için onları tercih ettim. Sorumluluk bendeydi anlayacağınız. O davranışlarımı benimsedim ve kolay olanı seçtim. Beni zorlayacaklardan uzak durdum.” Bu bana uymaz, bunu yapamam, çok zor, çok zamanımı alır, vaktim yok,  korkuyorum, meşgulüm, halim yok, yorgunum, buna hakkım yok, etraf ne der, kimse yardımcı olmaz, zaten doğru değil, aklım yetmez, param yetmez, yaşıma uymaz; bunları geride bıraktım artık. Bu bahaneleri kullanmaktan vazgeçtim.

Her şeye olan bakış açımı değiştirdikçe, baktıklarım da değişti. Hayata geçirebilir olanları ve benim için önemli olanları seçtim ve yaptım, hala yapıyorum. Mantığıma uyanları ve kendimi iyi hissetmemi sağlayanları özgürce yapmaya devam ediyorum. En çok da ruhumu doyuranları tercih ediyorum. Artık ruhumu önemsiyorum, tıpkı bedenim ve zihnimi önemsediğim gibi.

Bahanesiz kalın,

Sy

14 Şubat 2012 Salı

Sevgililer gününü kutlarken…


Sevgi sadece anlayış ve farkındalıkla mümkündür der Osho. Böylece iki ruh birleşir ve bir olurlar öyle değil mi?

Bence sevgi var olduğunda şefkat vardır, paylaşmak vardır. Sevgi oluşmaya başladığında saygı da olgunlaşmaya başlar. Hırs, öfke, bencillikten git gide uzaklaşırsın ve enerjin en üst seviyelere çıkar. Sevdiğin zaman çiçek gibi açarsın ve etrafına mutluluk yaymaya başlarsın. Tüm evrende “yin” ve” yang” var olmuştur ve peşi sıra da kadınla erkek. Dolayısı ile aşk karşı konulmaz bir gerçektir ve sevgi aşkın olgunlaşması demektir. Kalıcı ve koşulsuz sevgi oluştuğunda ise ömür boyu sürecek birliktelikler doğar ve mutluluk tüm evreni kaplar sımsıcak, gök kuşağı gibi.

Karnında kelebeklerin uçuşması güzeldir. Dans edip şarkı söylemek gelir içinden. Telefonda takılı kalır gözün. Neyle meşgul olursan ol; çaldığı an elin hafif bir titreme ile uzanır o telefona. İçinden bir sevinç dalgası yükselir boğazına doğru ve cıvıldarsın:” Alo.” Arayan hayatının aşkıdır. Hiçbir şeyin önemi kalmaz o an. Ne hayat şartlarının, ne o an içinde bulunduğun sıkıntıların. Her şey bulanıklaşır. Beliren tek şey o sesin sahibine ait olan yüz ’dür. Kalbinde çizili olan yüz. Senin için en güzel olan yüz. Senin için öpülesi, sevilesi yüz. Hep birlikte olmak, hiç ayrılmak istemediğin o yüz.

Onunla ilgilisindir artık, aşkınla. Onun hangi yönlerini sevip hangi yönlerini değiştirmek istediğini düşünmeye başlarsın. Evlenince nasıl birlikteliğiniz olacağını hayal edersin. Evin, eşyaların tüm detayların hazırdır zihninde. Ancak bazı ufak tefek pürüzler vardır. Onlar da hallolmayacak gibi değildir aslında. Bu yüzden şimdilik susarsın ve nasıl olsa değiştiririm evlendikten sonra dersin kendi kendine. Kaldığın yerden hayaline devam edersin ve hayalini gerçekleştirmek üzere adımlarını atmaya başlarsın.

Hâlbuki sevgi her zaman diğerini olduğu gibi kabul etmek ve kendisi olmasına müsaade etmek demektir. Onun sen olmasını isteyemezsin. Senden bir kopya yaratamazsın. Onun kendine göre düşünce ve davranışları vardır. Onlardan vaz geçmesini istemek onu değiştirmek değil olmadığı bir şeye dönüştürmek demektir. Dayatmacı bir tutumla sevgini büyütemezsin, yaralarsın. Arkadaşlarını beğenmeyebilirsin, çorba içişinden hoşlanmayabilirsin, çok konuşması veya bağırarak konuşması seni rahatsız edebilir, seninle bazı konularda fikir ayrılığına düşebilir. Ancak bunlar onu oluşturan yapı taşlarıdır. Sen bu yapıyı değiştirmeye kalktığın an, ana binada çatlaklar oluşabilir ve kolonlar yeni inşaatı taşıyamayabilir. Böylece farkına varmadan onu mahvetmeye başlarsın.

Olduğu gibi sev; hatalarıyla. Onlar sana göre hata; ona göre normal, olması gerekenler. Onunla kendini paylaş, sevgini paylaş ancak bırak o kendisi olmaya devam etsin. Zaman içinde uyum kendiliğinden gelecektir. Hem unutma onun da sende beğenmedikleri vardır, değiştirme çabası içinde olacağı tutum ve davranışların vardır. Tek taraflı değil; bir de diğer taraftan izleyici olarak katıl bu olaya. O zaman herkesin birey olarak var olma hakkı olduğunu daha iyi anlarsın. Evlilik, birliktelik adına her ne derseniz deyin; bir diğerinin dönüşmesi ve yok olması demek değildir; birlikte var olabilmek demektir. Bu da ancak koşulsuz sevgiyle gerçekleşebilir. Olduğu gibi kabul etmek, hesapsız bir ilişki içinde olmak güzeldir.

Bence eğer kendini seversen, sevginin ne demek olduğunu çok daha iyi anlayabileceğin için, önce kendini sev. Kendini sevmezsen bir başkasına sevgi sunmanın nasıl bir şey olacağını nereden bileceksin ki? Kendini sev ve böylece sunacağın sevgi koşulsuz sevgi olsun.

İlişkinizde; dedektif, baba, anne, yargıç, uzman doktor, bilirkişi olmayın sadece sevgili olun, hep aşkta kalın. Mükemmel olmaya çalışmayın, karşınızdakini de mükemmel olmaya zorlamayın. Sadece sevgi verin ve sevgi alın. Bu alışverişte ödeyeceğiniz tutarda bellidir. Alacağınız faturada sadece bir tek şey göreceksiniz ödemekle yükümlü olduğunuz: “mutluluk”

Sevgililer gününüz kutlu olsun ve her gününüz sevgiyle dolsun,

Sy

11 Şubat 2012 Cumartesi

Nerede olursan ol fark etmez.


Nerede olursa ol hiç fark etmez. Her daim eşsin, annesin, kadınsın ve yapmakla yükümlü olduğun, kibarca üstüne atılmış vazifelerin vardır. Yapabilecek hiçbir şeyin yoktur. Sanki yanmış bir tava gibisin ya da dibi tutmuş bir tenceresin. Suyun bitmiş, ocak harlı ve yapışmış üstüne görevlerin çaktırmadan. Hafiften kırarsın boynunu yana, süzersin gözlerini yarım aralık, vicdan yaparsın, duygusala bağlarsın; yemezler ki güzelim; alışmışlar hizmetine. Daha doğrusu alıştırmışsın ne yapalım…

Evdesin ve tatile çıkmaya hazırlanıyorsun. Deli manyak bavul yaparsın; iç çamaşırı, kılık kıyafet, çorap, gecelik, pijama, yedek tişörtler, atkılar ve eldivenler( mevsimine göre), ayakkabılar( gece ve gündüz için)… Ter içinde kalırsın, daha tatile çıkmadan tatil burnunda tütmeye başlar. Aniden irkilirsin sanki elektrik vermişlerdir sana azar azar; çaktırmadan.  Ecza dolabına koşarsın; ağrı kesici, ateş düşürücü, kolesterol, burun spreyleri, kemik ilacı derken bir çanta daha yaparsın. Yüz temizleyici, nemlendirici, dudak kremi, vücut losyonu, ayak kremi, el kremi, şampuan, kese, saç kremi; ay fenalık geldi bana; yatsam kalksam ve tatile çıkmış olsammm…

Rezervasyonu yaparsın,  odaya meyve sepeti, şarap, çiçek…  Günlük detayları halledersin, evi, kedileri, köpekleri emanet edersin, bahçe sulamayı ayarlarsın, gazete bayisine ekmek gazete bırakma dersin, annene hoşça kal dersin, kardeşini ararsın, görümceleri unutmayalım, oğluna yemek siparişi olup olmadığını sorarsın ve çıkarsın yola… Acaba bir şey unuttum mu? Terlik almış mıydım?

“Nereye gidiyoruz? Gece için ne aldın? Masaj rezervasyonu mu yaptın? Vaktimiz kalacak mı? Müze mi? Niye hep müze geziyoruz? Benim kulak ilacımı aldın mı? Kolesterol hapım?  Koluma jel aldın mı? Niye suratın beyaz senin ne oldu sana? Tansiyonun mu düştü? İyi ki tatile çıktık, dinlenirsin.”

“Dışarda yemek yemeyelim, otelde yemek yiyelim olur mu; hava çok soğukmuş.”  “ Masajdan başım ağrıdı!” Telefon çalınca ürperirsin aniden; “ Efendim oğlum.” “ Anne benim siyah desenli tişörtüm nerede? Hani üstünde ….resmi olan?” “Bilemiyorum oğlum, dolaba baktın mı? Aklımı aldın bu saatte evlatçım.” “ Niye aklına kötü şey geliyor ki, ne zaman arasam böyle söylersin zaten.”

Çok teşekkür ederim kendime. Gelişip değişim yaşayabildiğim için. Çok teşekkür ederim kalıcı değişim yaşadığım ve böylesi durumlarda gerileme yaşamadığım için.” Ne yazıyorsun? Benim kulağım ağrıyor, damlayı aldın mı?” Tanrım! İki gün için beni, aklımı, bedenimi ve zihnimi korumanı; beni sevdiğini kulağıma fısıldamanı rica ediyorum. Biliyorum, biliyorum; bir daha ki sefere kendime organizasyon yapacağım, duydum seni tüm zihnimin içinde. Ben de seni seviyorum. Ancak; bu karmaşayı, bu koşturmaca halini de seviyorum. Yaşadığımı anlıyorum, güçlü olduğumu anlıyorum ve tüm ailemi ne çok sevdiğimin böylesine durumlarda çok daha fazla farkında oluyorum. Onları, kendimi ve seni çok seviyorum. İyi ki varlar, iyi ki varsın.

“Terliklerimi almış mıydın?”
“Evet aşkım!”

Sevgilerimle kalın hepiniz,

Sy

7 Şubat 2012 Salı

Üzüntümün getirdiği mesajlar

Garip Kurt’un kayıp olduğu dönemlerde ilginç keşifler yaşadım. Bir şeylere tutunma ihtiyacı, serbest bırakamama, kabullenememe süreçlerinin neler ifade ettiğini daha iyi algıladım.  Aslında bu süreçler akışa direnmemenin ve gelişen olaylara saygı duymanın önemini bir kez daha ortaya koydu.  Gereken ne ise onu yapmak ve sonra beklemeyi bilmek; ders almayı ve serbest bırakmayı bilmek gerçekten önemliymiş. Bu süreç zarfında, yani köpeğimin kaybolduğu üç haftalık süreçte; kendimi gözlemledim. Hissettiğim üzüntüdeki mesajları inceledim.

Bir şeye tutunmayıp özgür bıraktığında o şeyi özgür bırakmış oluyorsun. Gerçekte olan ise hem tutunduğunu hem de kendini özgür bıraktığın. Tutunduğumuz şeyler aslında kişiler ya da olaylar değil; duygularımız. Mutsuz olmayı, üzgün olmayı biliyoruz, bunlar bildiğimiz ve kanıksadığımız duygular. Oysa mutlu olmayı, serbest bırakmayı ve özgürlüğü yeterince iyi tanımıyoruz. Bu yüzden de güvenilir geldiği için tanışık olduğumuz duyguları tercih ediyor ve hayatımıza onlarla devam ediyoruz. Zamanla üzüntü, mutsuzluk, keyifsizlik, sıkıntı o kadar yerleşik düzene geçiyorlar ki bilinçaltımızda, an ’da kalmakta zorlanır oluyoruz. Böylece geçmiş ve şimdiki anı birleştiriyoruz ve içinde bulunduğumuz an günden güne silikleşiyor. Böylece genel anlamda frekansı düşük ve mutsuz bir ortamda yaşamaya başlıyoruz. Bizler böyle olunca, etrafımızda yavaş yavaş bizimle aynı frekansa geliveriyor. Üzüntü ve mutsuzluğun kol gezdiği bir koloni yaratıyor ve o kolonide yaşamaya başlıyoruz. Mıknatıs gibi frekansı her düşük olanı koloniye çekip alıyoruz. Büyüyoruz, büyüyoruz ve mutsuzlar liginde şampiyonluğa oynuyoruz.

Aslında üzüntü duymak faydalıdır. Kendimizi taş gibi kaskatı kesilmekten koruyabilmenin yolu üzüntüyü hissedebilmekten geçer. Üzüntünün bir yerde iyileştirici bir özelliğini de vardır. Üzüntüye kucak açtığımızda kaybettiklerimizi daha iyi anlarız ve serbest bırakmamıza yardımcı olur. Gözyaşlarımız da bu noktada devreye girerler. Eğer gerçekten üzüntünün akışına kendimizi bırakabilirsek, kendi içimizi daha net duyabilir ve bir nevi huzura bile erişebiliriz. Kendimizi sonuçta duygu eleğinden geçirmiş ve tazelenmiş hissedebiliriz. En derinlerde kalmış anılarımıza, bağlarımıza inen yolu buluruz.

Üzüntüye yüzeysel olarak kapılır isek bu iyileştirici özelliğini göz ardı ederiz ki; bu da bizim “akma” kavramımıza sekte vurur. Olaylara ve duygulara odaklanma becerimizi devre dışı bırakır. O konuda, o olayda takılı kalırız. Gözyaşlarımız boşa akar, kederimizi ve duygularımızı tam anlamıyla dışa vuramayız ve içimizde bir yerlerde sıkışıp kalırlar. Tam bir boşalma yaşayamayız. Belki gözyaşlarımızı kederimizi ve tüm duygularımızı dışa vurmamak için bazı sebeplerimiz de vardır. Ancak “ sıkışık kalmak” unutmayalım ki öfkeye doğru yol almakta çok ustadır. Üzüntü ve öfke birlikteliği ise bizim için yıkıcı sonuçlar ortaya koyar ve yapıcı olmaktan uzaklaştırır. Boş ve kayıp hissederiz.

Üzüntü duymaktan amaç düze çıkmayı bilmek olmalıdır. O zaman üzüntü yapıcı ve itici bir güce dönüşecektir. Üzüntüyü sona erdirdiğimizde yani tam bir boşalma ve yüzleşme yaşadığımızda ise; tekrar hayatımıza, asıl amacımıza dönebiliriz. Daha dingin, daha akıllı, daha ne yapacağını bilen ve daha farkında hissederek, sinyalimizi verip park konumundan çıkarak yola tekrar dâhil olabiliriz.

Üzüntülerimiz, öfkemiz ve duygularımız arasında oluşturacağımız yolun ahenkli birlikteliği olması bizi destekleyecektir buna eminim. Üzüntü ve mutsuz olduğumuz anlarda sakince değerlendirmeler yapıp, yasımızı yaşayabilmek ve sonrasında değerlendirmelerimizi yapıp yolumuza devam edebilmek; bizi, hayatın içinde yolumuzu kaybetmeden ilerletecektir. Sinirlenmek, üzülmek, savaşmak ve sonrasında ayrışmak hayatta kalma becerilerimizi güçlendirecektir. “ Serbest bırakılması gereken asıl şey nedir?”, “ Yenilenmesi gereken ne var? sorularına cevap almamızı kolaylaştıracaktır.


Üzüntü veya mutsuz olmak sadece kayıplardan ve başımıza gelen olaylardan ibaret değildir. Bunların bir de alt yapısı olduğunu ve bu alt yapıyı oluşturanın da kendimiz olduğunu bildiğimiz sürece sükûnet ve rahatlama duygusu hep bizimle olacaktır.

Gerektiği kadar gereken yerde ve olayda araştırarak ve her daim sevgiyle kalmayı bilelim,

Sy

6 Şubat 2012 Pazartesi

Ara sıra fişi çekmek lazım…


Geçen hafta bir iki gün rahatsızlandım ancak üstünde durmadım ve hayatıma devam ettim. Sadece boğazım ağrıyordu ve ben de birkaç pastille olayı geçiştirdim. Spordan, orman yürüyüşlerinden vazgeçmedim. Kendime enerji depoladım bir iki koca karı ilacı hazırladım; sıcak suya, bal, limon, tarçın, karanfil derken; iyiydim ya, hem de zımba gibiydim. Hiçbir sokak işimi aksatmadım, kurslarıma katıldım, yazılarımı yazdım, ev işlerimi yoluna koydum, hatta kardan eve kapandığımız günlerde arabaya atlayıp sokak hayvanlarını da besledim.  Tempomda hiçbir düşüş olmadı anlayacağınız, boğaz ağrısını es geçtim ve hayatıma devam ettim. Oysa hafiften eklemlerim de ağrıyordu, halsizliğim de vardı. Boğaz ağrım geçince iyileştim sandım.  Beden ihmale gelmez, beden rahatsız olduğunu belli eder ama dinleyen kim?

Hayatımda hasta olup yattığım günler sayılıdır, bir elin beş parmağını geçmez. Çoğu zaman kimse hasta olduğumu bile anlamaz, kendi kendime hastalanırım ve iyileşirim. Niye hapşırıyorsun derler, soğuk almışım dediğimde bahçede ki ayrık otlarını temizlemekteyimdir, ya da garajı düzenlemekteyimdir. Bazen hasta olduğum zamanlarda nadiren bir işi reddettiğimde; biraz rahatsızım dediğim anlarda hep suçlayıcı bakışlarla karşılaşmışımdır. Çünkü o an o işi yapmak istemediğim için yalan söylediğimi düşünenler olmuştur. Çünkü ben sızlanmam, hasta olduğumu beyan etmem. Hiçbir işimi aksatmadan yaptığım için de kimse hasta olduğumu algılayamaz. İzin vermem zaten. Doğrusu ben olsam ben de bana yalancı derdim öyle durumlarda. Fişe takılmış yeni üretim “android” misali programlandığım görevlerimi tamamlardım.

Dün öğleden sonra başımda bir ağrı başladı, anlayamadım sebebini. Akşam biraz gözlerimi kapatıp sakince bir köşede oturdum. Hoppala boğazımda bir acıma hissi de vardı. İçimde bir üşüme hissi dolanmaktaydı, resmen üşüyordum canım, titriyordum daha doğrusu. En iyisi erken yatayım yarın sabah yogaya gideceğim dedim. Ve erken yattım. Sabah 06.45 de kalkıp derhal duşa girdim. Çıktığımda kendimi çok iyi hissediyordum, giyindim ve yogaya gittim. Yoga sonrası oradaki bir kişinin sorusuna cevap vermek için ağzımı açtığımda bir ne duyayım? Sesimin rengi değişmiş, hem de ne değişmek. Demek ki “aum” derken ders başında ve sonunda; duyduğum erkek sesi benimmiş. Çok yakından gelmişti ve arka sıradaki erkek katılımcının ne gür sesi var diye düşünmüştüm. Sesi benim kulağımın dibine kadar gelmişti çünkü. Ah akıllım o ses bana aitmiş meğer.

Bedenime saygı göstermeyi öğrendim sanıyordum, yanılmışım. Bedenimi dinlediğimi sanıyordum, yanılmışım. Artık bedenimin geçen haftadan beri bana yavaşlamamı söylediğini anladım. Nedense onun sesini duymazdan gelmiştim. Bu beden bize doğumdan itibaren ölene kadar kullanmamız üzere tahsis edilmiş bir beden. Dolayısı ile ona azami dikkatli davranmamız gerekiyor çünkü uzun süre birlikte olacaksak yıpranmasını istemeyiz değil mi? İşte bu yüzden gün içinde yavaşlamak gerekiyor. Yavaşlamayı beceremeyince; bakınız örnek Selcan’da olduğu gibi; istemeseniz de yatmak zorunda kalıyorsunuz artık. Çünkü beden artık komutları almıyor.

Yaptığımız iş her ne olursa olsun, ister bedenen, ister zihnen çalışıyor olalım; beşer veya onar dakikalık molalar vermemiz gerekiyor. Bu molaları verirken de tüm takılı fişleri prizden çekmek ve zihnimizi boşaltmayı bilmek gerekiyor. Aksi takdirde rölantiye alınmış bir motordan farkımız kalmaz. Tamamen stop edelim kendimizi. Gözlerimizi kapatalım, kollarımızı gerelim, bacaklarımızı açalım, nefes alalım derin derin, havayı içimize çekelim ve yaşadığımızı duyumsayalım. İşler hep devam eder, birisi biter, birisi başlar; hayat devam ediyor çünkü bunu unutmayalım. Hayat unutsa da bizim bir android olmadığımızı, biz hatırlatalım hayata; “Hey burada bir insan var!”

Sevgili bedenim senden özür diliyorum, bundan sonra seni dinlemek için fişlerimi çekip sana daha fazla vakit ayıracağım. Seni o kadar benimsemişim ki ödünç aldığımı unutmuşum. Sahibine iade ederken, arkamdan laf söylenmesini sevmem. Bu yüzden iyi beslendiğim gibi, spor yaptığım ve seni dinç tuttuğum gibi; başka dileklerin de olabileceğini göz önünde bulundurup seni dinlemek için de vakit ayırmaya özen göstereceğim. Bunu hatırlamak için de fişlerimi çekeceğim, android kimliği kenara koyacağım ve nefes alacağım. Nefes alınca insan ruhuma ulaşabileceğim ve seni daha rahat duyabileceğim.

Sevgiyle ve nefesle dinlemede kalın,

Sy

3 Şubat 2012 Cuma

Duygularımıza yağan kar…


Birkaç gündür yurdun büyük bir çoğunluğunda kar var. Her yer bembeyaz bir örtü ile kaplanmış; ne yolların delik deşik yamalı asfaltı gözüküyor; ne de bahçelerin bakımsız toprağı. Her yer beyaz, saf ve temiz gözüküyor. Çok hoş ve insanda romantik duyguların yanı sıra çocukça duyguları da uyandırıyor. Kendi adıma kar topu oynadığımı ve beceriksizce bir kardan adam yapmaya kalkıştığımı itiraf edebilirim. Ayrıca ormanda yaptığım haftalık yürüyüşlerimin de büyük bir keyifle geçtiğini, kara batıp çıkmanın keyfini yaşadığımı da ilave etmeden geçemeyeceğim. Çarşamba günü de arabamla kara saplandım kaldım orman yolunda. Tavuklar gibi eşelendim lastiklerin kurtulması için. O dakikalarda bile güldüğümü hatırlıyorum şu an; hayatımda ilk kez kara saplandım ve ondan da keyif almayı becerdim helal olsun bana. Eşim benim kadar mutlu olmadı korktu benim bu gözü kara halimden. Kısacası beyaz örtü beni neşelendirdi, çocuklaştırdı bu hafta.

Bugün yavaş yavaş kar havası dağıldı ve yağmur çiselemeye başladı. Beyaz örtünün rengi hafiften kirlenmeye başladı. Yağmur güzelce yağıp temizlemezse ortalığı; çamura bulanacak her yer. Yol kenarlarında siyaha dönmüş kar tepecikleri görmeye başlayacağız. O beyazlık, o saflık kalmayacak. Beyaza olan hayranlığımız yavaş yavaş çamura olan kızgınlığa dönüşecek.

Garip olan şu ki bu satırları yazarken beyaz kar örtüsü ile saf, temiz duygularımızı ve çekim yasasını bağdaştırdım. Çocuklukta ki cahilliğimizi, gençlikteki deli baş durumlarımızı anımsayıverdim.  Hiçbir şey den korkmaz ve her şeyi başaracağımıza inanırdık o günlerde. Siz de öyle değil miydiniz? Hiç kötü titreşim yaymazdık etrafımıza. Tek bildiğimiz kendimizi eğlendirmek ve mutlu etmek değil miydi o zamanlar? Bilinçsiz bir şekilde çekim yasasını işletirdik hem de büyük bir başarı ile. Yeni yeni keşfettiğimi sandığım ve uygulamaya çalıştığım bu yasayı o zamanlar harika bir şekilde kullanıyormuşum farkında olmadan. Benim bildiğim bir şeymiş bu ve ben onu kaldırıp tozlu raflara tıkıvermişim.

O zamanlar hep hayal kurardım ve o hayalin gerçekleştiğini, ne kadar mutlu olduğumu duyumsayabilirdim.  Süslerdim hayallerimi tam olmasını istediğim hale getirene kadar. Dolayısı ile düşüncelerim dileklerimi oluştururdu ve hepsi aynı frekansta olurlardı. Evren de dilediğimi verirdi, üç aşağı beş yukarı. Ve beni mutlu ederdi çünkü ben an ’da kalırdım o yaşlardayken. Geçmişim yoktu o zamanlar ve geleceğimi düşünemeyecek kadar da toydum, umarsızdım.” Sen çekim yasasını kullanıyorsun” dese biri anlayamazdım ne demek olduğunu ancak reddetmez, salakça bir gurur duyardım bir yetişkinin bildiğini yapıyor olma halinden. Bu da dileklerim ile düşüncelerimin frekansını bozmazdı.

Şimdi böyle değiliz değil mi? Birisi böyle davrandığında o kişiyi umursamaz ve duyarsız olmakla ya da hayalperest olmakla suçluyoruz. Dinliyoruz nedir çekim yasası ve reddediyoruz, faydalanmayı seçmiyoruz. Çünkü artık global dünya da herkes nereye sürükleniyorsa biz de oraya sürüklenmeyi seçiyoruz.  Para ve zengin olma hayallerini kuruyoruz. Niye? Mutlu olmak için. Çünkü parası olanın derdi yok, faturaları ödeniyor ve mutlu. Biz de öyle olmak istiyoruz. Ne istiyoruz? Para ve mutluluk. Zor olduğuna inanarak, öf pöf ederek, sızlanarak, olanları kıskanarak, biz de yok diye üzülerek yuvarlanıp gidiyoruz işte…

Sevgiden yoksunuz, inançtan yoksunuz, şüphe içinde yüzüyoruz, sezgilerimizin düğmesini çoktan off konumuna getirmişiz bile. Düş kurmak bize uzak, çözüm üretmektense sorun yaratmayı tercih ediyoruz. Böylesi bir durumdayken bile üstümüze belli anlarda beyaz bir örtü alıp olmadığımız şekle bürünmeye çalışıyoruz, maskelerin yardımıyla. Bembeyaz kar tabakasına sığınıyoruz ve üstümüze kar yağıyor; duygularımıza, düşüncelerimize. Donduruyor bizi; suratımızda donmuş bir maske ile dolaşıyoruz. Sonra yağmur yağıyor, örtümüz eriyor, örtümüze çamur sıçrıyor lekeleniyor ve makyajımız akıyor; kirleniyoruz. Her şeyimiz ortaya çıkıveriyor. Bir de ne görelim? Hiçbir şeyimiz yokmuş aslında. Boşmuşuz…

Hak ettiğimize inanalım, teşekkür edelim sahip olduklarımıza, düşleyelim, düşledikçe yaratalım, yarattıkça mutlu olalım. Önce kendimizi sevelim ve takdir edelim çünkü ancak böyle yaparsak bir başkasına verecek sevgimiz ve sunacak takdirimiz olur. Kendini beğenmiş olmak ya da bencil olmak demek değildir kendini sevmek ve takdir etmek; kendine saygı duymak demektir.

İmgeleyin, güvenin, minnet duyun; içsel bağlantılarınızı ve içsel kalıplarınızı değiştirin. Ancak böyle iç huzuruna ulaşırsınız. Dileklerinizi keşfedin, adlandırın onları, kendi mutluluğunuzu yaratın. İç huzuru demek mutluluk demektir ve bunu parayla satın alamazsınız; yaratabilirsiniz, keşfedebilirsiniz ancak. Kendi mutluluğunuzdan sadece kendiniz sorumlusunuz, başkaları değil.

Değerinizi bilerek, çekim yasasını kullanarak sevgiyle kalın,

Sy

Hepimizin içindeki çocuğa…


Kendimi bildim bileli bazı sorumluluklarım oldu. Bunlar gerçekten benim sorumluluklarım mıydı yoksa etrafımın bana yükledikleri miydi pek de emin olamadım. Bu soruya hiç cevap aramadım. Sadece üzerime düşeni yapmayı seçtim. Doğru olmalıydı çünkü herkes hemfikirdi. 

Çocukluğumu hatırlarım bazen. Üstümün kirlenmesine hiç aman vermedim çünkü pis olmakla eş değerdi. Hem de sadece benim pis olmam değil annemin de pis olması anlamına geldiği  için. O yüzden çoğu oyuna katılamadım, içimden geldiği gibi oynayamadım. Asla sokakta oyun oynarken bir şey yemedim. Yere düşürdüğüm an, çocuk aklı yerden alıp yiyebilir ve mikrop kapabilirdim. Bu yüzden annem elime hiçbir şey tutuşturmadı sokağa çıktığım zamanlar. Ben de üstüm başım tertemiz bir kenarda hanım hanımcık durur oynayan çocukları seyrederdim. Onlar da beni oyuna fazla davet etmezlerdi. Sokağa çıkmak istemediğim zamanlar da annem beni azarlar:” hadi kızım çık oyna arkadaş edin, dolaşma ayakaltında evi temizleyeceğim, sildiğim yerlere basarsın, hadi kızım, hadi” derdi. Ben de mecburen inerdim sokağa… Ne kadar da pis çocuk vardı sokakta. Kim bilir evleri de pisti herhalde. Anneme göre…

Genç kızlık dönemimde üstümden çıkardığımı hiçbir zaman yatağın üstüne atmadım. Ya havalandırıp katlayıp dolaba kaldırdım, ya da kirli sepetine attım. Yatak örtüsü örtüldükten sonra üstüne hiçbir şey konmamalıydı. Anneme göre… Oturamazdım veya üstüne gün içinde uzanmam da hoş karşılanmazdı. Günlük giysilerimiz ile havalandırılıp silkelenmiş ve mum gibi kapatılmış bir yatağın üstüne oturmak doğru değildi. Anneme göre… Yatak akşamları açıp yatmak içindi, öyle yatıp debelenmek dağınıklığa yol açardı. Kim bilir komşularımızın evi ne dağınıktı. Anneme göre…

Sofra saatleri haricinde bir şeyler atıştırmak adabı ile yapılmalıydı. Öyle eline geçirip bir elmayı sularını akıtarak dişleyemezsin, bir sandviç yapıp geçemezsin televizyonun karşısına veya çalışma masana. Yiyeceğin her ne ise, koyarsın bir tabağa, tabağı da bir tepsiye, peçeteni de alırsın; masa başında azami dikkatle yiyebilirsin. Asla yere bir kırıntı dökmeden yemeyi başarmalısın. Gene de tepsini mutfağa götürürken sağı solu ve yerleri gözden geçirmelisin ki, yanlışlıkla düşen bir şey varsa derhal süpürmelisin. Yere düşen kırıntılar karınca oluşmasına sebebiyet verir. Karınca sardı mı evi, yandın; çok zordur onlardan kurtulmak. Anneme göre…

Yüksek sesle ulu orta müzik dinlenmez, gerek yoktur. Anneme göre…” Durduk yerde dans edilmez, genç kız zıplamaz, genç kız edepli oturur, genç kız camdan bakmaz; etraftan ne derler sonra. Kızım asma suratını evlen anne olunca anlarsın ne demek istediğimi. Kolay değildir kadın olmak, düşersin dile.” Anneme göre…

Büyüdüm, evlendim ve bir anneyim. 24 yaşında bir oğlum var. Annem bana çocukluğumu yaşatmadı, üstümün kirlenmesine izin vermedi;  oysa ben oğlumun sokakta oynamasına ve üstünü kirletmesine izin verdim. Ancak eve gelir gelmez banyoya girip yıkanması ve üstündekileri kirli sepetine atması koşulu ile. Eve girerken ayakkabılarını ve üstündeki her şeyi giriş de soyarak doğru banyoya git diye buyururdum; “anne karnım aç bir sandviç yap da yedikten sonra yıkanayım “diyen oğlumu duymazdan gelerek. O inat ederken, mikropların ne denli zararlı olduğunu anlatırdım sabırla. Yavaş yavaş oğlum sokağa çıkıp oynamaktansa evde oyun oynamayı tercih eder oldu. Üzülmedim. Sevindim hatta. Sokakta birçok çocukla oynamak demek, hastalık kapma ihtimalinin çoğalması demekti. Bana göre….

Odasında yeteri kadar oturacak yer varken düzelttiğim yatağın üstünde yatmayı sevdiği için ses çıkarmadım. Annem bana izin vermezdi. Ben oğluma izin verdim. O yatağın üstünden kalkar kalkmaz gidip örtüyü silkeleyip tekrar yayardım nasıl olsa. Gözlemledim ve bir gözüm hep yatağın örtüsünde oldu. Hiç de sektirmedim, her kalktığı an hissettim ve gidip yatağı düzelttim. Zamanla oğlum yatağın da yatıp televizyon seyretmektense arkadaşlarının evine gidip televizyon seyretmeyi tercih eder oldu. İyi de oldu çünkü çok yorucuydu her dakika gidip örtüyü düzeltmek. Bana göre…

Akşam yorgun argın iş çıkışı eve gelince bir sessizlik arıyor insan. Odasında her istediğini yapma özgürlüğü olan oğlum en azından müziği ben gelene kadar yüksek sesle dinleyip ben gelince biraz olsun kısabilir. Ben bütün gün onun için çalışıp yoruluyorum ve sessizlik hakkım değil mi? Müzik de müzik olsa hadi neyse, zıpır zıpır garip bir gürültü ve bu da yetmezmiş gibi oradan oraya atlayıp duruyor. Toz da kalkıyor ortalığa. Yavaş yavaş oğlum müziği kulaklıkla dinlemeye, dans etmeyi de sevmemeye başladı. Kulaklığın tek kötü yanı ben seslenince duymaması, öte yandan sessizlik harika. Dansı da sevgilisi olsun bak nasıl eder, hem de alasını. Başım dinlendi. Huzura erdim. Bana göre…

Kısacası, oğlum dolaptan bir meyve alıp yıkayıp ısıra ısıra yemedi. Tepsiye konmadan  hiçbir atıştırmalığı kabul etmedi. Tıpkı benim gibi böcekten aşırı korkar oldu. Yemeği bittikten sonra oturduğu yeri kontrol eder, kırıntı varsa süpürmemi isterdi.  Asla iki gün üst üste bir iç çamaşırı veya kıyafeti giymez, mutlaka değiştirirdi. Başkasının evinde kalmayı sevmezdi çünkü yastıkları kokuyor derdi. Ve bütün bunlar bana göre normaldi. Bana göre…

Değişmeye karar verdiğimde bütün bilinçaltı kalıplarımı temizlemem gerekti. Annemden ve çocukluğumdan kalan “temizlik” saplantılarımı aşmak için çok çaba sarf ettim. Hayatı yakalayıp an’ı yaşamanın keyfini çıkarabilmem için epey zaman harcadım. Bu da yeterli değildi. Çünkü kendimle beraber eşimi ve oğlumu da an’ı yaşamaktan mahrum etmiştim. Benden sonra onların da değişim sürecine girmeleri gerekti. Oğlum ve eşim son üç yıldır mutfak tezgâhında duran keki bir dilim kesip canları çektiği an’da ağızlarına atmanın keyfine vardılar. Oğlum arkadaşlarında yatıya kalmanın, yüksek sesle müzik dinleyip benimle dans etmenin keyfine vardı. Banyodan çıkınca havluyla yatağın üzerinde biraz keyif yapmanın ne demek olduğunu ailece anladık.

Sözün özü, yaşamın tadını çıkarmak ve hayatı kana kana içmek her bir yudumunu; hissederek, yaşayarak; ne demekmiş ailece öğrendik… Temizlik ve kirlenmek gibi kavramlar bize hayatı zindan etmemeli. Her çocuk çocukluğunu yaşamalı, her şeyin tadını almalı, kirlenmeli, düşüp yaralanmalı, hastalık geçirmeli. Bunların hepsi bize yaşadığımızın kanıtıdır.

Çocuklarımıza çocukluklarını yaşatabilmek için; ne yaptığımızın ve bu yaptıklarımızın sonuçlarının onlarda nelere yol açabileceğinin farkında olmalıyız. Ebeveyn olarak en büyük görevimizin bilinçaltı kalıpları olmayan çocuklar yetiştirmek olduğuna inanıyorum.

Sevgiyle kalın,

Sy

Nasıl bir şey bu? Neredeyiz biz?


Bu sabah gazetelere bakarken öne çıkan başlıklar;
  • -   “Önce aldattı sonra doğradı.” Eşini aldatıp kadın boşanmak isteyince de dövüp haşladı. Yetmedi çocuğunun önünde dizi ile ayak bileklerini kesti.
  • -         Kandiliniz kutlu olsun. Hz. Muhammed’in dünyaya gelişinin yıl dönümü bütün İslam alemi tarafından kutlanacak.
  • -         Orta doğu mezhep savaşına gidiyor. Sünni- Şii gerilimi.
  • -         Peygamberimizi bile koruma kanunu yok, Atatürk'ü niye olsun? Andımızı da kaldıralım.
  • -         Rektöre yazdığı yazıdan dolayı 11 ay hapis cezası alan üniversite öğrencisi.
  • -         Taksim yayalaştırılabilir mi?
  • -         2.5 milyon dolarlık güvercinler.
  • -         Sepetten ampul çıktı duş jeliyle ayran girdi.
  • -         6 yıl önce 12 yaşındayken 5 bin lira karşılığı satılan kız korunmaya alınmamış.
  • -         Katliam ateşi Kahire’ye düştü.
  • -         Ruh sağlığı yerinde mi?  raporuna son.
  • -         Buzul çağı yalan, yok öyle bir şey; küresel ısınma var.

Daha fazla devam etmeyeceğim bu ruhumuza yapılan ve insanlığı her geçen dakika yok eden olayların sonucunda ortaya çıkan bu haberlerin bombardımanına. Neredeyiz biz ve ne yaptığımızın farkında mıyız?

Evet, içimizde olumsuz duygularımız olması normaldir. Bana doğru gelen size doğru gelmez. Benim güzelim size uymaz.  İyi de bunun için birbirimizi yok etmeye çalışmak doğru mudur? Savaşlar, ön yargılar, kavgalar neye yaramış ki şimdiye kadar?
Gelişmeye, ilerlemeye, bakış açığımızı değiştirmeye yöneldiğimizde “ sıkıntı” yaratıyor bize. Farklılaşıyoruz tüm geriye kalanlardan. Böyle” bulaşma”; “kımıldama” ; “ boş ver söyleme fikrini” diye kendimize telkinde bulunuyoruz. Çünkü kendimizi ancak o şekilde “ güvende” hissedebiliyoruz. Yani çoğunluğa uyum sağlamış gibi gözükerek. Peki, gerçekten ihtiyacımız olan şey bu mu? Geçmişteki tarihsel olaylara bir baksak, tarihte yer etmiş olanlara. Herkes, her toplum kendi tarafından bakarak anlatır bu olayları ve her zaman bir mantıksal açıklamaları vardır. Öyle yaptık çünkü……. Bu şekilde karşılık vermeliydik çünkü……

Bizlere sunulan şey kendi gerçekliğimiz değildir. O günün, o şartların el verdiğince yapılmış olan davranış ve tutumların akıllıca izahıdır sadece, mantığa iliştirilmiştir bir ucundan. Yapılması gereken soru soran ve hatalardan ders almayı bilen, özgür düşünce yapısı ile hareket eden toplumlar yetiştirmektir.  Hatırlamak istediğimiz gerçek ancak an ’da olan olmalıdır, bizim asıl gerçeğimiz budur. An ’da kalıp dışına çıkmadan an ’ı yaşarsak; an dışında kalmayız ve böylece yargılama denilen tutumlar içine girmeyiz. An dışında kaldığımız zaman başka an ’ları tekrar etmekten başka bir şey yapmıyoruz ki! Böyle olunca da tepkisel davranmaya başlıyoruz. Biz hayatı yaşamak yerine tekrar etmeyi seçenlerdeniz galiba. Doğal olalım çünkü doğal olduğumuzda “sevgi” gelir. Sevgiyle yola çıkarsak bize doğal olan davranış ve tutum içinde olabiliriz.

Yaşamın amacı yaratmaktır, kendimizi yok etmek değildir. Bunu unutmayalım. Başkaları yargılar, biz yargılarız, topluca yargılamaya başlarız. Sonuçta yargıladığımız şey nedir? Kendimiz… Bana mükemmel olmayanı, güzel gelmeyeni, karşı olanı, uygun olmayanı da kabul edersem ve saygı duyarsam sorun olmaz diye düşünüyorum. Bu hiçbir zaman onaylıyorum anlamına gelmez ancak gelişmeme fayda sağlar. Gelişmeme olanak tanır; hem benim gelişimime hem de içinde bulunduğum toplumun gelişimine. BİRleşmek, sevgiyi, anlayışı oluşturur; ayrışmayı önler. Kolektif bilinç var ve bu kolektif bilinci istediğimiz doğrultuya yöneltmek sadece bizim elimizde. Bunu unutmayalım, seyirci kalmayalım hep birlikte yaratalım, oluşturalım yeni geleceğimizi; sevgiyle…

Saygı ve sevgiyle kalın,

Sy