30 Mayıs 2012 Çarşamba

Hayat böyle bir şeydir işte Lala Paşa!


Hafta sonu dostlarla beraberdim. Her ailede olduğu gibi onlarında ufak tefek sorunları oluyor. Böyle sorunlarından birini de bizim yanımızda yaşadılar. Herkese olabilecek durumlardı bunlar, onlara özel değildi. Ancak o an için tüm dünya durmuştu ve onlar alabildiğine kişiye özel algılayarak yaşadılar bu durumu.  Sorun şuydu; arkadaşımın ağrıları vardı ve bıktırmıştı bu ağrılar onu. Sonunda uzun araştırmalar sonucunda derdi tespit edildi ancak belli bir dermanı yoktu. Acıyla baş başa kalacağı durumlar daha fazlaydı, bitkisel bazı ilaçlar alması gerekiyordu, hareket etmesi gerekiyordu vs. Dolayısı ile canı sıkkındı. İstiyordu ki bir hap alsın ve sorunu çözülsün, hemen. Haksız olmadığı noktalar yok da değildi doğrusu. Sürekli acı içinde olmak ve hareketlerinin kısıtlanıyor olması onun gibi hareketli biri için oldukça zordu. Sızlanmayı seven bir tip değildir benim dostum, her şeyini içinde yaşar. Hani “içine ağlar” deriz ya aynen öyledir işte benim arkadaşım. Böylesi duygular içindeyken her kafadan bir ses çıkmaktaydı ve oldukça yorucu geçiyordu akşam onun için. Kimse de farkında değildi. Ta ki ‘ Neden ters cevap veriyorsun ben bunu hak edecek ne yaptım’ diye eşi sesini yükseltene kadar. Sorulan soruya tam iki kez cevap vermiş ve aynı soruyu iki kez yanıtlamış olmanın sıkıntısı bir yandan, kısıtlı hareketlerle ve her harekette acıyı hissederek hizmet etmeye çalışmak öte yandan, bu soru onu tam da can evinden vurmuştu doğrusu. Görebildim gelecek olan cevabı ve ‘hayır’ dedim içimden. Ama olmadı geldi o cevap.

”Ne alakası var bu söylediğinin şimdi? Canım yanıyor ve buna rağmen üstüme geliyorsun?”
“Gelmiyorum sadece ayıp oluyor sabah gidip akşamın körüne kadar çalışıyorum, bütün gün istediğini yaparken canın yanmıyor da ben bir şey sorunca mı yanıyor? Allah aşkına istediğim sadece saygı biraz ya, yeter artık!”
 “ Ben mecbur muyum her dakika alttan almaya, güler yüzlü olmaya, her şeyi idare etmeye? Benim canım yanamaz mı? Benim canım sıkkın olamaz mı? Ben hasta olamaz mıyım?”
“ Bunlar bana saygısız olman için geçerli bir sebep değil ama!”
“ Benim sağlığımdan daha önemli yani sana saygı duyulması?”
“ Senin canın yanıyorsa söyle birlikte yansın canımız ama ayıp oluyor bu cevapların üzüyor beni. Kumandayı uzatır mısın şuradan.”

Benim çocukluğumda da böyle sahneler yaşanırdı bizim evde. Hatta birde şöyle bir cümle vardı ki asla çıkmazdı hafızamdan. Beklerdim hep hangi tarafın söyleyeceğini. Her tartışmada kullanılırdı bu cümle: “ Ben Lala Paşa eğlendirmiyorum, canım çıkıyor benim!” Kim bu paşa? Kim kimi eğlendiriyor? Lala paşa kim? Eğlence varsa niye kavga var? Ben Lala Paşayı eğlendirmek zorunda kalacak mıyım acaba? Ben bu paşayı tanıyor muyum? Yıllarca çözemedim bu soruları, bulamadım cevapları. Bizim evde hep bir Lala Paşa vardı. Ben hiç denk gelmedim ama tanışık olduğumuz belliydi. Her ne kadar karşılaşıp sohbet edemesek de Lala Paşa bana bir şey öğretmişti aslında. Ancak zamanla ben unutmuştum bunu. Birkaç sene önce hatırladım. “Her ne yaşıyorsan anlat, anlat ki karşındaki de bilsin. Mutlu musun, sağlığın mı bozuk, o anda ne hissediyorsun, açıkla, net ve dürüstçe.”  Bunu öğretmişti bana Lala Paşa, annem ve babama her misafirliğe geldiğinde…

Arkadaşım eşine gündüz ki doktor seansını söylemiş olsaydı, eşi kendi problemini göz ardı eder, arkadaşıma daha şefkatli davranırdı. Yardım ederdi. Şükretmeyi bilseydi başına gelene, sevinseydi önemli bir derdi olmadığına, korkunç bir hastalığı olmadığına -evet ilacı yoktu ama öldürücü ya da korkutucu bir hastalığı yoktu-  bu kadar sıkıntılı olmazdı tüm gün boyunca, dolmazdı. Hem verilen ilaçları kullandığı zaman ağrıları hafifleyecek ve zamanla yok olacaktı… Eşi etrafında olanlara bir parça daha dikkat etseydi, nasıl olsa evdeyim herkes beni olduğum gibi çekmek zorunda demeseydi, eşinin acısını fark edebilirdi.  En ufak bir tartışmada erkek egemenliğini ortaya koymasa, eski olaylardan derlemeler yapmasa, kazanç ve maddiyatı vurgulamasa belki böylesine tepki çekmezdi…

Hayat değişir, bizler değişiriz ancak farkına varmayız bu değişimin ve akışın. Değişim her zaman iyiye doğrudur çünkü evrimin gerektirdiği budur. Tersi mümkün değildir. Değişimin kötüye doğru olmasını seçen, isteyen, düşünen ve oluşturan bizleriz. Bunu görmemiz değişim hakkındaki düşüncelerimizi değiştirmeye başlamakla mümkün olur ancak. Bu da bizi değiştirmeye başlayacak olan yegâne olaydır. Daha duyarlı olalım, daha farkında olalım ve olayları kişiselleştirmeyelim her bulduğumuz fırsatta.

Hayat dediğimiz, yaşam dediğimiz şeyler de enerjiden ibarettir. Tıpkı bizlerinde enerjiden oluştuğu gibi, isimlendirdiğimiz bu kavramlar da enerjilerden oluşmaktadır. Dolayısıyla enerji olan bir şeyin durağan olmasından söz edilemez; her zaman bir değişim ve hareket mevcuttur. Hayat değişiyorsa, yaşam akıyorsa o zaman biz niye sabit kalalım ki? Bizlerde değişebiliriz değil mi?

Sevgiyle kalın,

Sy

27 Mayıs 2012 Pazar

Duyarlı olmak nasıl bir şey acaba?


Ruhani anlamda gelişebilmek için hep içimize dönmemiz gerektiği söylenir. Başkalarının yaptıklarını yargılamayın, eleştirmeyin denir. İnsanları olduğu gibi kabul edin, hatalarını yüzlerine vurmaktan zevk almayı bir kenara bırakın diye tavsiyelerde bulunulur. Nasıl affetmeyi öğrenebiliriz diye çeşitli yollar sunulur. Böylece siz değişirseniz etrafınızı da değiştirebilirsiniz derler. Söz konusu değişimin kalıcı olması için yapılan bir öneridir bu aslında. Sevginin, şefkatin dünya üzerinde yayılması amaçlanır bu çalışmalarda. Bir diğer açıdan da yaratıcılığınızı geliştirmeye yöneliktir. Tabii ki hiçbir zorlama ve koşullandırma olmaksızın sunulur bu öğretiler. Yani ister alırsınız ister almazsınız. Size kalmış…

Peki, başkasının işine karışmadan, yargılamadan ya da eleştirmeden nasıl duyarlı olabiliriz acaba? Duyarlı olabilmek için ne olup bittiğini iyi bilmek gerekmez mi? Böylece sorunların ne olduğunu, nasıl davranmamız, ne söylememiz gerektiğini daha iyi algılayabiliriz öyle değil mi? Bunun içinde herkesin her şeyini didik didik etmemiz lazım herhalde. Ne dersiniz?

Duyarlı kelimesinin sözlük anlamı; algılar, duyumlar edinebilen (canlı), hassas demektir. Bu açıklamaya bakınca benim anladığım; başkalarının isteklerini, ihtiyaçlarını, beğenilerini gözlemlemektir duyarlı olmak. Böylece sorunların çözülmesine katkıda bulunabiliriz ve kendimizden başkalarını da mutlu etmenin yollarını bulmuş olabiliriz. Bu da ilişkilerimiz açısından- insanlık adına- fayda sağlar. Tabii ki her şeyde olduğu gibi niyet esastır bu durumda da. Neden gözlemlediğimizi netleştirmek gerekmektedir.

Kendimiz değişim yaşıyorken odağımızı şefkat ve sevgi sunabileceğimiz noktalara kaydırmak güzeldir. İnsanların kahvesini nasıl içtiğini, eşinin ismini, hangi sporu sevdiğini hatırlamak fark edilmemizi sağlar. Basit ayrıntılardır bunlar ancak onlara kendilerini önemli hissettirmiş oluruz ve bu da onları mutlu eder. İnsanların birbirine değer verdiğinin de bir göstergesidir ayrıca- konumu ve statüsü ne olursa olsun kendinden başkasını düşünmek büyük bir mutluluktur benim için- bizde birini mutlu ettiğimiz için seviniriz. Sevgi dolu ortamlar oluşur etrafımızda. Bu işlem ister özel hayatımızda olsun ister iş ilişkilerimizde bizi duyarlı ve hassas bir insan konumuna sokar. Bunu yapabilmek için de yargılama yapmak, eleştirilerde bulunmak ya da başkalarının hayatlarını didiklemek gerekmez bana kalırsa. Sadece kendimizi bir anlığına onların yerine koymamız yeterlidir. Hani şu meşhur sözümüz vardır ya: “ Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma”; ne kadar anlamlı, ne kadar dolu bir cümledir bu…

Böylece karşınızdaki insanın sizden ne istediğini ya da neyi beklediğini anlamış olursunuz. Nelerden mutlu olacaklarını bilirsiniz karşınızdaki insanların. Anlaşmazlıklar, sürtüşmeler, kavgalar, çekişmeler ortadan kalkar. Siz karşınızdakine bu gözle bakmayı becerebilirseniz aşılamayacak sorun kalmaz ortada. Çünkü bir müddet sonra sizin gözleriniz onun gözleri haline gelir. Tek gözden bakmaya başlarsınız. Olaylara ve sorunlara ‘bizim ‘ demeye başlarsınız, ‘Benim’ ve ‘Onun’ sorunları demek yerine. Bu da harika bir tatmin ve memnun olma durumu yaratır. Koşulsuz sevgi ve şefkati yaymaya başlarsınız. Her bir saniyeniz sevgiyle dopdolu geçmeye başlar. Böylece herkes ‘Biz’ olmanın tadını alabilir.

‘Siz’ yaptığınızda veya’ o’ yaptığında her ne oluyorsa ‘biz’ yaptığında neler yapılabilir? Gerçek bir mutluluk ve zenginliğe ulaşmaktır bana kalırsa bunun cevabı. Küçük hareketler halinde başlayan bu sevgi tohumlarının ekilmesi kat be kat artmaya başlar zamanla. Bütün dünyayı kaplar ve bunun kimseye –bizim etiketlememizle- kötü olabilecek bir getirisi olmaz.Salt sevgi ve mutluluk dolu bir dünyaya sahip olabiliriz. Ne dersiniz? Duyarlı olmaya başlayalım mı?

Sevgiyle kalın,

Sy

23 Mayıs 2012 Çarşamba

'Sefer tası'nızda neler var?


Ne iş yapıyor olursanız olun an gelir ki o iş bize keyif değil külfet olmaya başlar. Ayaklarımız geri geri gider sabah işe giderken. Ah ödeyecek evin kirası, çocuğun okul taksiti, apartman aidatı, elektrik, su doğal gaz faturalarımız olmasa ne hayallerimiz var gerçekleştirmek istediğimiz değil mi? Bir lokma, bir hırka olsa da kendi işimizi yapsak, kimsenin emir eri olmasak. Zaman zaman hepimizin aklından geçer bu düşünceler. Geçmez mi?

Kazanç odaklı yaşamak ve çalışmak zorunda olduğumuz  gerçeği var. Yaşam koşulları ve içinde bulunduğumuz dünya bunu gerektiriyor. Pazardan limon aldığınızda, kasaptan et aldığınızda para vermek yerine bahçenizdeki maydanozdan bir tutam koparıp ödemeyi yapamıyorsunuz çünkü. Zaman paranın zamanı, her yerde onun adı var. Sizde onu kazanmak durumundasınız.

İş yerinizde ego savaşları var. Alabildiğince tüm şiddeti ile sürmekte. Eğitim düzeylerinde farklılıklar var fakat yetersiz olan dahi sizden bir üst kademede görev yapmakta. Ailenizden alıştığınız ferah yaşam koşullarını devam ettirmek istiyorsunuz bu yüzden yokluğa tahammülünüz yok… Sahte gülüşler, sahte ilişkiler, kuyunuzu kazmalar, arkanızdan dedikodunuzu yapmalar, böyle bir dünyaya her sabah gidip gelmektesiniz. Bir yanınız kalk git derken öbür yanınız b.. yeme otur aşağıya demekte. Takılmayayım diyorsunuz ancak insanlık hali işte ne kadar duymazdan görmezden gelebilirsiniz ki bu yapılanları?

Eğer en başından beri harika bir iş yerinde, bakış açısı sizinkine yakın ve vizyonu olan birisiyle çalışıyorsanız ve çalışmanız takdir ediliyor ise; iş arkadaşlarınız tıpkı sizin gibi sadece işleri ile ilgilenen, yaratıcı ve üretken insanlar ise bir sorununuz yok. İş arkadaşlarınız dostlarınız olmuş ve birlikte harika işler çıkartıyorsanız ne mutlu size. Emeğinizin karşılığını vaktinde alıyorsanız ve içinizdeki çocuk her sabah keyifle güne başlayıp koşarcasına işinin başına gidiyorsa söylenecek lafınız veya şikâyet edecek olumsuz olaylarınız yok. Zaten böyle bir durumdayken şükretmeyip hala bir sorunum var derseniz Allah gözünüze bir çizik atıverir. “Katarağını kaldırayım da haline şükredebil” der sanki.

Geçindirmek durumunda olduğunuz eşiniz, çocuğunuz ve tüm faturalarınıza rağmen büyük bir cesaretle hayallerinizin peşinden koşmaya niyetlenirseniz bravo size. Etrafınızdaki tüm olumsuz ve negatif görüşlere rağmen yılmayıp kendi işinizin başına geçmek ve mutlu olmak istiyorsanız hiç durmayın derim. Alkışlarım sizi. Çünkü makam arabaları, süslü ve göz alıcı ofisler, iş hayatının dolapları sıktıysa sizi, dar geliyorlarsa boğmayın kendinizi, bırakın. Bırakın bütün bunları geride ve yeni işinizde hiç birini yanınıza almayın. Almayın diyorum çünkü bunları siz yanınızda getirmiştiniz işe başlarken. Size orada verilmedi bunlar, siz getirdiniz gelirken. Bu yüzden eğer bir değişiklik yaratmak istiyorsanız iş adresinizden ziyade zihniyetinizde değişim yapmanız gerekiyor bana kalırsa…

Yaptığınız iş ne olursa olsun yaratıcı yönünüzü kullanmadığınız ve otomatik olarak koşullu para kazanmaya yöneldiğiniz takdirde mutsuz olmanız doğaldır. İster çaycı olun ister CEO fark etmez. İşinizi sevgiyle ve keyifle yapın ki yaratıcı yönünüz ortaya çıkabilsin. Herkese koşulsuz sevgiyle yaklaşın ve egonuzu kaldırıp dolaba koyun ki etrafta gezinen diğer egolarla çarpışmasın. Bunları yapın ki sizin değişiminiz başkalarına örnek olsun. Sadece kendi işinizle ilgilenin, yargılayıcı ve yıkıcı eleştiriler yapmayın. Yapıcı ve çözüm sunan eleştirileriniz olsun. Siz mutlu olun ki aynadan size yansıyan mutluluk olsun. Sevgi, mutluluk ve olumlu frekanslar yayın ki size dönenler bunlar olsun. Ne ekerseniz onu biçersiniz. Mütevazı olun, empati yapın, az konuşun, çok bilin ancak sorulduğunda veya ihtiyaç duyulduğunda bildiğinizi ortaya koyun. Yetki devretmeyi, motivasyon vermeyi ve yönetmeyi bilin. Kimseyi kınamayın kimseyi şikayet etmeyin. Övgü için fırsat kollayın eleştirmek için değil. Etrafınızda her zaman sizden daha akıllı insanlar bulunmasına izin verin. Kısacası sefer tasınıza neler koyacağınıza kendiniz karar verin, bilinçaltınız değil... Hiçbir şeyi kişisel algılamayın ve unutmayın:

“ Yaşam onu şekillendiren düşüncelerimizden ibarettir.” Marcus Aurelius

Sevgiyle kalın,

Sy

22 Mayıs 2012 Salı

Arzulamanın sınırı yok ki! Var mı?


Ne çok şeyi arzularız hiç durup düşündünüz mü? Para, güç, araba, mutluluk, gençlik, aşk, dondurma, mevsimsiz erik, ev, bahçeli ev, akıllı ev, diploma, diri göğüsler, kırışıksız bir ten, çocuk sahibi olmak, seyahat etmek, patron olmak…

Hep bir şeylere sahip olmayı arzularız. Bunu yaparken ya hiç sahip olamadığımızı isteriz ya da elimizde var olandan fazlasını. Çoğu zaman ‘hep benim olsun, her şey benim olsun’ deriz. İsteklerimiz olmaya başladıkça gönlümüz başka bir arzuya kaymaya başlar. Elimizdekini bir başkasıyla değiştirmek isteriz yerine daha farklısını koymaya çabalarız. Çünkü tatmin olmuşuzdur. Ya da tatminsiz bir durumda dolanırız. Sonu gelmez sanki bu arzularımızın. Peki, gelmeli mi? Son bulmalı mı arzularımız?

Gözümüzün gördüğü ve odağımıza takılan her nesnenin ya da insanın sahip olduklarını arzulamaya başlarız. Genç bir kadın bir yuvayı sona erdirebilir farkına varmadan ya da genç bir erkek. Elde var olanı yenisiyle değiştirmek gelir içimizden. Ya da yoksa eğer bizde hemen bir tane edinivermek. Gıcır gıcır bir araba gördüğümüzde son sürat giden ‘bana da ‘ deriz otomatikman. Vitrinlerde bütün görkemiyle dizilmiş olan giysiler, aksesuarlar gözümüze girdiği anda alma dürtüsü oluşmaya başlar. Arzularımız kıpır kıpır dolaşırız sağda solda.

Önce bakarız ve görürüz. Odaklanırız ve algılarız baktığımızı. Deneriz giysileri, takıları, çantaları, arabaları; elimizle dokunuruz ve okşarız. Sonra sahip olma güdümüz harekete geçer. Düşünmeye başlarız ve sürekli bize ait olmasını isteriz baktığımızın, ellediğimizin. Böylece ‘ben bunu istiyorum’ düşüncesi yerleşir zihnimizin odalarına. ‘Ben’; ‘Sen’; ‘Siz’ oluşmaya başlar. Bana göre işte tam bu noktada yapılması gereken arzuladığımızın farkında olmaktır.

‘Bu arabaya mutlaka sahip olmalıyım’ düşüncesi zorlayıcı olmaya başladığı an bize haz verecek bir arzudan, ıstırap veren bir arzuya dönüşmeye başlar.  Arzuluyorum ve sahip olmalıyım birlikteliği işin içine zorlayıcı kalıplar olan ‘meli- malı’ları apar topar taşıyıp getirir ve zihnimizin kapısının içine, girişe yığmaya başlar. Adım atacak yerimiz kalmaz. Belki de yapmamız gereken arzularımızın altında yatanı bulmaktır, anlamaktır. Bana ‘ben’i yetersiz bulmak olarak gözüküyor bunun altında yatan.

Başkasının sahip olduğu güç, maddiyat, mevki eğer bende yoksa bunları arzulamaya başlıyorum çünkü bunlar bana yetersiz ve başarısız olduğumu gösteriyor. Karşımdaki kadın aşırı güzel ve bakımlıysa bende öyle olmayı arzuluyorum çünkü kendimi çirkin ve yaşlı hissediyorum. Karşımdaki insanın eşi son derece başarılı ve yakışıklıysa kendimi aciz hissediyorum çünkü beni almazdı eş olarak o adam. Böylece kendimi kısıtlamaya ve zorlamaya başlıyorum arzularımın dürtüsüyle. Bu duruma gelmemek için arzularımızı anlamaya çalışmalıyız, seçip yakıştırmadan önce, kendimizi arzuya mahkum etmeden önce. Kısacası farkında olmalıyız arzularımızın…

Neden daha fazla zengin olmak istiyoruz? Neden daha fazla mutlu olmak istiyoruz? Neden ünlü olmak istiyoruz? Neden daha fazla mükemmel olmak istiyoruz? Neden? Yalnız kalmaktan mı korkuyoruz? Başarısız olmaktan mı korkuyoruz? Sevilmemekten mi korkuyoruz? Kabul görmemekten mi korkuyoruz? Neden korkuyoruz?

Arzu duymak yaşadığımızın hayatta olduğumuzun göstergesidir ancak arzularımızı gerçekleştirebilmek için hayatla savaşarak ya da gerçekleştiremediğimiz takdirde kendimize kızarak ve öfkelenerek yaşamı vasatlaştırmanın da bir zorunluluk olduğunu sanmıyorum. Bırakalım arzularımız oluşsun ancak zorlamayalım;  izleyelim ve anlayalım neyi arzuladığımızı. Böylece arzumuzu çarpıtmamış ya da bastırmamış oluruz ve arzularımız bize yolu açar. Kontrol etmeye çalıştığımız ya da kalıplara soktuğumuz arzularımız değildir. Bastırdığımız ve yok etmeye çalıştığımız arzularımız değildir. Kendi kendimizi yok etmeye, bastırmaya, çarpıtmaya ve kalıplara sokmaya çalışıyoruz. Bu kadar basittir.

Arzuyla ve sevgiyle kalın,

Sy

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Ne olursa olsun kendimiz olmayı seçmek


Olduğumuzdan farklı görünmeye çabalamak biz insanların bilindik ortak özelliklerindendir. Hep bir şeyleri takip etmeyi veya taklit etmeyi kovalarız yaşam boyu.  Sürekli kendimizi reddetme içindeyizdir. Kim olduğumuzu, yeteneklerimizi, hayallerimizi hasıraltı ederiz. Oysa en güzel şey özgün olabilmektir bana göre. Yapabileceğinin en iyisini yapmaya ve olabileceğinin en iyisi olmaya çalışmak normal bir davranıştır ancak kendini kimseyle kıyaslamadan veya ‘kimse’ olmaya çabalamadan. Sadece kendine kendin olma iznini vermeyi bilmek gerekir diye düşünüyorum.

İnsanların iş başvuruları esnasında yaptıkları hatalara şahit olmuşluğum çoktur. Çalıştığım iş yerinde kendi kadrom için iş başvurularını değerlendirdiğim dönemlerde karşıma gelenlerin çoğu duymam gerekenleri söylemeye çabalarlardı. Kendi yeteneklerini ve eksiklerini bilmelerine rağmen bunları göz ardı edip benim beklentilerimi anlamaya çalışırlardı. Oysa yapmaları gereken dürüstçe neye yetip neye yetemeyeceklerini ortaya koymaktan ibaretti. Belki açık olan pozisyondan ziyade daha farklı bir yere yönlendirilme ve kendilerini ortaya koyabilmek fırsatları olabilirdi o zaman. Bu işe uygun olup olmadıklarını kendilerine sormaları ve ona göre başvurularda bulunmaları gerekirdi. Böylece çalıştıkları süre içinde severek ve yaratarak iş görmeleri mümkün olurdu.

Günümüz koşullarında ekmek aslanın ağzında modunda hareket ettiğimiz için herkes bulabildiği işe balıklama atlıyor. Kaldı ki iş bulabilmek başlı başına bir sorun zaten. Sorun diyorum çünkü birçoğumuz mutlu ve yaratıcı olabileceği bir işte çalışmaktansa karnını doyurup faturalarını ödeyebileceği işlerde çalışmakta. Hal böyle olunca kimse gerçekte ait olduğu yerde değil, olması gereken yerde ve başkasının işini sahiplenmiş oluyor. Mühendis şoförlük yapıyor, ekonomist halkla ilişkilerde çalışıyor, pazarlamacı muhasebecilik yapıyor, öğretmen pazarcılık yapıyor; herkes herkesin işini yapıyor ancak kendi işini değil. Ekonomi ve şartlar bunu zorunlu kılıyor. Böylece zorunlu para kazanma şekline dönüşen iş hayatı, yaratıcılıktan uzak büyük bir monotonluk denizinde savrulup duruyor. Yaşam için araç olması gereken para, amaç haline dönüşüyor. Oysa iş hayatı bizim yaşantımızın önemli evrelerinden birini oluşturuyor.

Ben buna iş hayatı demek istemiyorum aslında. Bu benim için yaratıcılık sürecinin gelişme bölümü. Doğduğumuz andan itibaren bize bahşedilenlerle yaratıcı olduğumuzun bilinciyle dünyaya geliyoruz. Zaman içinde çeşitli vesilelerle bu yaratıcılığımız sönükleştirilse de bizim bunu parlatıp cilalayacağımız bir fırsattır bu gelişme süreci. Her ne kadar iç sesimiz zaman zaman susturulmuş olsa da içimizde bir yerlerde o sesi duyabiliriz. Yeteneklerimizi biliriz. Hayallerimizi hissedebiliriz. Sınırlarımız çizildi diye onları yaşamak zorunda olmadığımızı biliriz. İçimizdeki gücü nasıl uyandıracağımızı biliriz. Her birimiz birer varlığız ve özeliz. Hatalarımızla, yeteneklerimizle, sınırlarımızla, yaratıcılığımızla, korkularımızla kısacası her şeyimizle biz kendimiz özeliz, kendimizle bir bütünüz. Bu bütünü başkasına dönüştürmeye çalışmak niye?

Kendi kişiliğimizi keşfetmek olmalı amacımız. Mesaimizi başkalarının ne yaptığı ve nasıl yaptığı ile harcamak yerine kendimizi keşfetmeye yöneltmeliyiz. Mutluluğa ulaşmak için para kazanmaya çabalamak yerine, mutluluğun bir yol olduğunu anlamak gerekir. Paranın bu yolda sadece bir ‘ araç ‘ olabileceğini görmek gerekir; amaç değil. Yargısız, sınırsız, kalıpların dışına çıkarak çıplak gözle görmemiz lazım kendimizi; alabildiğine dürüstçe… Kendimiz olmalıyız her ne olabiliyorsak…

Sevgiyle kalın,

Sy


16 Mayıs 2012 Çarşamba

Ne iş yapsam acaba?


Bir insanın hayatında hangi işi yapacağını seçmesi kaçınılmaz bir olaydır. Eninde sonunda bir işi yapmakta karar kılmak gerekir.  İş seçimini yapmak, büyümenin önümüze getirip koyduğu yığınlar arasından dikkatlice seçip, alıp çözümlememiz ve hayatımıza uygulamamız gerekenler arasında yer alır. Hayatımız boyunca aynı işi yapmasak bile, seçtiğimiz işin içinde bulunduğumuz süre zarfında, o işle sevgi ve istek dolu birlikteliğimiz olması gerekir. Gerekir çünkü ancak o zaman yaratıcı olabiliriz.

Yaşamak için çalışmak zorunda olduğumuz bir gerçektir. Karnımızı doyurmak zorundayız öyle değil mi? Üretken ve yaratıcı olmanın bilinci ve farkındalığıyla iş yaptığımız zaman karnımızı doyurmanın ötesinde bazı yararlar da sağlarız; hem kendimize hem toplumun bütününe.  Güç ve mevki kazanmaya çalışıp hırslanmaktan ve kendimizi yıpratmaktan ziyade basit şekliyle bütüne ve kendimize fayda sağlamayı amaçlamak bana daha başarılı ve görkemli bir seçim olarak gözüküyor. Sizi bilemem…

Bana göre burnumuza dayatılan ve başkalarının önerisi ile mecburi seçtiğimiz bir işte olmaktansa, öz irademiz ile seçeceğimiz ve seveceğimiz bir işte kendimiz için doğru cevapları bulacağımız kesindir. Hangi doğru cevaplardan bahsediyorsun derseniz eğer, hırstan ve öfke dolu bir rekabetten uzak mutlu ve yaratıcı olabileceğimiz ve kendimizi bütünüyle ortaya çıkartabileceğimiz bir aşamada, doğru işi seçebilme özgürlüğünden bahsediyorum derim. Aldığımız eğitim, ailemizin baskısı ve toplumun yaşam şekilleri elbette ki her birimizin önüne birkaç kez gelmiştir iş seçimi aşamalarında. Bu gelenler, içinde bulunduğumuz baskının farklı bir tezahürüdür. Kısacası her ne yapıyor olursak olalım, yaptığımızı seviyor ve hoşlanıyor olmamız önemlidir.

Geçim zorluğu, yaşamın zorluğu, hayatın cilveleri, iş dünyasının karmaşası ve istikrarsızlığı gibi ifadeleri çoğaltmak mümkün. Her gerekli olan ihtiyacımızı düşünüp –zor - olarak nitelendirirsek hem yaşamı ve anlamını kaçırırız, hem de yaratıcılığımızın önünü kesmiş oluruz. Bir toplum içinde yer almak, alma ve verme döngüsünü yaratır. Bu döngü de bir açıdan ilişkilerimizi şekillendirir. Bunun içinde yitip gitmemek için, neyi ne kadar alacağınızdan ziyade; neyi vereceğinizi bilmeniz daha önemlidir. İhtiyaç ve ilişkilerinizde tamamen kendi özgür iradeniz ile karar alıyor ve uyguluyorsanız kimseye bağımlı olmadan seçimlerinizi yapıyorsunuz demektir. O zaman baktığınızda göreceğiniz şey sevdiğiniz bir işte çalışmakta olduğunuzdur. Tabii ki bu benim bakış açım…

Okuldan mezun olup iş hayatına atılacak olan gençlerimizin kafaları karışık oluyor. Sözde almış oldukları eğitimin çarpık ve oturmamış yanları ile yüzleşmeye başlıyorlar. Diplomayı almak, işe girmek, para kazanmak, başarılı olmak, işinde yükselmek, kariyerini doğru planlamak gibi yığınlarca öbekler beliriveriyor karşılarında. Hayat bu haydi buyurun bakalım deniyor o pırıl pırıl yüreklere. Bu arada bunların yanı sıra dünyanın sorunlarını da yakından tatmaya başlıyorlar. Kadın- erkek sorunları, savaşlar, hırslar, kariyer uğruna yapılanlar; kısacası her şeyle yüz yüze geliyorlar. Kıyaslama, yargılama, rekabet denen kelimelerin dünyaya hâkim olduğunu gözlemliyorlar. Fazlasıyla şok edici oluyor bana kalırsa. Okul sıralarında alacakları eğitimin onları hayata hazırlaması gerekiyor. Not uğruna ve sınıf geçme uğruna yapılan bir eğitim bu yüzden benim için sözde eğitim olarak kalıyor.

Başarısızlık korkusu, iş bulamama korkusu gibi hiç hesapta olmayan kavramlar onları sarıp sarmalamaya başlıyor. “Ne iş yapacağım ben şimdi?” sorusu gece gündüz zihinlerini ablukaya alıyor. Yatıyorlar, kalkıyorlar, konuşuyorlar, dinliyorlar, bir o yana dönüyorlar, bir bu yana; gene de kararsız kalıyorlar. Cevabı bulamıyorlar, arıyorlar, arıyorlar… Ürkek ve çekingen bir bekleyiş başlıyor…

İlk iş hayatına atıldığımda mecburiyetten olduğu için bir seçim şansım olmamıştı. Sonrasında da değişiklik yapma cesaretim olmadı. Aradan geçen yıllar boyunca emekli oldum. Uzun bir zaman önce yaptığım işi sevmeyi bırakmıştım. Emeklilik sonrasında bir boşluk geldi. Şimdi ise ne yapmam gerektiğini ve neyi sevdiğimi anladım. Ben de yapıyorum. Mutluyum. 49 yaşındayım. Bunu hissedebilmek için gençlerin 49 yaşına kadar beklemeleri gerekmiyor.

Hayatın basit bir cevabı var mı? Hayatın bir sonucu var mı? Hayatın belli bir yaşama modeli var mı? Bu soruların cevabı benim için yok. Artık öğrendim. Biliyorum ki nefes aldığım her dakika hayat değişiyor, ben değişiyorum. Değişiyorum çünkü yaşam değişiyor. Oluşturuyorum, yaşıyorum. Kendimi ve sevgiyi keşfediyorum ve kendime bir dünya oluşturuyorum, bütünün hayrına faydalı olmaya çalışıyorum.

Bu duygu ve düşüncelerimi kendi oğluma aktarıyorum. Elimden geldiğince seçimlerinde özgür iradenin önemini ortaya koymaya gayret ediyorum.  Bu konu hakkında ara ara yazmaya devam edeceğim çünkü gerçekten önemli. Hayat yolunda korkusuzca kimseye bel bağlamadan ilerleyen gençler doğru yolu bulacaklardır. O zaman toplumun yolu da açılacaktır. Birçok şey çözümlenecektir. Oğlumun ve tüm gençlerin yolu açık olsun.

Sevgiyle kalın,

Sy

13 Mayıs 2012 Pazar

Sabah kahvaltısının ardından


Güzel bir sabahtı. Gerçi benim için fazla koşturmaca oldu sabah 07.00 itibarı ile. Değdi doğrusu! Güzel bir aile kahvaltısı oldu. Herkes kendisine ne dokunuyorsa onu yemeğe çalıştı. Özel bir gün olduğu için kimse kimseye uyarıda bulunmadı. Herkes gönlünce tıkındı ve mutlu oldu…

Hep sevmişimdir kocaman kurulmuş alabildiğine uzun aile sofralarını ve masa başı sohbetlerini. Bana eski Yeşilçam filmlerindeki konakları hatırlatır. Kurulmuş sofralar ve özenle giyinmiş insanlar ve mutlu sohbetler. Sanki tarihi bir filmin karesindeydim bu sabah.

Canım annem masanın başına kuruldu ve tabağına sucuktan yumurtaya ne varsa tepeleme doldurdu. Annem yusyuvarlaktır benim. Kat kat göbeği vardır ve kolları yumak yumaktır. Yerken o kadar mutlu olur ki! Uzun senelerdir kiloları ile başı dertte olduğu için doktorlar birçok yasak koydular ama nafile. Anneme sorarsanız ‘su içse yarıyor’ ondan oluyor. Ayrıca doktorların da fazla bildiği bir şey yok çünkü onları dinlerse ‘asıl o zaman ölürmüş’ benim annem. Yemezse ölür anlayacağınız…

Yeğenim ‘nine ne kadar çok sucuk yedin sana dokunuyor bırak o parçayı’ deme gafletinde bulundu. “Karışma bana bakiim, sen önündekileri ye” diye buyurdu annem. “Biz eskiden izin almadan konuşmazdık sofrada” diye devam etti. Yeğenim “Niye nine, siz kahvaltınızı nerede ederdiniz ki?” dedi. “ Senin dilin fazla uzadı sus bakalım” dedi tombul nine. “ Madem konuşacaksın sucuğun soğumasın bari ver bakalım onu bana” dedi ve yeğenimin tabağındaki sucuğu da aldı ve ekmek arasında şöyle bir gördük o parçayı. Saniyede yok olmuştu.

Gülüşerek ve her kafadan bir ses çıkarak kahvaltımızı yaptık. Sıra kahvelere gelince annem ‘bak kızım benimki bol şekerli olsun’ diye buyurdu. “Bu konuşan ben değilim egom” dedi ve bana bir göz kırptı. “Uzun zamandır egomu susturmuştum ama nedense sucuğa ve şekere çok düşkün, yapacak bir şey yok” diye ilave ederek inanılmaz şen bir kahkaha attı. Kahvesini tam da istediği gibi yaptım. Kedilerim annemin ayakları dibine yerleştiler. Annem hiçbir hayvana el sürmezdi ve biz büyürken etrafımızda hiç hayvanımız olmamıştı. Sokaktakilere dokunmakta hijyen açısından doğru değildi. Annem yere eğildi ve Bobo’yu kucağına aldı. “ Ninem sen ne tatlısın” dedi ve onu okşarken gözlerini dinlendirmeye geçti.

Tarçınla oğlumun ve yeğenimin bahçedeki koşturmacaları fazla gürültülü olunca gözlerini açtı ‘ kızım sen bu sabiyi bütün hafta ders çalışsın diye hiç nefes aldırmıyorsun, bak garibime nasıl da mutlu oldu. Şu çocuğu rahat bırak biraz’ diye kardeşimi hafif yollu azarladıktan sonra bana döndü: “ Nasıl ama egoyu öğrendim, hijyeni çöpe attım, kardeşini azarladım, yasak olan her şeyi yedim, kahvemi de içtim sırada ne var kızım?” dedi. “ Aslına bakarsan son günlerde aldığım eğitim” diye söze başlayacak oldum; “ of be kızım nutuk çek demedim tatlı olarak ne var” diye lafı ağzıma tıkadı. “Ninem az sonra patlayacak!” diye yeğenim ve oğlum kahkahalar atarken ben bir dilim kek getirmeye mutfağa seğirttim. “ Çayı unutma” diye seslendi arkamdan.

Annem giderken ‘ hayatımın en güzel kahvaltısıydı teşekkür ederim kızım ellerine sağlık, ayrıca seninle gurur duyuyorum’ dedi. Çok duygulandım. Oğlum ‘ saçmalama anne bu teşekkür sana değil anneannem sucuk ve sosislere söyledi’ diye gülerek bana sarıldı. Annemse ‘ sus sen bakayım kızımla gurur duyuyorum. Bu kısmı onaydı, tabii ki diğer kısım yemeklere aitti’ diyerekten torunlarına sarıldı ve arabaya doğru ilerledi. 
Ailemi seviyorum…

Sevgiyle kalın,

Sy

11 Mayıs 2012 Cuma

Büyüyen bitkiler, tohumun öyküsü ve çocuklar


Geçen gün yeğenimin Türkçe performans ödevine yardımcı olmuştum ve tohumun öyküsü için bazı yazılar indirmiştik internetten. Sonra da resimlerle süsledik ve teslim ettik. Duyduğuma göre sunumu da çok başarılı geçmiş. Yeğenim hayatının doğma aşamasını tamamladı ve büyüme aşamalarını sürüyor. Okul hayatı uzun seneler daha sürecek. Yolu açık olsun.

Oğlumun hayatında ise yeni bir evre başlıyor. Doğdu, büyüdü ve okul sıralarından kopma vakti geldi. İş hayatına atılacak. Kararsız, çekingen, ürkek ancak dimdik duruyor ve her şeyi biliyor gözükmeye gayret ediyor. Onun bu haline baktıkça yeğenimin ödevi için bilgisayarımdaki bir yazı geldi aklıma ve sizlerle paylaşmak istedim:

“Yeni bir çam ağacı ancak bir çam tohumundan oluşur. Toprakla buluşan tohum, toprak içindeki nemi soğurur ve yavaş yavaş şişmeye başlar. Eğer tohum uygun bir sıcaklıkla yeterli ölçüde oksijen elde edebilecek durumdaysa büyümeye başlar. Şişmiş haldeki tohum bir süre sonra yarılır ve bir uç verir. Bu uç, kök biçiminde toprağın içine doğru yayılarak gittikçe büyür. Kökün büyümesi, yer çekimi nedeniyle toprağın derinliklerine doğru olur. Büyümekte olan kökler, bir süre sonra tohumdan filizlenmiş olan körpe fidanın toprağa sıkıca bağlanmasını sağlar. Tohumdan, kökler dışında bir başka sürgün daha çıkar ve büyüyerek ağaç gövdesi biçimine dönüşür. Bu sürgün, köklerden farklı olarak yukarı doğru büyür. Gittikçe büyüyerek zamanla yaprak açar.”
( http://www.frmartuklu.net)

Yaklaşık yedi senedir bahçeli bir evde oturuyorum. Gözlemlediklerime göre toprağı ektiğimizde başarılı sonuçlar almak için birçok faktör vardır. Mevsiminde yapılmalı, toprağın cinsi uygun olmalı, yaşadığımız yerin iklim şartlarını gözden geçirmeli, gerektiği kadar su vermeli, sınırsız şefkat ve sevgi sunulmalıdır.

Çocuklarımız da böyledir. Yetiştirirken her şeyi dozunda ve kararında vermeli ve sonra büyümesine tanık olmayı bilmeliyiz. Yapabiliyor muyuz peki? Kendi adıma cevap vermem gerekir ise son altı senedir yapmaya gayret ediyorum, elimden geldiğince.Aşırı korumacı, yeri geldikçe boğucu, sarıp sarmalayıcı, eleştirici ve yargılayıcı kimliği bırakmaya karar verdiğim günden beri ilişkimiz çok daha farklılaştı diyebilirim. Daha özgün bir beraberliğimiz var. Mümkün olduğunca yol gösterici ve tanık olma gayretim sürüyor.

Doğdukları andan itibaren pamuklara sardığımız ve her ihtiyaçlarını giderdiğimiz çocuklarımızın öğrenci kimliği sona erer ermez 'haydi git ve yaşa ' demeye başlıyoruz. Oysa onlar kozadan çıkmayı bile henüz becerememiş bir durumdalar. Çocuklarımızın kendilerine yetecek güven duygularını oluşturmayı becerdiğimizi sanıyoruz biz ebeveynler. Ancak uygulama zamanı geldiğinde birçoğu ne yapacağını bilmez halde oluyorlar. Çünkü zamanı gelmiş oluyor, tasarı aşamasından çıkmış oluyor hayat ve hayaller. İşte en çok yardım ve desteğe ‘ belli bir süre için olmak kaydıyla ‘ en çok ihtiyaç duydukları evre bu evre oluyor galiba.

Çünkü artık çocuk değiller. Değişip büyüyorlar ve hayat onlar için şekillenmeyi bekliyor. Hayatı nasıl çizip, şekil verip yaşayacakları konusunda destek bekliyorlar bizlerden. Bunu açıkça dile getirmiyorlar. Burunları dik, bilgileri sonsuz ve ne yapacaklarını bilen görüntüleri altında aslında konuşulmaya ve anlaşılmaya ihtiyaç duydukları bir dönem bu.  Bu yüzden ‘ben bilirim ya da ben sana dememiş miydim’ kalıplarının bir kenara bırakılma vaktidir. Onlara karşı tüm samimiyet ve dürüstlükle yaklaşılma ve cesaretlendirilme döneminin başladığını görmek gerekmektedir. Galiba en önemlisi de bir aileye sahip olduklarını ve yalnız olmadıklarını hissettirme zamanıdır bu zamanlar.

Hayallerini kurdukları hayat aslında onların yaşayacağı hayatlarının provasıdır bir bakıma. Gençlik, hayallerin havalarda uçuştuğu bir dönemdir. İleride tadacakları yaşam sorunlarının arasına salıvermeden önce kendilerini bu en doğal haklarıdır; huzurla hayal kurmak. Bu onların gelişimlerinin de bir parçasıdır. Onlar büyümek için bir dönüşüm aşamasındalar. Yapabileceğimiz şey nazikçe kendimizi ortaya koymak ve koşulsuz sevgi, destek sunmaktan ibarettir.

Ebeveynlik asla emekliye ayrılacağınız bir meslek dalı değil. Bunu çok iyi anladım.

Sevgiyle kalın

Sy

10 Mayıs 2012 Perşembe

Nefretin tam ortasından geçebilmek

Bu sabah bir dostumla beraberdim. Uzun zamandır görmemiştim kendisini. Onu özlemiş olmanın kıpır kıpır heyecanı ile koştum randevu yerimize. Bakındım etrafa, en dipte bir masa seçmişti. Yarı karanlıktı masanın bulunduğu yer. Ben ise bu sabah dışarıda oturup ruhumu eyleme havasındaydım.  Hayırlısı diyerek ilerledim ve sarıldım ‘çok özledim’ dedim.  Ben de dedi kuru kuruya. Şaşırdım ama bozuntuya vermedim. Kahvaltı siparişimi cıvıl cıvıl garsona söylerken yan gözle beni izliyordu. “Madem bu kadar hoşuna gitti sipariş vermek benim için de sen sipariş ver” dedi. Bir sigara yaktı. Ben siparişleri verdim, bir bardak su doldurdum, içtim ve bekleyişe geçtim.

Sigarasını içmeye devam etti. O sırada kahvaltılarımız geldi. Hemen keyifle yemeğe başladım, acıkmıştım. O ise şöyle bir didikledi ve ‘hayatımdan nefret ediyorum’ dedi. Beklemeye devam ettim. Bir saate yakın nefretini anlattı. Arada başımı salladım, sorduğu soruları geçiştirdim. Geçiştirdim çünkü nefretinin altındakini bulmaya çalışıyordum. Minik sorularla dokundum sohbete ara sıra. Bulmuştum ne olduğunu;  ancak önemli olan benim bulmam değil onun kendi sorunlarını fark etmesi ve yüzleşmesiydi. Bu sefer de sessizce başımı sallamaya devam ederken sorununu görmesine nasıl yardımcı olabilirim diye düşünmeye başladım.

Aniden durakladım ve fark ettim. Aslında ne sorunu olduğunu biliyordu, yüzleşmeye hazırdı. Sadece bunu yaparken bir destek istiyordu yanında. Onu yargılamayacak veya kendi düşüncelerini empoze etmeyecek birine ihtiyacı vardı. İhtiyaç duyduğu tek şey çözümlemelerini yaparken kesintisiz dinlenmekti, eleştirilmeden. Ben de bu isteğine saygı duydum ve dostuma elimden geldiği kadar iyi bir dinleyici oldum. O konuşup kendinle yüzleştikçe rahatladı. Ben ise o sorunlarınla yüzleşirken arada kendi kırık dökük duygu kırıntılarımın farkına vardım ve onları çözümledim. Dolayısıyla kahvaltı her ikimize de çok iyi geldi. Birbirimize sarıldık ve en kısa zamanda tekrar görüşmek üzere sözleştik.

Kin duyarak yaşamak acı dolu bir yolculuktur. Bu duygu kin duymaya neden olan her ne ise ondan daha fazla acıtır canımızı içimizde tuttuğumuz sürece. Sonuçta bizi yavaş yavaş kemirirken farkına varmadan yitip gitmeye bir adım daha yaklaşırız. Aslında nefret etmeye hakkımız vardır çünkü bu duygu önemli bir nedenden dolayı ortaya çıkar. Boşuna değildir, bize ruhumuza doğru bir yolu işaret eder. Yoğun hissedilen bir öfke, bir kızgınlık nefreti besleyen büyüten duygulardır. Fark etmek gerekir.

Nefret etmek insanın dengesini bozar. Yalnız bir anlamda da iyi olabilir aslında. Böylece içimizi kemiren ve farkında olmadığımız bir sorunumuzla yüzleşmemiz mümkün olabilir. Tabii ki bunun olmasına izin verebilirsek. Bunu yapabilmek için nefret duygumuzun içine bodoslama dalmak ve tam içinden geçmek gerekir. Fırtınaya, sağanağa aldırmaksızın ortasına atlamaktan ibarettir olay. Cesur olmak ve kendimizle yüzleşmeyi göze almak ise bunu daha da kolaylaştıracaktır bizim için.

İnsanın nefretinle cesurca yüzleşmesine tanık olabildiğim için dostuma sonsuz teşekkürlerimle,

Sy

6 Mayıs 2012 Pazar

Aşk, sevgi ve ilişkiler üzerine


Çocukluğumdan hatırladığım şeyler arasında mutlu evlilik, harika ilişki diyebileceğim anılar yok hafızamda. Ebeveynlerimin ki pek mutlu bir evlilik sayılmazdı. Bu yüzden etrafımdaki her evliliği-mutlu evlilik işte budur- diye seyrederdim. Büyüdükçe benim tanık olduğum o mutlu anların bir de dört duvar arasında baş başa kaldıkları zaman izlenmesi ve sonra karar verilmesi gerektiğini keşfettim. Acıttı bu keşif. Acıttı ama gözümü de açtı, daldım araştırmalara…

Büyüdüm kendi aşkımın ve evliliğimin çok öncesinde gene daldım hayallere. Nasıl bir evlilik, birliktelik, beraberlik, ilişki sürdürülmeliydi ki bireylerin her biri ayrı ayrı hem de birlikte mutlu olabilsinler? Zamanla etrafımda şahit olduklarıma baka baka anladım ki plan ve program çerçevesinde olması ihtimal dâhilinde değil. Yaşam gelişiyor, sen gelişiyorsun, ilişkiler gelişiyor; yön değişiyor, yol değişiyor. Planlanan ile gerçekleşen pek de tutarlı olmuyor. Aşk güzel bir şey ama Nasreddin Hoca’nın da dediği gibi : “ Ya tutarsa”

Harika bir evliliğim var. Yirmi yedi yıldır devam ediyor sevgimiz. Artarak, katlanarak, çoğalarak her geçen gün daha mutlu daha keyifli süregelen bir ilişkim, birlikteliğim, beraberliğim, evliliğim var. Sevginin yanı sıra müthiş saygı duyarız birbirimize. Düşünceliyiz, korumacıyız. Eğlenceliyiz, meraklıyız, araştırmacıyız. Ancak asla zorlayıcı ve hükmedici olmadık. Sevgi ve saygının uyumunu kullandık yaşantımızda. İyi geldi…

Biz salt sevdik birbirimizi. Altında başka hiçbir sebep yoktu. Tek istediğimiz birlikte olmaktı. Birbirimizden beklediğimiz veya karşılığını almak istediğimiz hiçbir şey yoktu aramızdaki bağda. Birbirimizin eksiklerini olması gerektiği gibi giderdik birçok konuda ama bu birimizi diğerine karşı üstün duruma asla sokmadı. Tamamlamaya çalışmadık birbirimizi, her birimiz birey olmaya devam ettik ilişkinin içinde. İkimizi bir araya getirip -hah işte şimdi tamamız-demek birimizden birinin var olmadığı anlamına gelirdi bizim için. İkimizde bunu gördük ve birbirimizin varlığına saygı duyduk…

En başından beri neysek oyduk. Farklı davranmadık veya farklı tanıtma gayreti içinde olmadık kendimizi. Olduğumuz gibi davrandık, dürüst ve açık. Yalana yer yoktu bu birliktelikte, gizliliğe hiç yer yoktu. Ne yapmak istediysek özgürce ortaya koyduk kendimizi. Güven o kadar sağlam bir temele oturdu ki bizim ilişkimizde bazen etrafımızdakiler tarafından eleştirildik. “Millet babasına bile güvenmezken sen bu adama nasıl bu kadar güvenirsin?” diye soran çok kişi oldu. Ona güvendim çünkü ben kendime güveniyordum. Ta en başından beri…

Yapmak istediklerimizi, hayallerimizi oluşturduk kâh bireysel kâh birlikte; imkânlarımız elverdiğince, zorlamadan. Bireysel fedakârlıklarda da bulunduk, birlikte fedakârlık ta yaptık yeri gelince. Bunların hiç biri aramızda soruna yol açmadı ya da güç gösterisine. Birbirimizi kalıplara sokmaya çalışmadık, başkalarına benzetmeye çalışmadık, birbirimizin kopyası olmaya ise hiç çalışmadık. Özgün kalmaya çalıştık sadece…

İkimiz birbirimizi severken farkında olmadan kendimizi de sevmişiz aslında. Farkında olmadan diyorum çünkü ilk başlarda bu bilinç ve anlayış düzeyinde değildim.  Zamanla olgunlaşıp da kendimizi sevdiğimizin farkına varınca daha da büyüdü aramızdaki aşk. Sağlamlaştı, temelleri sımsıkı geçti yerin en altına kadar uzandı sevgimizin kolları. Başkalarının söyledikleri veya yaptıkları bizi hiçbir zaman yıkamadı, ilişkimizi sarsamadı. Birbirimize alıştık ve birbirimizi öğrendik. Hala da öğreniyoruz, keşfediyoruz. Sevgiyi ve saygıyı geliştiriyoruz. Biz kendi işimize baktık her zaman…

Evlilik aşkı öldürür mü? Evlilik zamanla monotonlaşır mı? Bu sorulara benim bakış açım şu: “ Nasıl istiyorsanız öyle olur. Gerçek sevgi ve aşkla başlayan bir evliliği sit com yapmakta sizin elinizde, belgeselde. Her şeyde bir ayna vazifesi gördüğümüzü, düşünüp oluşturduğumuzu, yarattığımızı ve seçtiğimizi yaşadığımızı düşünürsek eğer…”

Sevgi ve saygıyla kalın,

Sy

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Bazı şeyler, Her şey, Hiçbir şey, Her birimiz…


Her şeyde geçerli olanı arayıp duruyoruz. Denge peşindeyiz. Mantık ve kalp arasında bir hat var ki çalışan gece gündüz hiç durmuyor...

Her şeyi kontrol altına almaya çalışıyoruz. Hissetmeye çalışıyoruz, anlamaya çalışıyoruz, görmeye çalışıyoruz ve bir yandan da aralıksız düşünüyoruz. Nasıl yapmalı, ne etmeli, nereye kadar gitmeli, nerede durmalı; çalışıyoruz ruhen ve bedenen…

Her birimiz acıyı tatmışızdır. Hepimizin acıları bir numaradır. İnişlerimiz olmuştur paldır küldür. Çıkışlarımız olmuştur yavaş yavaş ya da koşar adım. Hatalarımızı fark edene kadar aynı hatalar içinde sıkışıp kalmışızdır. Tekrar tekrar yaşamışızdır aynı kısır döngüleri bir kafes içindeymişçesine.  İş sorunları, geçim sorunları, aşk meşk sorunları, sağlık sorunları derken ne kendimize vakit ayırmayı becerebilmişizdir ne de sevdiklerimize. Ne zaman acılar içinde birini görsek hemen kendi acılarımıza sarılmışızdır sıkı sıkıya. Karşımızdakinin acısını ezip geçmek ve kendi acımızı yüceltmek için elimizden geleni ardımıza koymamışızdır. Niyeyse…

Sonrasında aniden bastıran yağmur gibi bir tükenmişlik çöker üzerimize. Bitkin, bıkkın dolanıp dururuz sağda solda. Sonrasında ufaktan bir boşluk gelir, yerleşir hayatımıza. Daha fazla sevmeye, daha fazla çalışmaya, daha fazla düşünceli olmaya, daha fazla yararlı olmaya çabalarız. Ama nafiledir boşluk oradadır…

Ok yaydan çıkmıştır bir kere. Çalıntı ve taklit bir yaşam sürmekte olduğumuzu fark ederiz aniden. Eğer duygularımızı ve kendimizi okumayı başarabilirsek tabii ki…

Kızgınlık bulutları kaplar gökyüzünü. Öfke şimşekleri çakar gözlerimizde. “Bunun sorumlusu kim?” diye avazımız çıktığı kadar haykırırız aynada bize bakmakta olan yabancı yüze. Sağdan soldan kulağımıza çalınan cevapları duymayız, dinlemeyiz. Her şeyden ve herkesten nefret ederiz artık. İşimize geldiği gibi konuşuruz sadece. Ne dediğimizi duymadan öylesine otomatiğe bağlarız çenemizi. İlkinden daha büyük, daha kocaman bir boşluğun içine yuvarlanırız. Kafamızı gözümüzü çarpa çarpa ineriz en dibe.  Ve bırakırız kendimizi her ne oluyorsa ona…

Yavaş yavaş açarız gözlerimizi. Nefes alıp veririz. “Neden buradayım?” deriz inlercesine."Bunun olması için işte” diye cevaplarız aynı tonda kendimizi. “Nefes almak, hayatı tanımak, yaşamı test etmek” için diye ekleriz soluğumuz kesilircesine. “Kalk ayağa, kalk; nasıl düştüysen öyle kalk” deriz ve bir şekilde çıkarız o boşluktan. Kim olduğumuzun, ne yaptığımızın, nerede olduğumuzun, neler yapabileceğimizin ağır ağır farkına vararak…

Sonuçta ne mi olur? Herhangi biri olmak yerine kendimiz olmayı seçeriz. Başarı kazanmak ve gelir elde etmek yerine sağlıklı, mutlu olmayı seçeriz. Suçluluk ve sorumluluk duymak yerine gerektiği kadar OLmayı seçeriz. Sığ sularda debelenmek yerine derin sularda yüzmeyi seçeriz. Her zaman mutlu olmak için direnmek yerine ara sıra da olsa elimizde o an olanla yetinip o an’ da ki mutluluğu yaşamayı seçeriz. Gerçeklerle hayallerimizin; duygularımızla düşüncelerimizin aynı frekansta olmalarını seçeriz. Başkalarının sorumluluğunu almak yerine kendi eylemlerimizin ve düşüncelerimizin yarattıklarının sorumluluğunu almayı seçeriz. Düşünürüz, yaratırız ve seçeriz. Ya da orada kalmayı seçeriz. Seçer miyiz? Kim bilir....

“Sevgililer birbirlerinden çok aralarındakini kucaklar” der Halil Cibran. Ben de önce kendimi kucaklarım, sonra içimi, özümü, ruhumu kucaklarım sonra severim. Alabildiğine severim kendimi, ruhumu ve aramızdakini…

Sevgiyle kalın,

Sy

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Teslim olmak önemlidir


Değişim yaratmaya çalışırken öğrendiğim en önemli ilkelerden bir tanesi de buydu. Teslim olmak kulağa sevimsiz gelse de oldukça başarılı bir yöntem. Gerçekten işe yarıyor. Ayrıca insan kendini ezik büzük de hissetmiyor. Tam tersine ne yaptığını bilmenin bir olgunluğu ve soğukkanlılığı yerleşiyor insana. Bakış açısı şekilleniyor ve devamı gerçekten de geliyor. Kendiliğinden…

Aslında basit bir yöntem, oldukça basit hem de. Temelinde kabullenme ve bırakma kelimelerini barındıran bir cümle bu teslim olmak. Mecazi anlamda bakarsak eğer; silahlarımızı bir kenara koymaya ve sükûnet içinde düşünmeye davet ediyor bizi bu cümle. Bir kişi ya da bir olay tarafından köşeye sıkıştırıldığınızda, teslim olduğunuz takdirde; karşınızdaki insanı ya da içinde bulunduğunuz olayı pasifize etmiş oluyorsunuz. Kulağa okurken bile inanılmaz geldiğinin farkındayım. Ancak doğru, deneyimledim ben bunu.

Her türlü sorunla baş etmeden önce o sorunun içinde kontrol edebileceğiniz ya da edemeyeceğiniz hangi olgular vardır bunları görmeye çalışın. Her şeyden önce bunları bir masaya yatırın ve ayıklayın. Daha sonra davranışlarınıza etki eden düşüncelerinizin kaçta kaçı size ait onların farkına varın. Böylece kontrol edebileceğiniz sorunlar ve olaylar yumağı ile baş etmeniz daha da kolaylaşır. Otomatik tepki vermeyin. Ayıklayın, nefes alın, içinize dönün, düşünün ve dinleyin gelen cevapları. Sanki çok zaman alır gibi duruyor değil mi? Hayır, almıyor. Deneyin…

Hayatta her şey bizim için; yaşamak, barış, savaş, sevgi, acı, rekabet, kıskançlık, ölüm, üzüntü, sevinç, başarı. Bu duyguların resmigeçit törenine katıldığınızda yanınıza egonuzu almadan gidin. Salt kendiniz olarak düşünüp harekete geçin. Başkalarının önermelerini ve dayatma edilenleri alarak hayatınızı şekillendirmektense teslim olmayı seçin. Kendinize teslim olun. Sonra teslim olduğunuz anı duyumsayın ve iç sesinize kulak verin. Doğru yolu mutlaka fark edeceksiniz. Değiştiremeyeceklerinizle vakit harcamayın. Onun yerine kendinizi değiştirin ve bu doğrultuda hareket edin. Böylece yaptığınız değişiklikler sonucu etkileyen değişiklikler olacaktır inanın.

Hiçbir şeyi kaybetmeye tahammül edemiyoruz yaşamda. Oysa o kadar küçük bir ayrıntıyı gözden kaçırıyoruz ki inanılır gibi değil. Kendimiz olduğumuzda, kendimize teslim olduğumuzda; her şeyin geçici olduğunu göreceğiz. Bundan daha önemli ne olabilir ki? Zamanı gelince her şey yerine oturacak ve hiçbir şey kaybetmediğimizi görebileceğiz. Hiçbir şey olmasa da ayakta kalabiliriz, her şey olsa da. Önemli olan kısım ayakta kalabilmektir. Başarıyı, sahip olmayı bir takım kazançlar çerçevesinde değerlendirmeyi bıraktığımız an her şeyin akıp yolunu bulacağını görebileceğiz.

Direnmektense teslim olup alternatifleri araştırmaya girişin. Her zorlayıcı tavrınız önce kendinizi sonra da etrafınızı etkileyecek, gücünüzü tüketecek ve zorluğu kat be kat artıracaktır. Böyle olmasını ister misiniz?

Tartışmaların odağından kendinizi çıkartın ve odağa meseleleri koyun. Kendinizi tanıyın ve kendinize uyum sağlayın, teslim olun. 

Sevgiyle kalın,

Sy