30 Haziran 2012 Cumartesi

2012 İtalya Gezisi 3



Grotte di Castellana: Sabah nasıl heyecanla uyandım anlatamam. Castellana Mağaralarını öyle merak ediyordum ki! Burası Bari’nin 40 km dışında 71 metre derinlikte ve yaklaşık 3 km uzunlukta sarkıtlardan dikitlerden oluşan doğa mucizesi bir yermiş. Yola çıktığımızda sıcaklık yaklaşık 33 derecelerde seyrediyordu. Arabadan klimalı ortamdan çıkınca fırına düşmüş gibi oldum bir anda. Bu arada giriş biletlerini alan Gio yanıma geldi ve “Merak etme içerde birazdan serinlersin, hatta üşüyebilirsin bile” dedi. İçimden yok ya, abartma diye geçirdim. Geçirmez olaydım. Titredim, dişlerim takırdadı. Manzara beni öylesine büyüledi ki! Müzikal bir sesle- görevli rehberin- mağaralar hakkında verilen bilgiyi dinleyerek yavaş yavaş dar geçitlerden, gittikçe aşağıya yerin altına, bilinmeze doğru ilerlemeye başladım. Sanki yerin 7 kat altına iniyordum. Dante ve cehennemi geçti aklımdan bir ara. Turu tamamlayıp dışarı çıktığımızda gözlerim kamaştı güneş ışığından. Gördüklerimi sindirebilmek için iki kahve eşliğinde içime çekildim bir müddet. Gözlerimi kapattım, tekrar oralara gittim. Sonra hep beraber arabaya doluştuk ve yola koyulduk.

Alberobello: Bari’nin yaklaşık 60 km dışında yer alan harika bir yer. Bizim Kapadokya’daki Peri Bacalarının havası olan bir yerleşim merkezi. Bu şehrin ilçelerinde yer alan evler Unesco tarafından dünya mirası olarak kabul edilmiş. Bu bölgeye özgü kireç taşından yapılmış konik çatılı silindirik yapılar masalımsı bir hava katıyor yolculuğumuza. Evler beyaz badanalı. Hepsinin çatısında merdivenle çıkılan geniş teraslar var. Hani aksiyon filmlerinde oyuncular kovalamaca sahnelerinde çatıdan çatıya atlayarak kaçarlar ya, işte bu teraslar bu iş için oldukça müsait. Sokağa hiç inmeden çatılar arası yolculuk etmek mümkün. Binaların harçsız inşa edildiğini anlattı Giovanni. Duvarlar çok kalın kare taşlardan yapılmış dolayısı ile içleri oldukça serin oluyormuş. Kışında sıcaklığı muhafaza ediyormuş. O bölgede kız kardeşinin yazlık evi varmış. Bizzat deneyimlemiş yani sıcaklık, soğukluk olayını. Sokaklardan birinde karşımıza çatıdan manzaralı çekim yapabilirsiniz diye bir yazı çıkınca hemen merdivenlere yöneldik ve tırmandık. Gerçekten manzara inanılmazdı. Tepeden uzaklara bakınca bir ara camiye benzettim yapıları.

Küçük dar sokakları çiçeklerle bezemişler, bakmaya doyamadım. Sokaklar hediyelik eşya dükkânları ile dolu; gümüş takılar, İtalya’ya özgü acı biberlerden yapılma salçalar ve pul biberlerle el işi örtüler yan yana sıralanmış. Burada yemek yemedik ve arabaya atlayıp Conversano’ya doğru yola çıktık. 

Harika bir lezzete sahip pizzalara doğru yola çıktık dedi Giovanni. Gerçekten de öyleydi. İnanılmazdı! Olur da yolunuz düşerse diye adresini veriyorum: Conversano BA- Italy  C. So Domenicı Morea, 14-16 Pızzeria Terrarossa. Yok, böyle bir lezzet diye diye değişik pizzalar sipariş ettik ve hepsinin tadına bakma fırsatını yakaladık. Yemekten sonra yıkıldım çünkü onca pizzanın üzerine Giovanni “Buranın dondurması çok meşhurdur” dedi ve ben battı balık yan gider diyerek bir de dondurma ziyafeti çektim kendime. Dondurmayı yerken eşime “ İstanbul’a dönünce sana ve bana on gün yemek yok, salata ve zeytinyağlı yemek birer kaşık” derken gözlerim fıldır fıldır, dondurmayla dansıma devam ettim. 

Arabamıza doluştuk ve Conversano’yu arabayla turlayıp Bari’ye geri döndük. Yolda Napoli ve Pompei hakkında, Vezuv yanardağı hakkındaki bilgilerimizi tazeledik, kısa bir bilgi alış verişinde bulunduk. Gerçekten kısa oldu çünkü onca yemekten sonra üzerimize bir rehavet çökmüştü ki sormayın. 
Yatağa girerken “Aytekin bak kesin rejim yapıyoruz ona göre” diyerek derin bir uykuya daldım.

Sevgiyle kalın,
Sy

27 Haziran 2012 Çarşamba

2012 İtalya Gezisi 2

Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki 6 adet İtalya’ya ait yer varmış bizim damat öyle söyledi. Bunların arasında da Pompei, Napoli ve Arberobello da yer alır diye ilave etti. Bugünkü turumuzda- bitirebilirsek eğer- gideceğimiz yerler arasında Torre a Mare, Trani, Alberobello ve Grotte di Castellana var, umarım hoşunuza gider diye bize kahvaltı soframızda sunumlar yapmaya başladı. Bizde kahvaltımızı bitirdik ve arabaya doluştuk. Arabada Coversano’da görülmesi gereken yerlerden biridir, burası eski bir kasaba ve Norman Şatosu da görülmeye değer yerler arasındadır diye turist rehberliği yapmaya devam etti. Damadımız güneş enerji panelleri üretimiyle ilgileniyor ancak ben tur rehberliğinde kendisine eski bir turizmci olarak 10 tam puan verdim.

Torre a Mare: Bu köy Puglia bölgesinde yer alan Bari’ye 16-17 km uzaklıkta bir yarımada üzerinde yer alan şirin mi şirin bir yer. Kilometreler hakkında yanılabilirim, bizim damat inanılmaz hızlı araba kullanıyor. Bu yüzden bana sanki arabaya biniyoruz on dakika sonra iniyoruz gibi geldi hep.Neyse konudan sapmayayım, bu köyün harika bir denizi var. Rengi denizin üzerinde gördüğümüz her rengi barındırıyor. Ben ne zaman uzun süreli denizi seyre dalsam, suyun üzerinde mavinin tonlarını, yeşilin tonlarını, beyazı ayrıştırmayı severim. Ancak bu sefer sanki yeşili daha çok gördüm gibi suyun üzerinde. Kocaman bir zümrüde benzettim denizi. Mevsim dolayısıyla her yer inanılmaz büyüklükte ağaç misali begonvillerle kaplı; beyazı, pembesi, moru. Gözlerim kamaştı onları seyrederken. Zaten doğaya aşığım, yaseminlerin çıldırtan kokusu burnuma dolarken gözlerim harika renklere daldı gitti. Küçük sokaklar arasında turladık, kahvelerimizi içtik, dondurmalarımızı yedik.

Trani: Burası da Bari’ye yaklaşık 40-45 km mesafede yer alan bir kent. Burası bir liman kenti. İnanılmaz yatlarla balıkçı tekneleri limanda sizi karşılıyorlar. Yol boyu zeytin ağaçları bize eşlik etti. Zaten Bari içinde de hemen hemen her bahçeli evde, her boş arazide zeytin ağaçlarının o harika gövdelerine, ışıl ışıl yapraklarına rastlamak mümkün. Tüm ağaçları severim ancak zeytin ağaçlarının kendine has şekillerine, gövdelerine hayranım. Sanki her biri özgün bir sanat eseri gibi gelir bana. Trani’de büyük zeytinliklerin yanı sıra üzüm bağları da var. Birde o bölgeye has bir taş var- Trani taşı olarak anılıyor zaten- dolasıyla da taş ocakları da üretim açısından faal bir durumdaymış.

Şehrin ortaçağlardan kalma bir merkezi var ve birde kalesi var. Tamamında beyaz Trani taşı kullanılarak yapılmış bir katedrali var. Bütün turistik görülecek yerler arasında en çok ilgimi çeken yer ise Ognisetti Kilisesi oldu. Burası Tapınak Şövalyelerinin zamanında hastane olarak kullandığı bir binanın kilisesiymiş. Tapınak Şövalyeleri hafızamda kayda değer bir yeri işgal ettiği için orayı gezmeden Trani’den çıkmam mümkün olamazdı tabii ki. Birde harika bir park veya bahçe diyebileceğim büyükçe bir alanı var. Limanda sıra sıra restoranlar, barlar mevcut. Bizde bir tanesini seçtik ve limanı seyrederek balıklarımızı yedik.

İtalya klasiğim olarak dondurmayla kapanışı yaptım. Arabaya doluştuk ve Bari’ye dönüp açılmış olan mağazaları gezdik. Kahve molası verdik, eve döndük. Bu akşam Giovanni bizi özel bir yere yemeğe götüreceğini söyledi. Sahibi arkadaşıymış. Karı koca çalıştıkları işten ayrılmışlar. Kendilerini organik ürün yetiştirmeye vermişler. Sonuçta yetiştirdiklerini satmak için bir yer açmaya karar vermişler. Daha sonra eski bir binayı satın almışlar- bana kalırsa bir şatoydu- restore etmişler. Düğün ve özel organizasyonlara ev sahipliği yaparken, bir bölümünü de restoran yapmışlar.

Kendi yetiştirdikleri ürünlerden kullanarak müşterilerini ağırlıyorlarmış. Gidene kadar ağırlamak kelimesini algılayamamışım. Servis başlayınca anladım Gio’nun ne demek istediğini. Gerçekten sanki büyük bir şatoda yaşayan arkadaşlarımızı ziyarete gitmiş gibi hissettim. Çünkü sahipleri her işi kendileri yapıyor. Kadın pişiriyor kendi elleriyle, eşi de servis yapıyor. Her tabaktan sonra ikisi de geliyor ve beğenip beğenmediğinizi soruyorlar. Kapanış olarak muhteşem bir pastayla uğurladılar bizi. Eve nasıl geldim bilemiyorum. Sanki arabada iki kişilik yer kaplamış gibi hissettim. Başımı yastığa koyarken öğlen yediğim dondurma için günah çıkartıyordum kendime.

Sevgiyle kalın,

Sy




25 Haziran 2012 Pazartesi

2012 İtalya gezisi 1

İtalya seyahat etmeyi sevdiğim ülkelerin başında yer alır. Hiç bıkmam, tekrar tekrar her sene giderim. Şimdiye kadar hep motosiklet ile çıktığımız turlarda motorumuzu Türkiye’den gemi ile gönderip Trieste limandan teslim alarak turumuza başlamıştık. Her seferinde de Bari üzerinden Yunanistan'a gemi ile geçerek tatilimizi bu şekilde sonlandırıp evimize dönmüştük. Bu sefer farklı olsun istedik. İtalya’ya dört sene önce bir gelin verdik. İstedik ki kızımızı ve damadımızı uzun süreli görelim ve birlikte olalım. O yüzden uçağa atladık ve yaşadıkları şehir olan Bari’ye doğru yol aldık.

İstanbul’dan Roma, Roma’dan da aktarma yaparak Bari’ye uçtuk ve alanda karşılandık. Eşimin yeğeni dört sene içinde oldukça akıcı bir İtalyanca’ ya sahip olmuş. Onca makarna ve pizzaya rağmen formunu korumayı da başarmış. Her görüşümde bir önceki görüşümde nasıl bıraktıysam aynen öyle buluyorum kendisini. Alandan arabayla ayrıldık ve yabancı damat bize şehrini tanıtmaya başladı.

Bari İtalya'nın güneydoğusunda yer alan bir liman kenti ve Napoli’den sonra ikinci büyük şehir.  Büyük bir bölgesel merkez ve  Akdeniz’in doğu kesimiyle ilişkilerde önemli bir ticaret kenti. Genellikle turların rotası dışında kaldığı için fazla bilinen bir şehir değil. İtalya’da hemen hemen bütün şehirleri eski ve yeni diye ikiye ayrılmış durumdadır. Bari’de de bu istisna bozulmamış. Eski Bari ve yeni Bari olarak şehir ikiye ayrılmış. Kuzey’de ki büyük şehirlere oranla ve komşusu Napoli’ye göre daha sessiz ve düzenli bir şehir.

Eve gittik bavulları bıraktık ve doğru Basilica Di San Nicola’ya gittik. Bu kilise hem Ortodokslar hem de Katoliklerce kutsal sayılıyor ve her iki dine mensup İtalyanlar birlikte ayin yapıyorlarmış. San Nicola yani namı değer Santa Claus’a ( Noel baba) ait olan kemikler Antalya’nın Demre ilçesinden 1087 yılında çalınmış ve bu kilisede muhafaza ediliyormuş.

Daha sonra beyaz taşlarıyla görkemli bir katedrale gittik: Cattedrale Di San Sabino. 1064 yılında inşaa edilmiş ve daha sonra 12. Yy ’da restore edilmiş.
Bari kalesi ve şehrin surları çok iyi muhafaza edilmiş. Sokakları dolaştık, öğle tatilinden sonra açılan mağazaları gezdik. Cappucino içtik, sıcaklık 37 derece civarında seyrediyordu. Yorgunluk da ağır basmaya başlayınca eve dönüp dinlendik, duşlarımızı aldık ve İtalya’da olmazsa olmazı yapmak üzere restorana yola çıktık. Herkes kendine dev pizzalar söyledi. Şaraplarımızı içerken sevginin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım. Tek kelime İtalyanca bile bilmeyen genç bir kız, sevdiğinin peşinden gitmişti ve olmuştu işte, başarmıştı. Güzel bir aile olmuşlardı. Birbirlerine bakışları ilk günkü gibi sevgi ile doluydu. Çok mutlu oldum, çok sevindim ikisi adına. İstanbul’da küçük dediğimiz, ev işi yapmayı bilmiyor diye söylendiğimiz o küçük kız, koskoca bir evi idare ettiği gibi, İtalyancayı konuştuğu yetmezmiş gibi, eşine o kadar tatlı Türkçe kelimeler öğretmişti ki! Aramızda Türkçe konuştuğumuzda yabancı damat söze girip yarı Türkçe, yarı İtalyanca, yarı İngilizce bize laf yetiştiriyordu. Şarabın da etkisiyle masada kahkahalar yükseldi ve nihayetinde hesabımızı ödedik ve kalktık.

Yatmaya gittik çünkü ertesi gün bizi dolu bir program bekliyordu. Bari’ye yakın kasabaları gezecektik. Sevgi her koşulda her sorunu çözer dedim kendi kendime yastığa başımı koyarken.

Sevgiyle kalın,

Sy


18 Haziran 2012 Pazartesi

İlişki içindeyiz


Bütün gün gözümüzü açtığımız an her şeyle ilişki içine giriyoruz. Bu yüzden ilişkinin ne olduğunu anlamak, doğasını bilmek, içeriğini anlamak zorunda mıyız sizce? Bu noktalarını anladığımız takdirde ilişkilerimizde başarı sağlar mıyız? Bilemiyorum doğrusu çünkü ilişki çok basit de olabilir karmaşık da dediğinizi duyuyorum sanki. İyi de nedir bu ilişki Allah aşkına? Bizi neden bu kadar etkiliyor bu ilişkilerimiz?


Hafta sonu yabancı misafirlerimiz vardı, iki farklı ülkeden. İki evli çift, bir de on iki yaşında bir kız çocuğu. Diğer çocukları yaşça büyük olduğu için farklı yerlerde tatildeymişler. Onları ağırladık. Neşeli sohbetlerimiz oldu, yedik, içtik, misafirperverliğimizi sunduk. Umarım memnun kalmışlardır. Ben memnun kaldım. Kelime aralarını izledim, kültürlerini gözlemledim. İşleri gereği dünya insanı olmuş bu insanları merakla dinledim.  Her birinin kökleri farklı olan bu insanlar değişik ülkelerde doğmuşlar, bir araya gelmişler, evlenmişler ve ilişkilerini devam ettiriyorlar. Her bir haftayı, her bir ayı farklı ülkelerdeki şirketlerini dolaşarak geçiriyorlar. Yuvamız dedikleri evlerine döndüklerinde ne hissettiklerini sordum; “Her seferinde hiç ayrılmamışız gibi geliyor” dediler. “Çeşitli yerlerde evleriniz var, en çok hangi evinizde rahat ediyorsunuz ?”dedim; bir saniye bile düşünmeden "Köklerimizin olduğu yuvamızda” dediler. “ Orada köklerimiz var, akrabalarımız var, çocukluk arkadaşlarımız var, o evle ilişkimiz daha farklı “ diye eklediler.

Sohbetin bir yerinde bu söz üzerine daldım bir ara. İlişki dediğimiz şey sadece insanlarla olmuyordu gerçekten de. Arabamızla, evimizle, toprağımızla kısacası canlı cansız her şeyle ilişkide olabiliyoruz. Mesela benim iki kitabımla olan ilişkimi ele alırsam, onlar benim çocuklarım gibiler. Derin bir bağ var aramızda onlarla. Kitaplarımla olan ilişkim farklı, gerçekten çok farklı; onlar benim iç dünyamla aramdaki ilişkiyi anlatıyorlar. Ancak birincisi ile olan ilişkim ikincisi ile olan ilişkimden farklı. Kahve fincanım var, eskiden altı taneydiler şu an dört tane kaldılar. Kahve içtiğimde hep o fincanları tercih ediyorum. Seviyorum onları. Kahveyle aramdaki lezzet ilişkisine farklı bir tat katıyorlar. Oturma odasında bir koltuğum var, gözdem o benim. Nedense orada oturduğumda okuduğum kitap daha farklı bir kitap oluyor. O koltukla da aramda bir ilişki var. Bahçemdeki güllerle, beyaz tişörtlerimle, kot pantolonumla kısacası her şeyle ilişkim var. Her bir ilişkim birbirinden farklı ancak ortak tek bir noktaları var: sevgi. Benim ilişkilerimde temel olan şey sevgi.

Bencilliğin olmadığı, duyarsızlığın hiç yer almadığı, çatışmanın bulunmadığı ilişkiler içindeyim.  Sevdiklerimi takdir ediyorum. Onlara sık sık aramızdaki ilişkinin bağımlılık ya da alışkanlık olmadığını, gerçek sevgi olduğunu gösteriyorum. Çünkü yeri gelir kahve fincanımı yenileyebilirim, yaz gelir kitabımı bahçede okuyabilirim. Alınganlık veya serzenişe yer yok bu ilişkilerimde. İstiyorum ki onlarda bana bağlanmasınlar, alışmasınlar. Sevsinler sadece beni. Boğmasınlar, özgür bıraksınlar. Tıpkı benim onları bırakabildiğim gibi...

Hayatta ihtiyaç duyduğumuz sürece bağımlı olabiliriz, kolayca hem de. Bu yüzden ilişkilerimizde de ihtiyaç olmamalı diyorum kendi kendime. Çünkü o zaman ilişkinin dışına itmeye başlarız herkesi, her şeyi. İlişki içinde yer alınca güzelleşiyor, büyüyor.  Bunu yapabilmek içinde önce kendinle iyi bir ilişki kurmalısın galiba diyorum, önemli bu, al notunu diye de ekliyorum. Gülümsüyorum düşüncelerime, sohbete geri dönüyorum, misafirlerimizin yanına. Kahvelerimizi içerken çocuklarımızdan bahsediyoruz…

Sevgiyle kalın,

Sy

16 Haziran 2012 Cumartesi

Duygularımıza sahip çıkalım


Çocukluğumuzdan beri duygularımızı kontrol etmemiz gerektiğini söylerler bize. Duygularını göstermek eski zamanlarda ya taşkınlık ya da zayıflık olarak nitelendirilirdi. Böylece bir şekilde duygularımızı bastırmayı öğrenerek büyüyoruz ve onlardan korkup, çekinir oluyoruz zamanla. Ne hissettiğimizi ortaya koymaktan kaçınıyoruz.  Duygularımız yokmuş gibi davranıyoruz, soğuk ve ağırbaşlı gözükmeye çabalıyoruz. Atıp kurtulmak istiyoruz duygularımızdan...

Neşelenip kahkaha attığımızda birçoğumuz yukarı kalkan kaşlarla karşılaşmışızdır büyürken. Okulda teneffüslerde yaka paça koşturmaca oynarken kaç kez saçım çekilmiştir öğretmenlerim tarafından hatırlamıyorum bile. “Koşma kızım!” derlerdi. İyi de o ciğerlere bir daha sahip olamıyorum ki ben! O bacaklara, o güce! O yaşta koşmazsam hangi yaşta koşacağım acaba? Cinsiyetimize göre sıfatlar da yapıştırılırdı büyüklerimiz tarafından. Ulu orta gülmek, kahkaha atmak, dans etmek hafiflik olarak nitelendirilirdi. Ah o bakışlar, ah o yukarı kalkan tek kaşlar! Ne çok engellemiştir benim dans etmemi, koşmamı, gülmemi, kahkaha atmamı…

Zamanla koşmuyorsun, gülmüyorsun. Susuyorsun, dans etmiyorsun. Duygularını bastırmayı öğrenirken farkında olmadan kendini de bastırıyorsun aslında. Olsun başımızın derde girmesinden iyidir değil mi? Gün geliyor yanardağın lav püskürtmesi gibi duygularını püskürtmeye başlıyorsun.  Bu sıkışmanın ardından gelecek olan şey buydu tabii ki. Ne bekliyorduk ki? Ancak bu duyguların neşe veya kahkaha dolu olmak yerine, bu sefer uzun süre bastırılmış olmanın verdiği kızgınlık ve öfkeyle dolu oluyor. E ne anladım ben şimdi bundan? Duygularımı bastırmayıp gösterdiğimde de başım derde giriyor, bastırmayıp püskürttüğümde de…

Halbuki her şeyi hissetmemiz gerekiyor. Duygularımızı anlamamız ve onları ifade etmemiz gerekiyor. Böylece önce kendimizle sonra da etrafımızla iletişimi sağlıklı bir şekilde gerçekleştirebiliriz. İstediğini ve yaptığını hissetmeyen insan nasıl mutlu olabilir ki? Nasıl kendini tam anlamıyla ortaya koyabilir ki? Hem duygularımız ve hislerimiz birçok şeyi etkiler, hatta olayların akışını bile değiştirebilir öyle değil mi? Yaptığı işten memnun olan ve şükran hissi duyan birisi daha üretken ve yaratıcı olabilir. Âşık olan ve duygularını aşkına yansıtabilen biri, mutluluğu duygularını bastırmış birinden daha çabuk yakalayabilir. Bir şeylerle uğraşan ve uğraştığından haz alan biri, yaptığı işten huzursuzluk duyandan daha farklı sonuçlara ulaşabilir. Kısacası duygularını bastırmaktan dolayı korku, endişe, sıkıntı, öfke içinde olan biri ile duygularını özgürce ifade edebilen birinin; varacakları noktalar, varacakları hedefler ve elde edecekleri değerler arasında dağlar kadar fark olacaktır.

Bizler yaratılırken mükemmel bir şekilde oluşturulduk. Bu mükemmelliği anlayabilmek için hissetmek gerekir. Hissedebilmek için duygularımızın aktif olması gerekir. Böylece bizi biz yapan değerlerimizi daha iyi anlayabiliriz ve bu değerlere sahip çıkabiliriz. Bunu yapabilmek için de asıl konunun kendimizi nasıl hissettiğimizi anlamak olduğuna tüm kalbimle inanıyorum. Bize doğuştan verilmiş olanları ötelemek ve bastırmak yerine nasıl hissedeceğimize dair farkındalığımızı geliştirmek doğru bir seçim olacaktır bana göre.

Yapabileceğimizin en doğrusunu yapalım; hissedelim ve hissettiklerimizi duygularımızla süsleyip sunalım yaşama. Yaşam bize bağlıdır, ne düşündüğümüze bağlıdır, bu yolculukta ne istediğimize bağlıdır. Bu yüzden duygularımıza sahip çıkalım…

Hayatımızı şekillendirmek için seçeneklerimizi belirlerken, seçip oluşturup yaratırken, yarattığımızı yaşarken ne hissetmek istediğimizi soralım kendimize geç olmadan. Çünkü hayat keyiflidir, yolculuk keyiflidir, duygularımız keyiflidir…

Sevgiyle ve hissederek kalın,

Sy

13 Haziran 2012 Çarşamba

Şimdi zamanı değil!


Bugün annemle beraberdim. Ne söylesem karşılığında bu lafı işittim annemden.

-İlaçlarını aldın mı anne?
-Şimdi zamanı değil!
-Anne ilaçlar saatle alınır kafana göre alamazsın. Zaten bir yığın ilaç alıyorsun lütfen saatinde al ki işe yarasınlar.
-Ben bir yığın ilaç içmiyorum ki be kızım.
-Nasıl yani? Nasıl içmiyorsun? Ne içiyorsun? Hangisini bıraktın?
-Kızım sen hasta mısın? Bir sus Allah aşkına, tansiyonumu oynatacaksın.
-Anne tansiyonun ilacını almadığın için oynamıştır. Nerede duruyor hapların?
-Boşuna arama ilacı şimdi zamanı değil dedim sana. Ben sabah kalkıyorum eğer tansiyonum oynamışsa tansiyon hapımı içiyorum. Tansiyonum normalse kolesterol hapımı içiyorum. Kolesterolüm normalse o zaman da damar hapımı içiyorum. Merak etme hepsini sırayla alıyorum, günüme göre zamanı gelince içiyorum yani.
-Bir şey sorabilir miyim anne?
-Sor, zaten gözlerini belertmişsin sorma desem de soracaksın.
-Tansiyon ve kolesterolünün normal olup olmadığını nereden anlıyorsun?
-Eee kızım zamanı gelince anlıyorsun. İçimden bir ses “Şimdi al” diyor ben de alıyorum. Tam tansiyon hapımı alacakken “ Öbürünü” diyor; ben de ona göre ilaçlarımı içiyorum.
-Bu nasıl mümkün olabilir ki?
-Şöyle mümkün olabilir kızım, zamanla kendi bedenini öyle iyi tanıyorsun ki böylece bedenin sana hükmedeceğine sen bedenine hükmediyorsun. Kendini dinliyorsun ve neye ihtiyacın olduğunu belirliyorsun. Ben de böyle yapıyorum işte.
-Baş ağrısı için ilacın var mı anne beynim uyuştu yemin ederim ki! Sen beni deli edeceksin biliyor musun?
-Neyi dilediğine dikkat et kızım. Hoş delirmezsin merak etme zamanı değil.
-Niyeymiş? Ben de içimdeki sesi dinlerim, zamanı gelince de deliririm.
-Deliremezsin zamanı değil, benim soyumda iki deli vardı ama onların hastalığı yaşlılıkta çıkmıştı. Sen daha gençsin merak etme bir şey olmaz daha zamanı değil.
-Senin zamanın gelmiştir belki anne ha ne dersin?
-Terbiyesiz, Allah evlat eline bırakmasın. Bir de okuyorum, kitap yazıyorum diyorsun. Bunları mı öğrendin o eğitimlerde?
-Anne beni seviyor musun?
-Seviyorum ancak ilaçlarımı almam çünkü zamanı değil. Bana duygu sömürüsü yapma! Haydi, kalk evine git. Senin kocan yok mu? Niye öyle bakıyorsun ayol, adama yemek falan pişirmiyor musun? Yoksa boşandınız mı? Kızım konuşsana! Ay sen çok zayıfsın bak kitlendin kaldın. Biraz yemek ye. Sana sucuk kızartmamı ister misin? Vah başıma gelenler yoksa sen erken mi delirdin ne? Şimdi zamanı değildi ama…

İşte annemle bir günümüz böyle geçti.  Kardeşime telefon açtım ve “İlaçlarını almıyor annem” dedim. “Merak etme hepsini içiyor seni sinir etmek için söylemiş öyle” dedi. Annemi aradım “ Anne neden bana numara yaptın?” dedim. “Her şeye karışıyorsun beni merak ediyorsun biliyorum ama ben iyiyim. Her şeyin bir zamanı var ve ben o zamanı gayet iyi biliyorum. Kendime iyi bakıyorum sen hiç üzülme” dedi. “ Şimdi zamanı değil ancak benim için meraklanacağın günler de gelecek elbette” diye ekledi ve telefonu kapattı.

Eşim seslendi  “Akşam yemeğe çıkalım istersen” dedi. “Bugün olmaz, şimdi zamanı değil” dedim. Güldüm ve sofrayı hazırlamaya başladım. Sen hep kendine bakabil anne, zamanı hep sen bil…

Sevgiyle kalın,

Sy

11 Haziran 2012 Pazartesi

Şimdi, şu an saat kaç?


Kendime seçtiğim yolda, izlenimlerimi yazmak ve paylaşmak birinci vazifem. Bilgilenip bilgilendirmeyi seçtim bu yaşam yolunda. Yazmayı, aydınlanmayı, içimdekileri çıkartabilmeyi seçtim. Faydalı olabilmeyi seçtim paylaşarak, yazarak, anlatarak. Notlar alıyorum her yere, her köşeye: “bunu da yaz, bu konuda da yaz, bunu unutma sakın yaz” diyerekten dolduruyorum sayfaları. Sabah sayfalarımı yazmaya devam ediyorum. Onlarda birikiyor. An’lık yazdıklarım dışında yayınladıklarım hep o sayfalardan çıkıyor. Bir kitap bile çıktı o sabah notlarımdan: Beyaz Sabah Sayfaları. Deneyimlerimin bende yarattıklarını- duygu ve düşünce olarak- yazıp paylaşmak rahatlatıyor beni. Bu benim paylaşma adına bilinçli bir faaliyetim haline geldi.

Hal böyle olunca ara sıra toparlamak gerekiyor ortalığı. Bugün yazı masamı karıştırdım, notlarımı düzenledim. Şimdiki zamanla, an’la ilgili o kadar çok not toplamışım ki hayret ettim. En güzeli de o notları toparlarken o an’lara gittim. Oralardaki duygu ve düşüncelerimi not almışım bazı sayfalara. İnceledim.  İlginç sonuçlara vardım ve tekrar notlar aldım. Yanlarına şimdiki an’da duygularımı ve düşüncelerimi iliştirdim. Okudum, tekrar yazdım sağa sola, baktım notlarıma; bakakaldım bir anlığına. Sonra derledim, topladım ve baktım ki saat kaç olmuş…

An’da yaşamayı deneyimlerken yaptığım uzun çalışmalar ve araştırmalardan sonra, bunu bir yaşam biçimi haline getirmeyi başarmış sayılırım. Ara sıra yoldan çıktığım anlar oluyor tabii ki ancak böyle anlarda da mutlu oluyorum. Neden derseniz hangi sınırlayıcı inanç, kör bakış açısı ve ön yargı içinde sıkışıp kalmışım, onu rahatlıkla gözlemleyebiliyorum ve o andan çıkarabiliyorum kendimi. Hayatta her şey bizler için, bunu hatırlamamı sağlıyor böyle anlarım. Bana yeni fırsatlar, yeni çıkışlar sunuyor bu sıkışık alandaki anlık debelenmelerim. Sonrasında akıp yolumu buluyorum. Çıkış yolum var. Her daim. Yeter ki isteyeyim. Yeter ki görmeyi seçeyim…

Notlarımın arasına “Ben Kimim?” diye bir soru iliştirmişim. Beni ben yapan her şeyi sıralamışım altına. Satırlar dolusu kelimelerle cevap aramışım bu sorduğuma. Yazmışım, döktürmüşüm. Bugün de yeni bir soru iliştirdim o dosyaya: “Sen kimsin?” Bunun cevabını zamana bıraktım bugün. Çünkü bu sorunun cevabı benim için bir hedef olmamalı, öyle hissettim. Ben’i ve Sen’i ararken Şimdi’yi ıskalarım gibi geldi. Şu an bir yolda ilerliyorum, güzel bir yolda. Eğlenceli bir yol olsun  -saplantılı duygulara gerek yok-  diyorum kendime. “Bırak zaman aksın, sen ak, yol oluşsun ve tanık ol” diye de ekliyorum arkasından.  Yeni bir sayfa açıyorum not defterimde ve yazıyorum:

-Ben kimim?
-Hangi zaman diliminde?
-Peki, sen kimsin?
-Hangi zaman diliminde?
-Zamanı mı incelemem gerekiyor?
-Şimdi’de kal, bu an’da. Ancak burada deneyimleyebilirsin Sen’i…

Sevgiyle kalın,

Sy,

10 Haziran 2012 Pazar

Şöyle bir göz atmak istedim


Özgün olmalıyız, iç sesimizi duymalıyız, kendimiz olmalıyız, kim olduğumuzu bulmalıyız, ne istediğimizi ve hayat amacımızı keşfetmeliyiz, egomuzu susturmalıyız, korkularımızı keşfetmeli ve onlardan kurtulmalıyız, ön yargılarımızı bırakmalıyız, yaratıcı olmalıyız, eleştirmemeliyiz, etiketler yapıştırmamalıyız; liste böyle uzayıp gidiyor. Bu sayfanın bir yüzü…

Giydiğimiz kıyafetler, dinlediğimiz müzikler, takıldığımız mekânlar hep aynı olmaya başlıyor ister istemez. Yaşadığımız toplumun bakış açılarını, düşünce sistemini kolayca kabul ediyoruz. Popüler kültür denilen şeyin içine balıklama dalıyoruz. Çekiştiriyoruz, dedikodu yapıyoruz, eleştiriyoruz; yapmasak bile yapanlara eşlik ediyoruz. Kafamızı sallıyoruz, onaylıyoruz, katılıyoruz ve hayata devam ediyoruz. Bu da sayfanın diğer yüzü…

Bir ön sayfayı okuyorum bir arka sayfayı, bir daha okuyorum, bir daha okuyorum; sıkışıp kalıyorum arada bir yerlerde. Hangisini yapmalıyım? Hangisi benim için daha iyi? Yapabilir miyim acaba bu söylenenleri? Uygulaması kolay mı acaba? Olumlamalar yapmalıyım, olumlu düşünmeliyim, hep pozitif olmalıyım. O zaman evrene yolladığım titreşimler olumlu olur, bende o frekansta kalırsam eğer, her istediğim olur mu? Olur mu? Ne bileyim olur mu? Frekanslar, titreşimler; sanki yeni çıkmış son moda bir elektronik aletten bahseder gibiyim.

Kitaplar alıyorum, okuyorum. Güzel şeyler anlatıyorlar. Yapıyorum birkaç tane söylenen uygulamalardan. Değişik bir şey yapıyorum ya ilk başta güzel geliyor. Sonra bekliyorum. Değişmeyi bekliyorum ve vaat ettiğini bulmayı o kitapların. Bir yığın insan oturmuş yazmış, ben de okudum. Zaman harcadım bir hayli, anlamaya çalıştım, uygulamaya çalıştım, bekliyorum şimdi. Değişip bambaşka biri olmayı bekliyorum. Bu değişim esnasında acaba vücudum da dirileşir mi? Taş gibi olur muyum? Ne harika olur vallahi…

Tam anlamamış olabilir miyim acaba okuduklarımı? Yoksa eksik bir şeyler mi yaptım? Değişmedim ben! Olmadı bir türlü! Hala kötü hissediyorum, dağınık ve mutsuz. Niye olmadı peki?  Bir haltı da doğru yapsam be kardeşim! Bunu bile beceremedim ya, helal olsun bana be! Aman bu saatten sonra değişmek de ne oluyor ki zaten? Dünyayı mı kurtaracağım Allah aşkına, vaz geçiyorum bu işlerden. Vaktimi daha faydalı şeylere harcamalıydım. Zaten bu çalışmaları yaparken her şeyden geri kaldım. Etrafta neler olup bitiyor kaçırdım resmen ipin ucunu…

O kadar çok şahit oldum ki yukarıda yazdıklarıma, hala da oluyorum. Umutsuzluğa kapılan, kendini başarısız gören, değişimden medet uman, olmayınca dibe vuranları görünce, üzülüyorum. Beklenti içinde olmanın ve gerçeği kabullenmemenin götürülerini izliyorum, üzülüyorum. Ve anlıyorum ki; yaşam uzun bir yol, hayat ise sayısız deneyimler topluluğu. Bundan zevk almayı seçmeliyiz. Keşifler yapmalı ve heyecanlanmalıyız. Başımıza her gelen şey hayatımıza zenginlik katar bir anlamda. Yaşantımız hayatın içinde aldığımız bir yoldur ve bu yolun kendisi mutluluktur. Mutlu olmaya çalışmak, çabalamak yerine ona doğru gittiğimizi görmenin zamanıdır diyorum kendi kendime…

Kendi yolumuzu tıkıyoruz, sıkışıyoruz, bunalıyoruz ve vaz geçiyoruz. Hayatımızı yönetmeliyiz; acısıyla, tatlısıyla yola devam etmeliyiz. Her şeyi kendimiz için, istediğimiz için, zamanı geldiği için yapmalıyız. Özgürce, cesurca ve yolculuğumuzun tadını çıkarmalıyız. Gerçeğimizi görmeli ve kabul etmeliyiz. Kendimizi sevmeli ve yola düşmeliyiz…

Sevgiyle kalın,

Sy

8 Haziran 2012 Cuma

İnsan ancak kendi içinde bulur uyumu


İlişkiler nasıl olmalıdır? Sürtüşmeler, kavgalar, anlaşmazlıklar olmadan bir ilişkiyi uzun soluklu sürdürmek mümkün müdür? Yoksa tadı tuzu mudur ilişkinin bunlar? Karşımızdakini değiştirmeye çabalamamız ne kadar doğrudur acaba? Yoksa değiştirmeye çabaladığımız şeyler aslında kendi huy ve davranışlarımız mıdır? Kendimizi bilmeden bir ilişkiye girmek doğru mudur? Yolunda gitmeyen bir ilişkiyi bir an önce sonlandırmak mı gerekir yoksa çaba sarf etmek mi? Çaba harcanması gerekiyorsa nereye kadar olmalı bu çaba?

Bu soruların cevabı kişiden kişiye, ilişkiden ilişkiye değişir. Bu yüzden sorulara cevap yarıştırmaktansa önce kendimizi netleştirmeli, bütünlemeli, özümsemeliyiz. Kendi içimizdeki uyumu yakalamalıyız öncelikle. Ancak bundan sonra içinde yer alacağımız bir ilişkinin uzun soluklu olması muhtemeldir bana göre.

Çoğumuz ilişkiyi ‘bağımlı olmak’ fiiliyle bir tutarız. Kimi zaman bilinçli kimi zaman bilinçsiz bu yanılgıya düştüğümüz olmuştur. Bağımlı hissetmeye başladığımız anda korkularımız istem dışı olarak devreye girerler. Bunların içinde en meşhur olanı kaybetmekten korkmaya dayalı sahiplenme korkumuzdur ki, alev alev yakar içimizi dışımızı. Öte yandan kendimizi muhafaza etme, ağırlığımızı gediğine koyma dürtümüz de kıpraşmaya başlar. Böylece ilişkimizden garip kokular yayılır…

İlişkide uyum esastır derler. İki ayrı bireyin aynı anda uyum içinde hareketi aranır hep. Halbuki uyum insanın içinde olmalıdır bana göre, ilişkide değil. Bir insan kendi kendisiyle uyumluysa her şeyle uyum sağlayabilir çünkü. Bu uyumu bulabilmek için ne kadar kapı varsa açmalıyız. O kapıların ardında neler varsa ortaya dökmeliyiz. Ayıklamalıyız her şeyi; korkularımızın altında yatanları, öfkemizin altında yatanları. ‘Neden’lerimizi ve ‘niçin’lerimizi irdelemeliyiz ve en önemlisi bunlara direnmekten vazgeçmeliyiz. Tüm duygularımızın alt anlamlarını keşfedebilmeliyiz ki aşklarımız kalıcı olsun, ilişkilerimiz uzun soluklu olsun. Aklımızla, bedenimizle ve duygularımızla bir bütünsek eğer ilişkimizin içinde var olabiliriz. Bana göre…

Kendimizin farkında olmalıyız kısaca. Kızgınlıklarımızın, öfkelerimizin, ön yargılarımızın, inançlarımızın, kalıplaşmış düşüncelerimizin neler olduğunun farkına varmalıyız. Böylece ilişki içinde olduğumuz her olaya ya da kişiye verdiğimiz tepkilerin altındaki gerçeklerin farkına varabiliriz. Kendimizle ilgili tüm oluşumu çözdüğümüz anda, etkileşimde olduğumuz kişilere, olaylara ve sorunlarımıza daha farklı bakış açısı getirebiliriz diye düşünüyorum. Her şeye içeriden ve dışarıdan bakabilmeliyiz. Böyle yaparsak sorunlar aşılabilir.

İşte tam bu noktada ilişkinin önemi ortaya çıkar. Bize yardımı dokunur ilişkilerimizin her kim ile ilişkideysek; kocamızla, sevgilimizle, oğlumuzla, annemizle, komşumuzla, patronumuzla, babamızla, amcamızla, satıcıyla, şoförle. İlişki içinde kendimizi gözlemleyebiliriz çünkü anlayabiliriz tepkilerimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı. Biz neysek ilişkimizde o olur ve yansıtır bizi bize. Kavgalarımızda, çatışmalarımızda, hayal kırıklıklarımızda ilişkiyi ve kendimizi ilişkilendirebilmeliyiz. En önemlisi de iletişim kurabilmeliyiz. Hem kendimizle hem de karşımızdakiyle. Dürüst ve doğrudan bir iletişim varsa- önce kendimizle olmak kaydıyla- ilişkimizin yaşam şansı yüksektir. Birlikte olduğumuz kişiye alabildiğine dürüst ve açık olmamız gerekir. Bunu yapabilmek içinde önce kendimizi tanımalı, kendimize karşı samimi ve dürüst olmalıyız. İhtiyaç duyacağımız cesarete ancak böyle kavuşabiliriz.  Çünkü ilişki cesaret ister. İlişkimizde uyum istiyorsak eğer o uyumu önce kendi içimizde yakalamalıyız.

Sevgiyle kalın,

Sy

6 Haziran 2012 Çarşamba

Yaşamımız kişisel düşlerimizde yapılan bir yolculuktur…


“Çok güzel bir hayatı olsun, çok mutlu olsun, gözlerinden gülücükler eksilmesin,  Allah analı babalı büyütsün!” deriz her zaman. Bir bebek doğduğunda ne kadar iyi dileklerimiz varsa sıralarız ardı arkasına. Her güzel başlayan ilişki bir bebekle taçlanır ve yola devam edilir. Bebek kucağımıza geldiği andan itibaren kişisel düşlerimiz genişler ister istemez. Artık kendimiz için değil onun için de düşlemeye başlarız. Emzirirken, altını açarken, tertemiz giydirirken sıcacık düşler kurarız onlarla ilgili. O düşlerde biz de yer alırız. Olağanüstü bir yaşam sürmesini isteriz, mükemmel bir hayatı olmasını arzularız. Ve düşleriz onun için, kendimiz için, çekirdek ailemiz için. Tıpkı anne ve babamızın bir zamanlar bizler için düşlediği gibi. Biz bebekken bizler içinde düşlenen yaşamlar vardı bir zamanlar…

Kendi tepkilerimizi gözlemleyip neyi ne zaman yaptığımızı iyice algılayabilirsek, bu tepkileri içselleştirebiliriz. İçselleştirmek derken kendi tepkilerimizi oluşturmaktan bahsediyorum. Yani toplumun tepkilerini içselleştirmekten bahsetmiyorum. Tepkilerimizi incelediğimizde bize ait olanı ve olmayanı ayırt edebilirsek eğer, yaşantımızın sahibi olabiliriz. Bunu yapabilmek için de kendimizle çalışmayı seçmek gerekir. Bu baş ağrısı veren bir çalışmadır. Hazırlıklı olmak gerekir çünkü bu içsel çalışma kurban rolü oynamanıza izin vermeyecektir.  Bir değişim başlatabilecek bir çalışmadır. Güçlü bir çalışmadır. Özgür irademize yol alan bir çalışmadır. Olabildiğince dürüst olunması gereken bir çalışmadır.

“Korku “ özgür iradenin baş düşmanıdır. Oysa başımıza gelenler için başkalarını suçlamak daha kolaydır. Korkarız ve sıyrılırız aradan tereyağından kıl çeker gibi. Korku bizi kurtarır hayatın yükünden, yanlışlarımızdan. Oysa “farkındalık” kendi yaşantımızın sorumlusu olduğumuz anlamına gelmektedir. Bu da her seçiminizin sonuçlarından sizin sorumlu olduğunuz anlamına gelecektir. Düşüncelerinizin hangi duygulara sebebiyet verdiğini, bu duyguların hayatınızda hangi karmaşaya yol açtığını gözlemlemek sizi üzecektir ve korkutacaktır. Geri çekilmeyin ve özgür iradenizi elinize alın. İşte o zaman kişisel düşlerinize doğru bir yolculuğa çıkabilirsiniz.

Korkularınızı ve tepkilerinizi mercek altına alın ve gözlemleyin. Bunu yaparsanız zihninizi temizleyebilirsiniz. Temiz bir zihinle bilgi aktarımı başlatmak daha kolaydır. Düşüncelerinizi, duygularınızı, yargılarınızı, inançlarınızı, yaşantınızı irdeleyin. Mercimeğin taşlarını ayıklar gibi ayıklayın zihninizi. “Öyle diyorlarsa öyledir” kalıbını fırlatıp atın. Üzerinize aldığınız her dış etkeni, sözleri,  olayları kişisel algılayıp kabullenmekten vaz geçin. Kendi özgür iradenizi devreye sokun. Alışkanlık haline gelmiş doğal tepkimelerinizi fark edin. Değiştirin, sizin için doğru olanı bulana kadar değiştirmeye devam edin. İçinize sinene kadar…

Ondan sonra düşleyin. Nasıl bir yaşam istediğinizi belirleyin ve düşleyin. Yaşamınızı oluşturun kendiniz için ve çekirdek aileniz için. Aksi takdirde değişmeden düşlediğiniz yaşam size ait olmayacaktır. Dikte edilmiş bir yaşam olacaktır. Düşünüzü dönüştürmenin yollarını kendi özgür iradeniz ile arayın, oluşturun. Kişisel düşünüzü kendiniz belirlediğiniz takdirde gerçekten size ait ve kişisel olacaktır. Seçimlerinizi yapın ve düşleyin, değişin ve dönüştürün. Sevgiyle yapın bu değişimi, kendinizi olduğunuz gibi kabul edin ve sevin. Hatalarda ve yanlışlarda takılı kalmayın çünkü yaşamda deneyimlemek vardır; hata veya yanlış yoktur. Ne ise onu deneyimlemek olmalıdır amaç, yargılamak veya sıfatlar yakıştırmak değil. Ancak böyle yaparsanız kucağınıza aldığınız bebeğinize hayatta kendisi olabilme şansını vermiş olursunuz. Biz bebekken bu şans bize verilmemiş olsa bile…

"Evlatlarınızı devriniz için değil, onların devirleri için yetiştiriniz" der Hz. Ali; siz de önce kendi devrinizden başlayın ki değiştirmeye, dönüştürmeye; evlatlarınızın devrini başlamadan bitirmiş olmayın.

Her şeyin bir bedeli vardır derler. Yaşamınızdaki kişisel düşünüze yol almak için ödeyeceğiniz bedel ise sadece kendinize dürüst olmanızdır.

Sevgide ve dürüstlükte kalın her zaman,

Sy

5 Haziran 2012 Salı

Hikâyenin ötesi


Hepimizin bir hikâyesi vardır. İyi, güzel, keyifli ya da kötü, çirkin, mutsuz ancak her ne olursa olsun hikâye hikâyedir ve bizimdir. Öyle sahiplenmişizdir ki içinden çıkmaz, çıkamaz orada yaşamaya başlarız bir müddet sonra. Ta ki hikâyenin bize özel değil herkesin ortak malı olduğunu anlayana kadar. Bu gerçek kafamıza dank edince aslında hikâyenin ötesinde de bir yer olduğunu fark ederiz. Oraya doğru giden belli belirsiz bir yol vardır ve biz bu yolu almaya başlarız; içimize doğru, özümüze doğru yolculuk etmeye başlarız sessizce…

Yolculuğumuz birçok noktaya ışık tutar. Açıkça görmeye başlarız hikâyemizin bizi nasıl esir aldığını. Her şeyden korkar ve çekiniriz. Öyle yorgun hissederiz ki yaşam ağır ve sıkıcı gelir. Gene de görmek istemeyiz, yüzleşmek istemeyiz, yürümek istemeyiz bir türlü o hikâyenin altında yatanlara doğru. Erteleriz. Çünkü hikâyeyi iyi tanırız. Hikâyemizin başlangıç, gelişme ve sonuç bölümleri bellidir. Orada kaldığımız sürece hep bildiğimiz şeyler vardır. Hikâye ile bütünleştiğimiz için hikâye olmuşuzdur aslında. Kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, ne olacağımızı iyi biliriz. Bunları bilmek bizi rahatlatır. Hikâyede bizi üzen, sıkıntılara sokan noktalarda alışageldiğimiz şekilde debeleniriz, sızlanırız ve inançlarımızın her geçen gün bizi iyice içeriye, aşağıya, dibe hapsetmesine izin veririz. Hani yabancı bir ülkede yaşama fikri korkutur ya birçoğumuzu; işte aynı korkuyu algılarız hikâyeden çıkma düşüncesi ya da hikâyeyi değiştirme düşüncesi ara ara da olsa geldiğinde. Bu yüzden hikâye bizi kontrol eder bizde hikâyeyi… Yaşar gideriz öyle iç içe, dip dibe…

Hikâyemiz bizi umursar, önemser her daim. Öyle hissederiz, onsuz bir hiç olacağımız fikrine kapılırız. Bu yüzden sıkı sıkıya yapışırız hikâyemize ve oradaki rolümüze. Her şey kontrol altındadır; iç sesimiz, yargılarımız, etiketlerimiz. Hiç belirsizlik yoktur, boşluk yoktur. Güvende hissederiz kendimizi. Düşünsenize oradan çıkmaya çalışsak dışarıda ne olduğunuz bilemeyiz, bizi neler bekliyor tahmin edemeyiz. Değişim düşüncesi iliklerimize kadar korku pompalamaya başlar. Derhal limana geri döneriz ve yarattığımız hikâyenin kontrolünü elimizde tuttuğumuzu varsaymanın rahatlığıyla tutsak olmaya devam ederiz. Farkında bile olmadan…

Gün gelir yoruluruz, tükeniriz ve son bir gayretle bir atak yaparız ve başarırız hikâyenin dışına adım atmayı. İşte o zaman fark ederiz ki hiçbir şey için çabalamaya gerek yoktur aslında. Hikâyede kurban rolünü oynamaktansa, tutsak rolünü oynamaktansa hikâyeye teslim olsaymışız; hem içinde hem dışında gezinme ihtimalini kucaklayabilirmişiz. İşte o zaman hikâye olmadığını, kurban olmadığını, tutsak olmadığını anlayabilirmişiz. Kavrayabilirmişiz her şeyi bizim yarattığımızı, her şeyle bütün olduğumuzu ve her şeyin bizim için olduğunu. Kişisel veya bireysel algılamanın bizi bütünden uzağa düşürdüğünü…

İşte tüm bunları çıplaklığıyla görebildiğimizde hikâyemizin amacını da anlarız, yaşamdaki varlığımızı da. Aradığımız her türlü çıkış, çözüm hikâyemizin içindedir aslında. Görmemizi bekliyordur sadece.  Tek yapmamız gereken şey bunca zamandır içinde olduğumuz hikâyeyi neden yarattığımızı keşfetmektir. Bunu keşfedince de hem hikâyemize sahip çıkabiliriz hem de kendimize…

Sevgiyle kalın,

Sy

3 Haziran 2012 Pazar

Çok konuşmak mı az konuşmak mı?


Çok konuşmayı oldum olası sevmem. Çocukken de oldukça sessiz biriymişim. Hani ağzı var dili yok tiplerden.  Öz konuşmanın güzelliği beni hep cezbetmiştir. Birde uzun uzun anlatmaktansa bir iki lakırdı etmek daha iyi oluyor sanki. Böylece karşındaki dayatmalara, tezlere, antitezlere başvurmuyor. Dinliyor sadece. Akabinde cevap veriyor, çünkü mevzu derli toplu bir halde oluyor, dağılmamış oluyor…

Çok konuşunca bir müddet sonra monolog haline dönüşüyor bu konuşma. Karşındaki kişi lafı değiştirmeye çalışıyor, araya girmeye çalışıyor. Yok, ölürüm de susmam, izin verin lafım bitsin şekli oluştuğu anda da karşı taraf ilgisini kaybediyor, sıkılıyor, daralıyor. Ya da tam tersi bilenmeye başlıyor, konuştuklarını çürütmek için malzeme toplamaya başlıyor. En kötüsü de arkandan konuşmaya, geveze olduğunu anlatmaya başlıyor sağda solda…

Hâlbuki konuşmak her zaman sohbet kıvamında karşılıklı olmalı. Bir lakırdı sen, iki lakırdı o, böyle sürüp gitmeli. Her zaman ortaya konması gereken doğrular, kurallar, yargılar, dayatmalar vardır ya hayatımızda; bir kenara bırakılmalı bunlar konuşmalarda. Karşılıklı çözüm odaklı, geniş açılı olmalı konuşmalar. Çeşitli bakış açıları ortaya konmalı. Bana göre böyle, sana göre öyle, ona göre şöyle, saygıyla dolu olmalı… Hem konuşmalı hem de verilen cevabı dinlemelisin. Kendi konuştuklarını dinleyip cevapları pas geçmemelisin. O zaman konuşmanın hakkını vermiş olursun. Konuşmak budur işte…

Konuşmayı “ iş” olarak görmemeliyiz. Konuşmak kendimizi öne çıkarmak, ilgi çekmek için de yapılmamalıdır. O zaman doğallığını yitiriyor çünkü. Kendi bakış açımızı dayatmak adına da konuşmanın doğru olduğunu sanmıyorum. Herkesin kendince bir bakış açısı vardır. Bunu bozmaya, yargılamaya, etiketlemeye çalışmak için konuşmak bana göre doğru değildir...

Konuşmayı fazla uzatınca konudan uzaklaşıyoruz, yan mevzulara dalıyoruz ve konuşmayı amacından saptırmış oluyoruz. Bazen eli çabuk deriz, iş bitirici deriz, zekâsı kıvrak, işinin ehli gibi sıfatlar yapıştırırız ya insanlara; İşte bu tanımlamaları bırakalım dilimiz içinde yapsınlar. Sorunu dürüstçe, basitçe, anlaşılır, net ve tüm çıplaklığıyla bir çırpıda söyleyiverdi desinler. Ne kadar kısa ama ne kadar öz konuşuyor desinler. Daha iyi olmaz mı? Bence olur…

Çok konuşan insanlar da bir de her anlatılan olayı “ bilmek” ve olayın benzerini “yaşamış” olmak rahatsızlığı da vardır. Tam siz bir olayı naklederken devreye girerler, konuşmanızı bölerler ve o olay sizin olmaktan çıkar artık, onun olayı ve konuşması haline döner ve siz de şaşkınlıkla dinlersiniz anlatılanı. Arada “ Ama benimki öyle değildi ki!” dersiniz cılız bir sesle, duymaz sizi, anlatmaya devam eder ve bitirince de alkış bekler, takdir bekler.

Çok şey bilmek, çok şeyden haberdar olmak güzeldir. Ancak her bildiğini, her haberdar olduğunu bir anda tek seferde tümüyle ortaya koymak hoş değildir. Bana göre bilgi dağarcığı her seferinde şaşırtabilmeli, azar azar ortaya çıkmalı. Hani tümüyle şeffaf bir elbise giymektense tek bir yırtmaçla işi gizemli, merakta bırakmak gibi… İşte az konuşmak ta tam bu kıvamda olmalı bana göre… Keşfetsinler seni azar azar… Merak etsinler daha neler biliyor acaba diye… Kendini -giyiminle, kuşamınla, başarılarınla, karakterinle, bakış açınla, ahlakınla- ortaya koyabildiysen eğer sen konuşma artık; bırak başkaları seni anlatsın…

Çok konuşan insanlar güzel konulara değinseler de, engin bir bilgi birikimine sahip olsalar da konuşmaları “bunaltıcı” veya “ geveze” etiketini almış olduğundan dinlenmezler çoğu zaman. Vermek istedikleri mesajları da verememiş olurlar.  Konuşma biçimleri karşılarındaki insanlara ders verir, göz korkutur tavırla sürüp gider. Sonuç, içeriği dolu bir konuşma olsa da “ boş “ bir konuşma olmuş olur.

Sözün özü eğer çok konuşmayı seviyorsanız bunun için paneller var, konferans salonları var. Gidip oralarda kendinizi tatmin edebilirsiniz. Böylece isteyen dinler, sıkılansa çıkar gider. İşte bu konuşma şekli sizin -bu benim işim- diyebileceğiniz bir konuşma şeklidir. İyi konuşmacıysanız sizi dinlemeye akın akın gelirler. Gerek özel hayatta gerekse iş hayatında çok konuşmaya devam ederseniz zamanla çok bilirim, her şeyi bilirim, en iyiyi bilirim haline dönüşmeniz olasıdır.

Az, öz konuşmanız dileği ile sevgiyle kalın,

Sy