26 Mart 2012 Pazartesi

Vicdan yapma bana!


Hep kullanırız bu cümleyi gündelik yaşantımızda. Tam olarak ne anlatmak isteriz bu cümleyle?

Ne yapsak ne etsek hep içimizde bir pusula vardır, vicdan. Adı bende saklı derler ya. Aynen öyle. Herkesin vicdanı bir yerlerde saklıdır. Kimisi en dip köşe bucağa koymuş unutmuştur, kullanmaya kullanmaya köreltmiştir. Kimininki de cilalıdır, pırıl pırıldır. Benim ki ne durumda acaba?

Peki, ne zaman devreye girmek ister bu vicdan? Bir toplumda yaşıyoruz ve o toplumun belli başlı kaideleri vardır, düzeni ve dirliği sağlamak için oluşturulmuştur bu kurallar. Çocukluğumuzdan itibaren de bu kurallar silsilesi içimize yerleşir. Dışlanmamak adına uyum sağlarız şöyle ya da böyle. İşte bu durumlarda vicdan devrededir. Siz isteseniz de istemeseniz de, toplumun dışına itilme ve reddedilme korkusu her daim baskın çıkar ve bizi bu kurallara uymaya zorlar. Sadece korktuğumuzda ve ait olma duygumuz devrede olduğunda mı ortaya çıkmalı vicdan? Böyle olursa günlük yaşantımızı kontrol altına almaz mı?

Bana kalırsa alır ve zamanla çeşitli yargılar oluşturur zihnimizde. Bunlarda bizi biz yapan değerleri oluşturmaya başlar. Hâlbuki benim doğrum senin yanlışın olabilir. O zaman benim vicdanım seninkinden farklı işlemelidir. Temelde beni rahatlatan bir duygu olmalıyken beni suçlu hissettiren bir duyguya dönüşür. Ben bunu istiyor muyum peki? Hayır! Ne yapmam lazım? Vicdanıma “ Bana özeldir” diye bir kartvizit mi bastırsam? Herkes bilse bana ait olduğunu.

Saçma sapan şeylerde vicdan yapmaya başlarız. Biri bana bir iyilik yaparsa bende ona yapmalıyım; biri bana aşure yolladıysa kabını boş çevirmemeliyim; hiç beğenmediğim bir hediye alsam da teşekkür etmeli ve ben de karşılığında bir şey almalıyım. Olur mu hiç? Vicdan bu kadar basit olabilir mi? Bunlar sıradan görgü kuralları değil mi? Ya da ahlak kuralları dediğimiz kurallar içinde yer almıyorlar mı? O zaman niye vicdan yapayım ki? Nedir bu vicdan? Haksızlık yapmak mı? Kurallara uymamak mı? Sıra dışı olmaya engel bir şey mi? Saygılı olmak demek mi? Yoksa saygısız olmak mı?

“Sözlük anlamıyla vicdan; yanlış ve doğrunun ne olduğunu bildiren duygu, içsel ses demekmiş. Bir başka yerde de öznel şuur diye geçiyor. Bir başka açıklamaya, ruhsal bilgiye göre ise; vicdan ruhun öz malı olan bir yetenektir, kudrettir ve tekâmül oranında gelişir.”      

Benim içinse vicdan; kişisel tercih ve seçimlerime uyumlu olmalıdır. Bir yaptırım gücü olmamalıdır, olağan gelişmelidir. Kendiliğinden. Sadece içten gelmeli ve hayatımda kendiliğinden yerini bulmalıdır. Gece yatınca derin uykularımda bana eşlik etmeli, bana ninniler söylemelidir. Güzeldir vicdanım, uyumluyum onunla. Bana özeldir, kimseninkine benzemez.

Vicdanınız ve sevginizle bütün olarak kalın,

Sy

Genç kalmanın sırları

Neler olabilir acaba? Estetik müdahale mi? Az biraz ucundan botoks mu? Spor salonları mı? Güzellik salonları mı? Kişiden kişiye değişir bunun cevabı. Herkesin gönlüne hitap eden bir yol mutlaka vardır. Benim için genç kalmanın sırları: pişman olmamak, yaratıcı olmak, bolca gülebilmek, gerçekleştirmek üzere hayallerim olması. Bunlar bana yetiyor. Bir de bunları ruh halime günlük uyan sporlarla destekledim mi, benim işim tamamdır… Sizi bilemem!

Ben ne zaman büyüdüm? Doğdum ve sonrasında her gün büyümeye ve gelişmeye başladım. Herkes gibi. Her insan yavrusu gibi, ben de belli yaş dönemlerini geçtim belli beceriler edinerek. Çocuk oldum, ergen oldum-galiba; çünkü bizim devirde bu kadar bilinen bir şey değildi- genç kız oldum, kadın oldum, evli kadın oldum, anne oldum, orta yaşlarda bir kadın oldum, şimdi de 50 yaşıma doğru yol alıyorum.

Çocukken futbol oynamayı çok severdim. Bir de koşu yarışı yapmayı, hızlı koşardım; kimse beni geçemezdi mahallede. Erkek çocuklarının oynadığı tüm oyunlar dikkatimi çekerdi. En az onlar kadar hatta onlardan daha iyi oynamak isterdim. Yarışırdım onlarla. Benim çocukluğumda yılan oynardık. Yaşdaş olanlar hatırlar, gazoz kapakları ile yılanın içinde kalarak baştan sona herkesin kapağını geçmeye çalışırdık. Sonra misket oynardık, dizerdik onları rengârenk ve “ üterdik”. Çok kişiyi ağlatmışlığım vardır, fena üterdim. Ben sekiz yaşlarındayken Üsküdar’da Doğancılar Parkı vardı. Onun karşısındaki bir apartmanda otururduk. Çocukluğum şehirli bir çocuğa göre ağaç ve çimenler arasında geçiyordu. Ağaçlara tırmanırdım ve aşağıdan geçenlere kozalak atardım. Bekçiler kovalardı bizi. Üstüm başım leş eve gelirdim, dizlerim yara bere içinde annem; “ Kızım bu ne hal, erkek Fatma!” derdi. Mahallenin futbol takımı vardı “ Kırmızı Şimşekler”. Takıma kaleci olarak girmiştim ve gidip berberde saçlarımı erkek gibi kestirmek istediğim için üç gün ulumuştum resmen ve sonunda annem pes etmişti. Güldüğüm, eğlendiğim güzel günlerdi o günler. Mutluydum.

Sonra ortaokul faslı geldi, mahalleden taşındık. Arkadaşlarımdan uzak kaldım, annemle babamın sorunları vardı ve ben olaylara dahil oldum. Gülmeyi unuttum. Artık kah babamın, kah annemin tarafını tutmak zorunda kalarak, okulla haşır neşir olarak, büyümeye devam ettim. Artık daha az gülüyordum. Ancak evdeki mutsuz ortam yüzünden sık sık hayaller kuruyordum. Kendi hayatımla ilgili, geleceğimle ilgili, yapmak istediklerimle ilgili. Büyüyordum. Gülmüyordum ancak hayallerim vardı; hayallerimde gülecektim. Biliyordum.

Okul bitti, evlendim, anne oldum. Birçok hayalimi rafa kaldırdım. Ev işi, çalışma hayatı, hayat koşturmacası derken baktım ki hayallerim yok, yaratıcılık hiç yok ancak en azından çocuğumla ve eşimle birlikte gülebiliyorum. Bir yandan da büyüyorum. Kendimle alakalı hiçbir şey yapmadan, kendimi ve isteklerimi hep öteleyerek, büyüyorum. Yaratıcılık yok; olsun çocuğun var ya daha ne olsun diyorum kendime. Mutlu evliliğin var. Varsın olsun hayallerin de olmayıversin. Ara sıra da gülüyorsun işte. Otur aşağıya ve büyü!

Bugün biliyorum ki büyümekle yaşlanmak arasında fark var. Genç kalmak için, hayaller kurabilmek için, gülebilmek için oyun oynamayı bırakmamak lazımmış. Hayat benimle oynamış bunca yıldır ancak ben onunla oynamayı başaramamışım o dönemlerde. Kısa bir zaman için birlikte oyun kurmuşuz hayatla, sonra o dizginleri ele geçirmiş ve beni sürüklemiş. Şimdi zaman benim zamanım artık! Hissediyorum.

Dizginler benim elimde. Bir dönem yapamadıklarıma hayıflanırdım, pişmanlık duyardım. Artık hayatımda pişmanlığa yer yok. Günlük yaşama adapte oldum. Tekrar hayallerim var. Sık sık düş kuruyorum. Onları gerçekleştirmek üzere adımlar atıyorum. Yavaş yavaş, acele etmeden. Önem sırasına göre dizdim düşlerimi. Her şeyde komik bir yan bulmaya gayret ediyorum. Hep gülmek istiyorum. Gülersem; oyun oynayabilirim ve eğlenebilirim. Geçmiş adı üstünde geçmiştir. Herkes yaşlanır, herkes zamanı gelince ölür. Bundan korkmama gerek yok ki. Yapamadıklarımdan ya da yapmadıklarımdan pişmanlık duymuyorum çünkü korkuyu oluşturan faktörler bunlar. Sonrasında içine zamanın akıp gitmesi de eklenince insan hüzünleniyor çünkü. Gerek yok. Büyüdüm ben artık!

Düşlerim olmalı, gülebilmeliyim ve günü yaşayabilmeliyim. İşte gençliğin sırrı bu bana göre. Bahçemdeki ağaca tırmanıp kirazlarımı, eriklerimi topluyorum. Tıpkı parkta kozalak attığım günlerdeki gibi. Köpeğimle koşu yarışı yapıyorum. Bol bol gülüyorum, hiçbir şeyi kişisel algılamıyorum, takılmıyorum; anı yaşıyorum gönlümce. Hindistan’a, Tibet'e motosikletle gezi planlıyorum eşimle birlikte. Gideceğim en kısa zamanda. Yoga yapıyorum, ormanda yürüyüşler yapıyorum. Yazın bol bol yüzeceğim. Kitap okuyorum her daim. İkinci kitabımı yazıyorum, yakında bitireceğim. Yaratıcılığı geliştiriyorum. Daha çok yapacaklarım var. Mutluyum. Gülüyorum. Çocuk hissediyorum kendimi. Mutlu bir çocuk ve büyüdüm… Biliyorum…

Kendinizi severek genç kalın,

Sy

25 Mart 2012 Pazar

Bir “Pazar” eğlencesi


Büyük kentlerde yaşam tüketicidir. Yorucudur, bu yüzden hep site yaşamı tercih edilir. Çöpün toplansın, kalorifer sorunun olmasın, teknisyen bulunsun arızaların giderilsin, bahçene bakılsın, ortak alanlar temizlensin; bunların yapılması için oldukça ciddi aidatlar öderiz ama olsun. Rahatımız sağlanır ya koymaz bize.

Bu düzeni tutturabilmek için yöneticiler seçilir, müdürler atanır, güvenlik şefi alınır, personel, personel odaları ve kaçınılmaz son gelir: Site toplantıları… Bu toplantıları genellikle hafta ortası gece yapmak isterler ancak herkes karşı çıkar yorgunuz derler. Cumartesi öğleden sonra yapmak isterler, gün ortası diye itiraz edilir. Pazar günü 12.00 ye koyarlar kimse itiraz etmez. Demek ki pazar feda edilebilen bir günmüş…

Bu hafta bizimde site toplantımız var. Evde yazı tura attık ben kazandım, eşim ağlamaklı yollandı toplantıya. Ben de geçtim masamın başına az sonra başlayacak olan toplantıyı sizlere canlı yayın aktarıyorum. Nasıl mı? Bir öncekinin, daha öncekinin, en eskisinin tıpkısının aynısı olacağı için, biliyorum. Bakın bizim sitede toplantıda neler konuşuluyor!

Hepiniz hoş geldiniz kat malikleri;
Bildiğiniz üzere her an her dakika her şeye zam geliyor. İşte bu yüzden yeni dönemde sizlere daha iyi hizmet verebilmek için aidatlara %.... zam yapmayı düşünüyoruz. Yapacağız da, istediğiniz kadar itiraz edin bir işe yaramaz! Ya çöpünüz alınmaz, ya güvenliğiniz sağlanmaz ya da parayı tıpış tıpış ödersiniz…

Ana mevzu budur. Gerisi boştur. Saatlerce tartışılır, hakaretler savrulur, personel acımasızca eleştirilir. Birbirine selam bile vermeyen kat malikleri aniden yandaş olurlar bu zam karşısında. Ancak yönetimde olanlar- kaldı ki onlar da bizdendir, kat malikleridir; ancak başka gezegenden gelmişçesine davranmaktadırlar- geri adım atmazlar. Sonuna kadar direnirler. 12.00 de başlayan toplantı saat 17.00 e kadar bağırış çağırışla devam eder, sonuç alınamadan dağılır. Ertesi hafta bir kâğıt yollarlar elinize: ”Her şey olması gerektiği gibi olacaktır. Merak etmeyiniz, bankaya şu kadar fazla parayı yatırdınız mı, sorun yok. Geçmiş olsun, saygılarımızla” derler bu notta.

Sevgili eşime geçmiş olsun diyor, kitabıma gömülüp, köpeğimle bahçe keyfime kaldığım yerden devam ediyorum. Ancak her canlı bunu tadacaktır, biliyorum; bir sonraki toplantıya ağır aksak adımlarla gidecek olan da benim! Ne demişler hayat müşterektir…

Sevgiyle kalın,

Sy

23 Mart 2012 Cuma

Kendime check-up yaptım!


Kendimi kontrolden geçirmeye karar verdim bu sabah. Uyandığım dakika itibarı ile baktım kendime, inceledim. Çıkan sonuçtan memnun oldum. Ben artık kontrol mekanizmasını elden çıkarmışım. İkinci el satışlarda sürmüşüm piyasaya. Olmuyor çünkü olmuyor, hem yaşamak hem her şeyi kontrol etmeye çalışmak olmuyor. Anladım artık.

Hayatın içinde debelenirken kontrolcü bir tutumda bulunmak beni zorluyor. Bu yüzden kabullenip ne çıkacaksa bahtıma diyerek hem kendime hem seçimlerime güvenme kararımı aldığımdan beri rahatım. Kontrol etmeye çalıştıkça mevcut sorunları büyüttüğüm gibi önümde beliren farklı çözümleri, farklı yolları, farklı sürprizleri gözden kaçırıyorum. Alternatif bir dünya ararken aslında o dünyanın gözümün önünde dönüp durduğunu ıskalıyorum.

Bahar alerjilerim başladı, sesim yaklaşık bir haftadır cinsiyetsiz; burnum kedi gibi hep ıslak; gözlerim ağlak ağlak bakıyor. Yıllardır bunun önüne geçebilmek için içtiğim ilaçların, araştırdığım tedavilerin haddi hesabı yok. Tam iki yıl oldu alerjimle kanka olalı. Kabullendim artık ıslak burnumu, ağlak suratımı ve garip sesimi.  İki senedir daha rahatım aslına bakarsanız. Sesimin garipliğini duymuyorum, gözlerim şirin bakıyorlar, burnum ıslaksa sağlıklıyım demek ki diyorum- hayvanlar için geçerli gerçi ama olsun-; alerjilerimin gelip geçici olduğu mantrasını zihnime yerleştiriyorum. Kendimden hoşnut olmak benim için son zamanlarda ilk sıralarda yer alıyor. Yaşamda elimden geleni yaparak kendimi akışa bırakmayı seçtim. Alerjiye bağlı sıkıntılarım gittikçe hafifledi. Bunda Reiki’nin de çok faydasını gördüm unutmadan ilave edeyim.

“Ben alerjik bünyeliyim” açıklamasını kaldırdım ortadan. Bu cümle; beni alerjiyle bütünleştiren ve alerjik olduğumu her zaman kabullenen bir cümle olarak zihnimi tırmalamaya başladı. Böyle olunca değişmeden, hep bu kavramla yaşamak zorunda kalıyordum. Değiştirdim bu cümleyi: “ Bahar aylarında bazı şeyler beni kısa süreliğine rahatsız ediyorlar ancak kalıcı değiller, zamanla hiç kalmıyorlar” diyorum. Gerçek olan alerjik olduğumsa eğer bu gerçek bana ve benim süreme uymak zorunda; ben ona uymak zorunda değilim. Alerjimi kontrol etmiyorum, alerjik olduğumu kabul ediyorum ve alerjimi oluruna bırakıyorum. Müdahale etmiyorum. Çünkü onu kontrol etmeye ve kendimi korumaya çalıştıkça gündelik yaşamda beni kısıtlamaya başlıyor. Korkmaya başlıyorum, tıkanır mıyım sorusu beynimin içinde dans ettikçe sokağa çıkamaz hale geliyorum.

Bu sadece alerjiyle de alakalı değil. Düşünsenize hep bir şeyleri kontrol etme sevdasında değil miyiz? Bahar gelince karıncalar ortaya çıkar aman eve girmesinler kurtulmak zordur; kilomuzu kontrol edelim mayo mevsimi geliyor; bahar yorgunluğu yaşamayalım bolca vitamin takviyesi alalım; okullar tatil olacak şimdiden tatil rezervasyonlarımızı yapalım; daha sık yıkanacakları için saçlarını kısalttıralım da çocuk her dakika üşütmesin… Bu cümleleri çoğalttıkça hayatımızda her dakika her şeyi kontrol etmeye ne kadar meraklı olduğumuzu görebiliriz. Kontrol sevdası çabucak endişeye dönüşür.

Hayatımızda endişe yer almaya başladığı zaman, içinde bulunduğumuz yaşama ve kendimize koşulsuz evet deme halimiz zaman içinde tepe taklak olmaya başlar. Gittikçe endişe ve şüphe ile yaklaşmaya başlarız olan bitene, kendimize. Ve bunun sonucunda “ anı yaşamayı” kaçırırız. Tek işimiz vardır bundan sonra; kontrol memuru olmak.

Hayatta olup bitenle ve kendimle uğraşıp didinmekten, ne olup bittiğini kontrol etmekten vazgeçtim. Bana neler olacağını yalnızca merak ediyorum, hafiften…

Sevgiyle kalın,

Sy

22 Mart 2012 Perşembe

Gerçek mi yalan mı?


Aslında yalan söylemiyoruz. Çünkü gerçeği söylediğimizi zannederek konuşuyoruz. Böylece kendimizi ve başkalarını kandırma mekanizmasını harekete geçirmiş oluyoruz. Bunu yaparken de belli bir maksadımız yok, öylesine hareket ediyoruz aslında. Bilinçli, planlı ve detaylı yalan söylemek zaman alan bir iş bana göre. Bu yüzden gündelik hayatta öylesine kelimeler dökülüyor ağzımızdan, konuşuyoruz sadece; kimi zaman doğru kimi zaman yalan oluyor söylediklerimiz.  İşte bu yüzden kimse birbirinin ne söylediğini, ne anlatmaya çalıştığını anlamıyor. Bu yüzden yargılamalar ve anlayışsızlık ortaya çıkıyor. Bu yüzden ne kendimizi ne de karşımızdakini tam olarak çözemiyoruz. Ne ilginç! Oysa sadece gerçeği söylediğimizi zannediyorken kendi yalanlarımızı sıralıyoruz ardı arkasına farkına varmadan.

Bir dostunuzla beraber olduğunuzda eğer o kişi yakınmaya başlar ve dertlerini ortaya dökerse, kendi gerçekliğinizden kolayca koparak onun gerçekliğine adım atarsınız. Onunla birlikte aynı şeylerden şikâyet etmeye, söylediklerini tasdiklemeye başlarsınız. Oysa bunları hissetmek bir yana böylesi bir olayı yaşamıyorsunuzdur bile. Bununla kalsa ne ala! Ondan ayrıldıktan sonra dahi öyle bir ruh hali içinde olursunuz ki, artık sizin gerçek duygularınızı arayın bulun kolaysa. O dostunuzla karşılaşmadan önceki durumunuz değişmiştir. Çünkü kendi duygu ve düşüncelerinizi; kendi gerçeklerinizi bir kenara atarak size ait olmayan gerçekliğin içine dalmışsınızdır onca tasdiklemeden sonra. Hop değişiverdiniz, sarılamadınız kendinize!

Bir konudan öyle eminsinizdir ki; Nuh dersiniz Peygamber demezsiniz. Ancak girdiğiniz bir ortamda kendi “eminliğinize” sıkı sıkıya bağlı olmadığınız için; yanlış gördüğünüzü doğru kabul etmeye ve karşınızdakileri tasdiklemeye başlarsınız; kolayca. Hiç farkında olmadan şekil değiştiriverdiniz yine.

Sürekli bir çatışma hali içindeyseniz, öfkenize hâkim olamıyorsanız ve hayatta ne istediğinizi bilmiyorsanız yukarıdaki durumlardan kaçınmanız biraz zor oluyor. Çünkü enerjimiz düştükçe etrafımızda olanlarla etkileşim içinde oluyoruz, zayıflıyoruz. Hemen hemen her konuda kendimizi haklı bulmaya ve diğerlerini suçlamaya başlıyoruz. Böylece kendi hatalarımızla yüzleşmek yerine başkalarının hatalarını gözlemlemeye ve o hataları dillendirmeye bayılıyoruz. Hoşumuza gitmeyen durumlardan kaçmaya, reddetmeye ve dolayısıyla hem kendimize hem de etrafımıza yalanlar sunmaya; sunduklarımıza da inanmaya soyunuyoruz. Belli bir zaman sonra zordur “ne olduğunu” kabul etmek. Çünkü o kadar şiddetle reddederiz ki kendimizi; sonuçta kendimizin bile inanmaya başladığı bir sahtecilik içinde yer alırız. Çık çıkabilirsen işin içinden…

Böylece etrafımızda gelişen olayların akışına kapılarak savrulmaya başlarız. Bir o yana, bir bu yana salına salına gezinirken, başkalarının düşünce ve davranışlarını benimsemeye ve taklit etmeye başlayarak kendimizi iyice unuturuz. Artık mevcut değilizdir ve iyice korkarız bu durumdan. Olur ya yanılıp da kendimizi ortaya koyarsak içinde bulunduğumuz duruma ve mevkiiye de ait olamayacağımız düşüncesi sarar sarmalar bizi. Boğuluruz hafiften.

Eğer bütün bunların farkına varabilsek aslında ne olduğumuzu ve kim olduğumuzu bulabiliriz. Kendimizi kaale almaya ihtiyacımız var. Bu gerçekten önemli bana göre. Bunu istememiz gerekir ki içinde bulunduğumuz dar alandan ferah alana geçiş yapabilelim. Bunu yapabilmek için kendimize doğruyu söylememiz gerekir. Bana göre gerçeği görmek ve yüzleşmek; kim olduğumuzla alakalı detayları ortaya çıkartacaktır. Gerçeğin ve yalanın ne olduğunu anlayabilmek ve kavrayabilmek için de kendi yalanlarımızın neler olduğunu bulmamız gerekir. Bunu yapabilmek içinde sadece kim olduğumuzu bilmeyi seçmek yeterli olacaktır.

Bazen gerçeği duymak acıdır, bilirim. Yalanlarla yaşamak daha da acıdır, onu da bilirim. Hayatımda o kadar çok sahte yaşamlara rastladım ki, ürktüm. Kendi dünyama, doğruma, gerçeğime, benliğime sahip olduğum için mutlu oldum. Bunu da korumaya kararlıyım. Sonuna kadar…

Yalansız dolansız gerçek bir yaşama sahip olmanız dileği ile sevgiyle kalın,

Sy

11 Mart 2012 Pazar

Alışkanlıklarımız…

2010 öncesi; 

Hepimizin alışkanlıkları vardır. Yemek yerken, araba kullanırken, evi temizlerken, bulaşık yıkarken bile garip eylemlerimiz vardır. Benim çamaşır asarken bile garip alışkanlıklarım vardır. Önce var gücümle silkelerim makinadan çıkan çamaşırı, sonra katlarım sepete koyarım. Sonra o sepeti alırım kolumun altına yollanırım çamaşır teline. Çorapları bir tele, atletleri başka bir tele asarım. Gömleklerde ve tişörtlerde asla mandal kullanmam. Kolları iki yana açık sererim onları tele, daha çabuk kuruyorlar o zaman. Kazakları başka bir tele sererek kuruturum, asmam. Ritüel gerçekleştiririm bir bakıma, alışkanlık işte ne yaparsınız… 

Gündelik hayat koşturmacası içinde olmazsa olmazlarım vardır. Tikliyim anlayacağınız. Artık bazı şeyleri sıkı gözlemleyerek azaltma yolundayım, başarıyorum da. Ancak gene de bazı alışkanlıklar “huy” haline gelmişler. Hani can çıkar huy çıkmaz derler ya; aynen öyle. Bakın başka ne acayipliklerim var: yatağın sağ tarafında yatarım, nedensiz. Sofra kurarken yenilen yemek ne olursa olsun tam takım tabak ve çatal, kaşık, bıçak çıkartırım. Peçeteleri üçgen şeklinde tabağın kenarına koyarım. Mutlaka renk uyumu ararım. Biraz da göze hitap etmesini isterim sofranın, sadece mideye değil. Meyve soyduysam her bir cinsi ayrı tabağa soyarım, suları birbirine karışsın istemem. Yenecek kadar ekmek dilimlerim, dilimlenmiş ekmeği saklamayı sevmem, bütün olarak kalmasını tercih ederim. Deli miyim neyim ben! 

Renk uyumu benim için önemlidir, kendimi daha iyi hissederim. Hala çanta ve ayakkabı ve kemer de modaya uyamadım, renklenemedim bir türlü. Her şey aynı renk olmalı veya aynı rengin tonlarında. Klasiğim biraz anlayacağınız. Genelde siyah, beyaz, kahverengi, gri, toprak renklerini tercih ederim. Kılık kıyafet haricinde evde de bu renkleri severim. Yumuşak geçişlerle bütünlük hissi versin isterim. 

Bazen bu alışkanlıklarıma bakıyorum bunlar beni yansıtan seçimlerdir. Bazen de bakarım bana özel değiller. Sanki bana ait değillermiş gibi hissederim. Genelde ruh halimle uyumlu olur bu alışkanlıklarım. İyi hissettiğimde beni rahatsız etmezler, günümde değilsem ayak bağı olur ağır gelir bu alışkanlıklar. Evimin dışında isem de bazen dayanılmaz olurlar. Yumurtayı tam üç dakika haşlayın lütfen, menemenin biberleri iri kalsın lütfen, kahvesi az tek şekerli bir kahve lütfen, salataya soğanı ince kıyın lütfen, kızartma biberin çekirdeklerini çıkartın lütfen, odayı temizledikten sonra camı açık bırakın lütfen, yatağı havalandırın lütfen… İnsanlar ne bilsin benim neyi nasıl sevdiğimi? 

2010 sonrası; 

Hayatımızın kaçta kaçını oluşturur bu alışkanlıklarımız? Gözlemleyin, üşenmeyin, öyle komik şeyler bulacaksınız inanamazsınız. Kimini otomatik olarak yaparız, kimini de sezgisel olarak. Benim sorunum basitti bu alışkanlıklarımı gözlemlediğimde. Sorunum düşünmeden kalıplaşmış olarak hareket etmemden kaynaklanıyordu. Kendimi alışkanlıklarımın akışına bırakmıştım deyim yerindeyse. Şimdi ise alışkanlıklarım benim akışıma uymak zorundalar. Hayat böyle daha kolaymış. Keşfettim. Sorun haline gelmeden çözdüm onları. Önce sahiplendim sonra çözdüm. 

2012 şimdi; 

Kahvem hala aynı durumda, renk uyumum devam ediyor, sofra düzenim aynı hatta taze çiçek ilave oldu, diğerlerinde normale döndüm. Çamaşırları azat ettim. Hala ara sıra dişli sıyırdığım oluyor, derhal bakıma alıyorum kendimi. Sözün özü zır deliydim az deliye döndüm. Hayatım ve ben normaliz kendimce:))

Sevgiyle kalın,

Sy

Gülmek ve sohbet etmek. Dostlarla Almanya.

Birkaç gündür yurt dışındaydım, iş seyahati. Almanya’ya gittik eşimle birlikte. Hava da oldukça güzeldi, kar yoktu, yağmur yoktu ve ara sıra yüzünü gösteren bir güneşle boş vakit buldukça etrafı dolaştık sersem sepelek. Dostları ziyaret ettik. 

Ekonomik sorunlar Almanya’da da var. Benzin aşağı yukarı aynı rakamlarda satılıyor hatta dizel daha pahalı. Hayat ucuz değil, ev kiraları şehir merkezinde oldukça yüksek, evlerin metrekareleri düşük. Banliyölerde daha büyük metrekarelerde evler var, bahçeli; fiyatları daha uygun. Mezun olan gençlerin tan zamanlı iş bulması kolay değil. Haftanın belli günleri için- 3 günlük- işler oldukça yaygın. Ancak şehrin- Münih’teydik- tamamına bir düzen hâkim. Gençler akşam saatlerinde ellerinde birer sandviç ve içecekle parklarda ve meydanlarda gelişigüzel serilmiş sohbetteler. Hemen hemen hepsi kahkaha atıyorlar. Şık ve iyi giyimli orta yaş kesimi iş çıkışı akşam yemeği için restoranlara doluşuyor. Akşam saatlerindeki soğuğa kimsenin aldırdığı yok, bebek arabaları ile herkes kendisini dışarı atıyor. Belli bir saatten sonra sokaklarda kalabalık kalmıyor, evlerine çekiliyor herkes. 

En çok dikkatimi çeken şey hemen hemen herkesin sohbet etmesi ve güler yüzlü olmasıydı. Arkadaşını alan cafe'lerde, restoranlarda sohbetteydi. Tanıyan tanımayan birbirine kibarca selam veriyordu. Garsonlar belli bir düzen içinde müşterilerle ilgileniyorlardı. Kimse “Bakar mısınız?” diye seslenmek zorunda kalmıyor. Her şey tıkır tıkır işliyordu. 

İster istemez aklıma ülkem geldi. Yurdum insanı uzun zamandır selamsız sabahsız. Meşhur misafirperverlik ve güler yüzlü insanımız artık sadece kırsalda kaldı. Büyük şehirlerde ne yazık ki gülen surat yok artık. Hayat koşturmacası, hayat şartları, trafik problemleri, faturalar,sorunlar, sağlık problemleri vs. derken herkes hayattan bezmiş bir halde “ Merhaba” bile demeden yaşayıp gitmekte. Bu arada merhaba demeyiz ancak herkes herkesin ne yaptığı ile aşırı ilgilidir de. Eleştiriler, yargılar havalarda uçuşur ancak bir selam vermeyiz birbirimize. Bir dostunla sohbet eden, gülüşen insan sayısı parmakla sayılacak kadar azaldı artık. Maddi değerler, manevi değerlerimizi silip süpürmekte. Kızgınlık, öfke, şiddet her yeri yavaş yavaş ele geçirmekte. Sabırsız ve kuralsız bir toplum olma yolunda büyük adımlar atmaktayız. 

Tabii ki orada yaşayan dostlarımızla akşam yemeğinde konuştuğumuzda bizim yaşadığımız sorunları ara sıra onların da yaşadığını dinliyoruz kendilerinden. Ancak düzen ve hoşgörü genelde her yere hâkim olmuş durumda. Kırk iki yıldır orada yaşamakta dostlarımız. Ancak öyle bir noktaya parmak bastılar ki şaştım kaldım bir ara. Yurt dışında yaşamanın zorluklarından ve ülke özleminden bahsediyorduk ki mevzu bir anda şimdiki an ’a geldi. O an ’a… 

Hayatın çok kısa olduğunu ve dolu dolu yaşamak gerektiğiniz söylediler. Yabancı bir ülkede yaşamakla kendi ülkesinde yaşamanın farkı olmadığını; nerede yaşıyorsan orada an ’ı yakalamanın önemini vurguladılar. Sorunları kendimizin yarattığını ve çözümlerin gene bizde olduğunu ilave ettiler. Yaşadığımız tek an nefes aldığımız andır dediler. Geçmiş ya da gelecek önemli değil dediler. Buraya ilk geldiğimiz yıllarda Almanlar bizi; biz de onları tanımıyorduk. Zaman içinde birbirimizi tanıdık ve ortada bir yerde buluştuk dediler. İnsan istedikten sonra barış ve uyum içinde her yerde yaşayabilir dediler. Geçmişte olmuş olan negatif yaklaşımlara takılmıyoruz, günümüze bakıyoruz dediler. Geçmiş değişebiliyorsa gelecek neden düzenlenmesin ki diye ilave ettiler. Keyifli bir akşam yemeği ve sohbeti gerçekleştirdik. O an hatırlanan bir an ’dı benim için, güzeldi… 

Evim evim güzel evim, özlemişim evimi; evimi seviyorum. 

Sy

8 Mart 2012 Perşembe

Son sözü söyleyen olmak önemli midir?

Konuşmak, kendini ifade etmek güzeldir. Anlaştığınız kişilerle sohbet etmek doyulmaz bir keyiftir. Peki, atışmalarda, kavgalarda sesimizi yükseltmek ve mutlaka son sözü söyleyen, noktayı koyan olmak önemli midir? İçinde dışında ne varsa boşaltmak, kinini kusmak ve tüm geçmişi ve şimdiyi ortaya dökmek; gerekiyorsa geleceğe de uzanmak nasıl bir duygudur? O an için tatminkârdır. Ya sonrasında? 

Benim için konuşmakta, atışmakta sessizlik içermelidir. Yani konuşmalarım ve atışmalarım önce sessiz olmalı sonra söze kelimelere dökülmelidir. Bu anlarım sessizliğimin içinden seçerek kullanacağım kelimelerden oluşmalıdır. Ancak o zaman mana ifade edeceklerdir, benim istediğim anlamı ve manayı oluşturacaklardır. Bakış açımı tamamen bana ait olarak kullanabilmiş ve ne istediğimi tam olarak ifade edebilmiş olurum o zaman. İnsanların kavgalarının ve anlaşamamalarının temelinde kendi kelimeleri ile değil kalıplaşmış tepkilerle cevap vermeleri yatmaktadır. Ben buna inanıyorum.

Sessiz kaldığım anlarda içime, kendime kolayca dönebiliyorum. O zaman ne istediğimi, ne anlatmak istediğimi özenle ortaya koyabiliyorum. Sessizliğin içinde olmadığım anlarda ise tepkisel olarak mevcut kalıpları ve kelimeleri kullanıyorum. Kendimle yaptığım çalışmalarda dikkat ettiğim en temel noktalardan biri oldu bu konu. Özellikle derinleşmeye gayret ettim verdiğim her cevapta, sorduğum her soruda. O zaman “ beni “ ifade etmiş oluyorum. Etrafımla kurmaya çalıştığım ilişkide bu sessizlik bana çok yardımcı oldu. İlişki kurmak için tercih ettiğim ifade şekli tamamen bana ait olmalı, benim kelimelerim benim duygularımı ifade etmeli, benim duygularım da benden gelmeli; bana ait olmalı diye düşünüyorum. O zaman ben konuşmuş, beni anlatmış ve  ifade etmiş oluyorum. Böyle olunca “kendimi “ her söylediğimde bulabiliyorum. 

Bilinçaltımdaki kalıplar, korkular, yargılar mevcut bilgi birikimimle birleştiğinde duygu patlamalarına yol açabiliyor ve ben karşımdaki kişi ile aramdaki farkları ortaya koyuyorum. Oysa yola çıkış amacım ilişki kurmak, sohbet etmek ise bu yol bana yardımcı olan bir yol olmuyor. Sessiz kaldığım anlarda karşımdaki kişi ile aramdaki mesafeyi kapatıyorum ve o kişiye bir alan bırakmış oluyorum. Bu alan onun kendisini ortaya koyması için yeterli oluyor. Böylece ne kadar farklı olursak olalım o kişi kendini rahatlıkla ifade edebilme imkânı buluyor. O kişi de kendisine kodlanmış olan bilgi dağarcığının dışına çıkmak için cesaret buluyor. Böylece bir frekansa gelebiliyoruz, konuşabiliyoruz. 

Sessiz kalabilmek için belli zamanlarda kendi içime dönüyorum, doğada yürüyüşler yapıyorum. Doğanın sesleri beni sakinleştiriyor ve kaynağıma döndürüyor. Bu anlar sayesinde başkalarını yargılamıyorum, olduğu gibi kabul ediyorum, yaşadıklarını anlıyormuş gibi bir tavır takınmıyorum, her duruma ve olaya uygun kalıplaşmış kelimeleri kullanmıyorum. Bunları yaparken konuşmayan, sohbet etmeyen, ilgisiz, çekingen bir tavırda değilim. Tam tersi daha içten, daha sıcak, daha empatik, daha saygılı oluyorum çünkü kendime, özüme dönüş yapmış oluyorum. 

Bu yüzden düzenli olarak sessizlik arayışındayım. Bu arayışım sayesinde sözlerim bir anlam ifade ediyor. Sözlerim ve davranışlarım karşımdakine beni anlaması için bir olanak tanıyor. Daha anlaşılır olduğumun bilincindeyim. Sessiz kalabildiğim anlar karşımdaki kişiyi anlayabildiğim anlardır. Sessiz kaldığım anlar benim kendimi yapılandırabildiğim, hayatımı şekillendirebildiğim ve hayatımda olmasını istediğim şeyleri bir araya getirebildiğim anlardır. 

Kendi sessizliğimi keşfedebilmiş olmayı seviyorum, sevgiyle kalın

Sy

7 Mart 2012 Çarşamba

Kadınlar gününde insan olabilmek…

Ana rahmine düştüğümüz anda kız veya erkek olarak dünyaya geleceğimiz bellidir. Doğduktan sonra isim verirler, büyürüz kız ya da erkek çocuk olarak. Sonrasında yaşımız ilerledikçe kadın ya da erkek sıfatı verirler bize. İsimlerimizin önüne Bayan& Bay eklemeleri yapılır. Soyadlarımızda vardır isimlerimizden sonra gelen. Sonra kadınlar anne, erkekler baba olur sırası gelince. Hayatımız boyunca da bu evreler sürer gider. 

Hep bir şeyler oluruz; abla, ağabey, dünür, amca, hala, teyze, kuzen, büyükanne, büyükbaba ve liste uzar gider. Ol olabildiğin kadar. Peki ya insan olmak? İnsan olmamız gerekmez mi her şeyden önce? Kadın ya da erkek diye ayırım olmaksızın insan gibi olamaz mıyız? Yaptığımız her şeyin kadın& erkek diye sınıflandırılmasına kim karar vermiş? O iş sana uygun değil, o yere yalnız gidilmez, kadın kısmı şöyle yapmaz böyle yapmaz; erkekler ağlamaz, erkekler şunu yapar, erkeğin elinin kiridir diye engellemelere, yargılamalara, set çekmelere gerek var mı? Ya da koşullandırmalara? Kadına saygı kazandırabilmek için doğurduğu önemli şahsiyetlerin ismini anarak” O’nu da doğuran bir anneydi, bir kadındı!” demek ne kadar doğru sizce?

Belli gün ve haftaların varlığı benim fazla ilgimi çekmez çünkü bir gün hatırlamak değil her an hatırlamak ve farkında olmak gerektiğine inananlardanım. Ancak çeşitli sembolik günlerin kutlanmasına karşı da değilim. Yaşadığımız dünyada ekonomik ivme yaratmak amacıyla türemiş olsalar da hiç umursamayan bazı kesimlerin dikkatini bir anlığına da olsa çekebilmek için gerekli belki diye düşünüyorum. Sevgilisini, annesini, karısını, çocuğunu, babasını hiç aklına getiremeyenlerin yapılan etkinlik ve kutlamalarla gözlerine sokarcasına bu hatırlatmaların yapılmasını da kimi zaman yerinde bulmuşumdur. Ayrıca bazen kadınlığını, babalığını, çocukluğunu unutmak zorunda bırakılmış olanlar için de gerekli olduğunu düşünürüm böylesi günlerin ve anların. Dalar düşünürüm böyle özel günlerde zaman zaman; “İnsan olmanın önemi “diye bir gün yok mu bizim kutladığımız? Yok! 

O yüzden ben kendime bir an yarattım.” İnsan olmanın önemi ve mutluluğu” diyorum bu ana. Bu an bana ne erkeği ne kadını hiçbir şey düşündürtmeden sadece “insan” olabilmenin keyfini yaşatıyor. Bu anı genişlettim koskocaman bir balon gibi yaptım; oturdum içine dünyanın üzerinde süzülerek uçuyorum keyfimce. Ben ebeveynlerimin kız çocuğuyum, ben bir eşim, ben bir anneyim, ben bir kadınım. Ancak her şeyden önce ben bir “ insanım”. İnsanlığımı yaşarken hem kadın, hem eş, hem anne, hem çocuk olabiliyorum. Her türlü sıfattan önce insan olduğumun bilincindeyim. Ve insanca yaşamaya bakıyorum. Kadınca ya da erkekçe yaşama haklarını değil; insanca yaşama hakkımı seçiyorum ve savunuyorum. Böyle mutluyum. Çünkü insanca yaşamayı seçtiğimiz zaman; ayrım gözetmeksizin herkes hakkıyla yaşayabilecek. Ben buna inanıyorum. Bana göre eğer insan olursan her şeyin farkında olursun. Neyi yapman, neyi yapmaman gerektiği konusunda özgür iradenle karar verebilirsin. İçinden gelen sesi takip ederek, içindeki gücü kullanarak ayırım olmaksızın hayatını sürdürebilirsin. 

Tarlada zor şartlarda iş gören kadın, dövülen ve öldürülen kadın, sokağa atılan kadın, okutulmayan kadın, hakları elinden alınan kadın, para karşılığı çocuk yaşta satılan çocuk kadın, meclise seçilmeyen kadın, iş yerinde yükselemeyen kadın; bu kadınların hepsi sizsiniz, benim, onlar hepimiz BİRİZ. Ama öncesinde hepimiz insanız. Bunu hatırlayalım ve hatırlatalım… 

Kendi özel anımı her gün kutlarken, sizlerin de kadınlar gününü kutlar; bir gün herkesin doya sıya insan olduğunu fark etmesini ve ettirmesini dilerim. 
Sevgiyle kalın, 
Sy

6 Mart 2012 Salı

Lunaparktaki çocuk olmak

Hep bir şeyler söyler dururuz ondan sonra da söylediğimizin tam tersini yaparız çoğu zaman. Kiloluysak eğer, çok yediğimiz bir öğünden sonra bir daha böyle yemek yemeyeceğim, kilo vereceğim deriz. Sonrasında ise tatlı siparişini veririz. Çok severiz deliler gibi, üzülürüz; bir daha asla böyle sevmeyeceğim deriz. Belli bir zaman sonra aşkın sularına kapılıp gideriz. Çocuğumuz bir şey ister “Bu son bak! Bir daha yapmayacağım ona göre! “ deriz. Bir hafta sonra aynı şeyi tekrar yaparız. Elektronik alet alırız en pahalısından, dandik çıkar, bozulur; bu markadan almam bir daha deriz. Gider aynı markanın bir üst modeline daha fazla para öder getirir koyarız bozulanın yerine. Hayat böyle akıp gider; yapmam, yaparım, yaparsın, yaparlar…

Niye peki? Neden hep aynı şeyleri tekrarlar dururuz bu hayatta? Sanki lunaparkta çarpışan arabalara binmiş çocuklar gibi davranırız. Lunaparktaki çocuk gider toslar bir yerlere şen kahkahalar atar. Oysa yetişkin hayatımızda arabayla bir yere tosladığımızda hem canımız yanar, hem can yakarız öyle değil mi? Ne olur sanki hem toslasak, hem şen kahkahalar atsak aynı çocukluğumuzdaki gibi? Olmaz mı? Olamaz mı?

Sonrasında işler daha da garip bir hal alır. Otururuz lunaparkın bir köşesine başlarız etrafı kesmeye. Cık cık sesleri ile sağa sola neşeyle koşturan; zincirlere binen, atlıkarıncaya binenlere bakarız. Yanımıza gelen birisi oldu mu yakalayıveririz ve çekeriz aşağıya: “ Binmeyin o aletlere çok tehlikeli.” Bakarlar bize şaşkın açılmış gözlerle hayatın başındaki gençler; “ Niye ya, nesi tehlikeli?” Evet, nesi tehlikeli? Vakti zamanında sana söylendiğinde sen dinlemiş miydin? Hayır! Her şeyi göze alarak binmiştin, üstelik de çok eğlenmiştin. Bırak onlar da yaşasın bu mutluluğu. Sen şu an mutsuzsan niye herkesi mutsuz etmeye uğraşırsın ki?

Herkes kendi kafasına göre iş yapar her yaş döneminde. Çocukken gözü karayız ya, yetişkinken de acemice çabalarız gözü kara olmaya. Olamayız ama çünkü içten gelerek hesapsızca yapmayız yapmakta olduğumuzu. Bu yüzden gözü karalık zamanla “ ders almama” şekline bürünür. Tıpkı bir kurdun kuzu postuna bürünmesi gibi. Sonra da kırmızı başlıklı kızı bekleriz, gelsin de canına okuyalım diye.

Ben bu durumu kendimce çözüm galiba. Zihnimin içinden geçen düşüncelere takılmıyorum artık. Ya böyle yapacaksın, ya da şöyle deyip duran zihnimi susturdum. Ya iyi ya kötü; ya zararlı ya zararsız; ya pahalı ya ucuz; ya dayanıklı ya çürük; ya güzel ya çirkin diye durmadan kalıplar sunuyor bana. Dinlemiyorum ben onu. Konuşup dursun. Çünkü ne zaman iyi olanı seçsem, “Ya öbürü daha iyiyse?” diyor. Bu faydalı bunu almalıyım desem, “ Ne biliyorsun? Belki öteki daha faydalı olurdu” diyor. O taraf doğru, bu taraf yanlış; bu taraf yanlış o taraf doğru diye durmadan kafa buluyor benimle. Aslında benden beter durumda oldukça kararsız gözüküyor. Bu yüzden susturdum onu artık. An ’dayım ve kendimleyim uzun zamandır…

Hayatımızda yaptığımız her şeyin, aldığımız her kararın “ farkında “ olmadığımız sürece bu kararsızlık, bu ikilem, bu zıt kutuplar hep var olacaktır. Bu yüzden farkında olmak gerekir ki eylemlerimizde kararlılık oluşsun. Böylece her şey mümkün olabilir. Akışla birlikte harekete geçersin ve yapacağın eylem kendiliğinden oluşur; böylece sen de doğru mu yanlış mı diye kıvranmazsın. Her anı yaşarsın alabildiğince, farkındalıkla. Her anı başka bir an daha olmayacak gibi yaşarsan anın keyfini çıkartır ve an ’la bütünleşebilirsin. İşte o zaman sen de bütün olabilirsin!

Sürekli bir şeyleri kaçırdım mı acaba diye düşünürsen, lunaparktaki çarpışan arabalardan hiç inemez ve hep toslarsın sağa sola; ancak çocuk kahkahaları atmak yerine; inlersin sessizce, içinden, derinden…

Anın farkındalığında kalın,

Sy

4 Mart 2012 Pazar

Çabuk pes etmeyin.

Çoğu insan kolay pes eder. Hayatın zorlukları karşısında çabuk yıkılır ve vazgeçerler mücadele etmekten. Oysa bazı insanlar vardır ki her ne olursa olsun ayakta kalırlar. Kimi zaman kendileri için isteyerek; kimi zaman da etrafındakiler çabuk yıkıldığı için mecbur kalarak. Her ne olursa olsun çıkış aramak önemlidir. Yoksa kaybolmayı seçmek hem çok kolaydır hem de zahmetsizdir. Güzel olan zoru başarmaktır derler.


Her şey üst üste gelir. Bir şey ters gitmeye başladı mı, genel de her şey tepetaklak olmaya başlar. İşler yolunda gitmez, maddi durumlar terse döner. Hesapta olmayan borçlar veya aksilikler ardı arkasına yağmur gibi gelir. Ne olduğunu anlayamadan başka bir sorun dikilir karşımıza. Hastalıklar baş gösterir. Boğulmaya başlarız. Etrafımızda güvenip te dert anlatacak veya yardımı istenebilecek az insan olduğunun farkına varırız ki bu da duruma son noktayı koyar. Yıkım başlar.

Peki, ne yapmak gerekir? “İyi hissetmek” gerekir her şeyden önce. O kadar sıkıntı ve üzüntünün arasında iyi hissetmek mümkün olabilir mi? Olabilir. Kendine yardım etmek isteyen her insan önce iyi hissetmeyi becerebilmelidir diye düşünüyorum.  Nasıl bir şeydir iyi hissetmek? Bu herkese göre değişken bir kavram olabilir. Kimi iş yaparken, kimi yürürken, kimi duvarları boyarken, kimi çiçekleri düzenlerken kendini iyi hisseder.  Tamam, peki;  kendini bıkkın, kızgın, mahvolmuş ve bitmiş hisseden birisi nasıl iyi hissedecek ki? Yaşamayı seçerek ve durumlar ne kadar kötü olursa olsun düzeleceğine dair bir inancı seçerek; düşüncelerini seçerek…

Ödenmesi gereken borçlar var ve neredeyse meteliğe kurşun atarken bile; şimdiye kadar nasıl dayandığınızı, daha önceki durumlardan nasıl çıktığınızı düşünün. Hep halloldu değil mi? Bir şekilde çözüldü. Gene çözülecektir. Yeter ki çözülmesini isteyin. Başkalarının ne diyeceğinin önemi var mı? Sizin başarısız olduğunuzu düşüneceklerse bırakın düşünsünler. Önemli olan siz kendi hakkınızda ne düşünüyorsunuz?

Dağılmış hissediyorsunuz. İpin ucu o kadar kaçmış ki, nereden başlayacağınızı bile bilmiyorsunuz. Yapacak bir şey kalmamış gibi gözüküyor. Yetersizlik algınızı bir kenara bırakın. Küçük adımlar planlayın. Bu planları yaparken her birinin başına, “ Ya tutmazsa, ya işe yaramazsa” diye eklemeler yapmayın. Olumlu plan yapın, kendinizi baltalamak için değil.

Bütün her şeyin omuzlarınızda olduğunu ve sizi ezmeye başladığını hissedebilirsiniz. Baskı altında olduğunuzu ve daha önceki sorunlarda yaptığınız fedakârlıkları düşünerek işi içinden çıkılmaz hale getirmek size kalmış. Ancak böyle düşünmek size bir fayda sağlamaz. Kaçmak için bahaneler arıyorsanız bunu daha açık bir dille ortaya koyabilirsiniz öyle değil mi?

"Ne yapmak istiyorum" diye sorun kendinize ve dürüstçe cevap verin. Seçme özgürlüğünüz olduğunu unutmayın. Korkularınızla yüzleşin. Sizi engeller ve zorluklar karşısında yıkan ve hayata küstüren sebeplerin altında korkularınız olabilir. Keşfedin onları. Başarısızlık korkusu, parasız kalma korkusu, mükemmel olamama korkusu gibi. Bulun korkularınızı gerçek nedenlerinizi ve yüzleşin.

Her şeyi siyah ya da beyaz olarak görmekten vaz geçin. Var olan sorunu hep varmış gibi düşünmeyin. Güzel olan şeylerin altında olumsuz olabilecek şeyler aramaktan vaz geçin. Yaptığınız işten bir sonuç bile almadan daha önceki işlerinizle kıyaslayıp “Ya olmazsa bu da başarısız olursa !”demeyin. Kendinizi ve başarılarınızı küçümsemeyin, kendinize değer verin. Üzgün olduğunuz anlarda aldığınız kararlar gerçeği yansıtmaz, o kararlarınızı gözden geçirin. Kendinize etiket yapıştırmaktan ve önyargılarınızdan vaz geçin. Yaşadığınız hiçbir şeyi kişisel almayın, bunlar sadece size özel değil inanın.

Herkesin sizi nasıl bildiği, nasıl gördüğü, ne düşündüğü, ne söylediği önemli değil. Siz kendinizi nasıl biliyorsunuz? Siz kendinizi nasıl görüyorsunuz? Siz kendiniz hakkınızda ne düşünüyorsunuz? Siz kendinize ne söylüyorsunuz? Asıl önemli olan bu…

Sevgiyle kalın,

Sy

Başlığı siz koyun bu sefer ben bilemedim…


Ben on iki, on üç yaşlarındayken üst katımızda oturan bir karı koca vardı. Her cumartesi müthiş bir kavga ederlerdi. Bağırır, çağırırlar, ne var ne yok kırarlar; sonra ikisi birden süslenip el ele gezmeye giderlerdi. Rastladıkları herkese gülümseyerek apartmandan çıkarlardı. Bu ritüel pazar günü de eksiksiz tekrarlanırdı. Duvarlar kağıt gibi ince olurdu eski evlerde ve her şeyi rahatlıkla duyardınız. Çocuk aklı işte; çanak tabak kırılma sesi duyunca merakla izlerdim bir köşeden onlar apartmandan çıkarken. Hangisinin kafası yarılmış acaba diye. Ben hayretler içinde kalırdım çünkü ikisi de çok şık giyinirler ve birbirlerini öperek arabalarına binerlerdi. Hiçbir yerlerinde de yara izi yoktu.

Daha sonraki yıllarda oturduğumuz apartmanda ise gece sessizlikte telefon çaldığında herkes yatağında şöyle bir kulak kabartırdı, kalkmadan önce. Komşuda mı çalıyordu, bizim evde mi? O senelerde yatak odalarında televizyon ve DVD olması çok popülerdi, parayı ve lüksü simgelerdi. DVD dediğime bakmayın hepsi kopya CD idi. O devirlerde nişanlaydım ve evimde her odaya televizyon koyacağımı hayal ederdim. Salona ve yatak odasına da DVD. Annem derhal olaya el koymuştu: “ Bak kızım salona koy ancak yatak odana koyma orası olabildiğince sessiz olsun. Çünkü yatak odasında DVD oynattığında sesler filmden mi geliyor sizden mi kimseye dert anlatamaz bütün apartmanın diline düşersin maazallah! Kapı kapı dolaşıp bizim yatak odamızda da DVD var diye anlatacak halin yok herhalde” diye eklemişti. Ben de kalakalmıştım, sönen hayallerimle.

Oğlum on üç ya da on dört yaşlarındayken, İngilizce sınavlarına hazırlansın diye ona bilgisayar setleri almıştık ve bir gün onları dinleyerek ders çalışıyordu. O zamanlar bir sitede oturuyorduk ve çok havalı kapı telefonlarımız vardı. Daireler arasında da görüşebiliyordunuz bu telefonlarla. Günümüzde işin suyunu çıkardılar artık ya hadi neyse. O devirler için havalıydı doğrusu. Kapı telefonu çaldı ve arayan yan dairemizde oturan komşumuzun babasıydı. “ Kızım nasıl evlat yetiştiriyorsunuz, sessiz olmayı öğretemediniz mi?” dedi ve ekledi “ Ben öğleden sonraları şekerleme yaparım, odadan gürültü geliyor, sustur çocuğunu!” diyerek telefonu suratıma kapatıverdi. Daha sonra tekrar telefon çaldı ve bu sefer site müdürlüğünden aranıyordum. “Hakkınızda şikayet var, lütfen gürültü yapmayın!” dediler ve onlar da telefonu kapattılar.

Bazen dostlarım seyahatlere çıkarlar ve bir yerleri gezerken mesaj atarlar bana. Mesajlarında memleket sevgisi ve hasreti hissedersiniz. Ben de duruma uygun mesaj yollar araya bir iki espri sıkıştırıveririm. “ Ne demek şimdi bu?” diye cevap gelir aniden. Açıklama yaparım ve espriyi algılayınca da “ Yaşa sen!” derler.

Bir dostum var ailesinden kalan ve çocukluğunun geçtiği evini bir vakfa bağışlamış. Anlattığına göre evin bahçesinde çeşitli asırlık ağaçlar varmış. Evin dışında ise yol boyu evi çevreleyecek şeklide dikilmiş olan meyve ağaçları; portakal, mandalina, limon. Bahçeden sokağa baktığımda dışarısı rengarenk görünürdü diye anlatırdı. Ailesi vefat edince o mülkü bir vakfa çocuk evi olarak kullanılmak üzere bağışlamışlar.  Bağışı yaparken de ağaçları korumaya aldırıp, kesilmemesini şart koşmuşlar. Geçenlerde bir telefon almış o yuvanın müdüriyetinden. “Bahçedeki ağacın kesilmesine karar verdik çocuklar için tehlike oluşturuyor, sizi de haberdar ediyoruz” demişler. Dostum hemen memleketindeki bir yakınından gidip görüşmesini ve o ağaçların koruma altında olduğunun müdür beye izah edilmesini istemiş. Kendisi de belediyeyi arayarak ağaca bakım yapılmasını, budanmasını ve kesilmemesi için o yuvaya uyarı verilmesini rica etmiş. Aracı olarak gönderdiği yakını telefon edip kendisini bilgilendirmiş. Evin dışındaki tüm meyve ağaçlarının kesilmiş olduğunu, bahçe içinde ise iki tane asırlık ağaç dışında başka hiçbir ağaç kalmamış olduğunu, oraların artık çorak arazi gibi göründüğünü ekleyerek üzüntülerini dile getirmiş. Ağlayarak anlattı bana, onunla birlikte ben de kahroldum. Benim dışında paylaşımda bulunduğu birkaç kişinin “ Fokları da öldürüyorlar, alt tarafı bir ağaç üzülme bu kadar “ dediğini de ekleyince; birlikte kahrolduk sonrasında.

Komik bir olay yaşayan ya da çok sevinçli bir olay yaşayan ya da duygusal bir an içinde kalan dostlarımı bilirim. Bunları başkalarıyla paylaştıklarında aynı iltifatı, aynı anlayışı, aynı hisleri paylaşmayı beklerler. Ara sıra ben de yaşarım bu garip ikilemi, o yüzden bilirim nasıl şaşkınlık anları veya kızgınlık anları yaşanır sonrasında. O anlarda yaşanan duygular o anlara ve yaşayanlara özeldir çünkü. O anlarda olanları aktardığınızda ise beklentileriniz karşılanmaz. O an ve olayları aktardıklarında karşılarındaki kişiler aynı şeyleri hissetmeyip baştan savma cevaplar verince üzülürler. Yeni bir iş bulmak, yeni bir yemek yapmayı öğrenmek, başarılı bir sınav veya proje vermek, yeni çıkan filmi çok beğenmek, saçınızın rengini ve modelini değiştirmek, o andaki şarkıdan çok hoşlanmak; bu duyguları da daha sonra farklı bir zamanda başkalarıyla paylaşmak. O anın içinde birlikte olan kişiler dahi farklı duygular hissedebiliyorken belli bir olayın içinde; daha sonra aktarımda bulunulduğunda; aynı heyecanı diğerlerinden beklemek ne kadar mantıklı olabilir ki?

Bunları niye anlattım, nerelerden çıkıp geldi bu değişik zamanlara ait anılarım bilemiyorum. Vardır bir hikmeti mutlaka. Ancak başlık bulamadım nedense. Bu seferde içinizden gelirse siz başlık koyuverin bu yazıya.

Sevgiyle kalın,

Sy


2 Mart 2012 Cuma

Ben neredeydim acaba?


Nefis ağaçlarla bezenmiş bir yolda araba sürmekteyim. Hava o kadar güzel ki camları açıyorum ve mis gibi çiçek kokuları doluyor içeri. Derin derin nefes alıyorum, taze oksijeni ciğerlerime dolduruyorum. Bu hava ne kadar güzel diyorum kendi kendime… Trafik ışıklarına yaklaşıyorum ve duruyorum yavaşça. Arkamdakiler, sağımda solumda seyreden araçlarda oldukça yumuşak frene basıyorlar ve sakince duruyorlar.  Her araç yaya yoluna tecavüz etmeden duruyor ve gaz vermeden bekliyor. İp gibi diziliyoruz birlikte… Yayalar yola adım atıyorlar ve neşeyle şakalaşarak, duran arabalara selam vererek karşıdan karşıya geçiyorlar, kimse koşmuyor, birbirini ezmeden sakince davranıyorlar… Yanımda duran belediye otobüsüne göz atıyorum. İçi, dışı pırıl pırıl gözüküyor. İçindeki yolculardan biriyle göz göze geliyoruz, başıyla selam veriyor. Alıyorum selamını ve diğerlerine bakıyorum. Herkes keyifli ve memnun gözüküyor. Ara ara birbirleri ile kibarca konuşup selamlaşıyorlar. Şaşırıyorum, bütün yaşı büyük olanlar oturuyor ve bazıları kitap okuyorlar… Yeşil yanıyor ve yola devam ediyorum.

Az ileriden sola sapacağım için sinyal veriyorum ve yavaşça şerit değiştiriyorum. Aynadan gördüğüm sol şeritte seyreden araç kibarca yol veriyor bana ve o düz devam ediyor.  Sola dönüş yerindeki itina ile ve belli aralıklarla dizilmiş araçların arkasına geçip duruyorum. Dikkatimi çekiyor en öndeki araba ışığın dibinde veya ışığı geçerek durmamış. Işığın yeşile döneceğini rahatça takip edebileceği bir mesafede durmuş. Böylece soldan ana yola bağlanan araçlara geçiş yolunu tıkamamış. İkinci bir sıra da oluşmamış sola dönüşte, böylece sağ şeritte normal bir şeklide akıyor. Ne kadar ince bir düşünce diyorum ve kendi kendime gülümsüyorum. O sırada bana yakın bir mesafede duran bir trafik polisi bana selam veriyor. Ona gülümsemiş olduğumu sanmalı herhalde diyorum. Yeşil yanıyor, şaşkınca yola devam ediyorum.

Doğma büyüme İstanbulluyum ancak hala adres bulma sorunu yaşarım. Sinyal verip yol kenarına yanaşıyorum ve oradaki esnafa yol danışıyorum. “ Merhaba hanımefendi, az ilerden sağa sapın lütfen ve 200 m sonra solda aradığınız yeri bulacaksınız. Yardımcı olabildim mi efendim?” diye cevap veriyor. Teşekkür ediyorum ve birbirimize hayırlı günler diyerek vedalaşıyoruz. Şoktayım artık…

Dönüşte markete uğruyorum, alışverişimi yapıp kasaya yanaşıyorum. Kasaların tamamında kasiyer var ve kimse beklemeden, zaman kaybetmeden hızlıca işini görüp çıkıyor marketten. Şaşkın şaşkın alışverişimi yapıp eve dönüyorum.

Geçirdiğim harika günü düşünüyorum market torbalarını boşaltırken. Su siparişi vermiştim eve girer girmez ve kapı çalıyor sucu bir damacana su getiriyor. Gözlerim fal taşı gibi açılıyor damacanaya bakarken. Pırıl pırıl parlayan bir damacana! Üzerinde çamur olmadığı gibi, altında da yok. Tertemiz! Parayı uzatıyorum ve sorunsuzca para üstünü teslim ediyor, bozuk para krizi yaşamıyoruz. “İyi günler efendim” diyor, şaşkınca cevap veriyorum:” Size de .”

Derinlerde bir yerlerde içim üşüyor hem de ne üşüme, titriyorum resmen. Allah Allah kalorifer mi bozuldu acaba diye düşünürken eşimin sesini duyuyorum, hafif bir sesle;  “ Hava soğuk üşüteceksin, açma ikide bir şu üstünü “ diyor bana. Gözlerimi hafif aralıyorum. Kafam bomboş, nerede olduğumu algılayamıyorum bir an. Başucumda saate bakıyorum 02.30. Kalkıp banyoya geçiyorum, su içiyorum ve tekrar yatağıma dönüyorum süklüm püklüm. Örtüyorum üstümü sıkıca, bir yerim açıkta kalmasın diye!

Sadece rüyaymış diyorum üzüntü içinde, sadece rüya…

Sevgiyle ve rüyalarınızda kalın,

Sy

Çıkılan yolculukların ardından…


Birlikte yaşam sürmek güzeldir. Hele ki uyumluysa değil mi? Uzun yıllar beraber olmanın verdiği haz bir başkadır. İçinde fazlasıyla duygu barındırır, yoğun duygular. Aradığını bulmak, sevilmek ve sevmek hoştur, haz verir insana. Sevgi verdikçe çoğalır ve artar derler ya; uzun süreli birlikteliklerde gözleme şansım olmuştur bu varsayımı. Varsayım diyorum çünkü bazılarına göre tam tersi de olabiliyor. Bazen mecburiyetler ve sorumluluklar mevcut birlikteliği sürdürmeye mahkûm ediyor insanları. Benim içinse koşulsuz sevginin olduğu yerde büyüyen bir birliktelik çok uzun soluklu ve sağlıklı oluyor. En azından benimki öyle, kendi adıma turnayı gözünden vurmuşum diyebilirim.

Zaman içinde alışılagelmiş kalıpların dışında olaylar yaşandığında birlikte olan insanlarda çeşitli duygular ve davranışlar ortaya çıkmaya başlar. Örneğin sabah gidip akşam gelme ve aynı çatı altında yaşama rutini devam ettiği sürece önce bir onaylama durumu belirir. Olması gereken budur çünkü. Her şey birlikte yapılmalı, her şey ortak olmalı, her şeye karar verirken fikir birliğine varılmalı gibi. Belli yapı taşları oluşmaya ve dikte edilmiş kurallar silsilesinden uygun olanlar alınıp yerleştirilmeye başlanır bu birlikteliğin içine. Her hangi bir yapı taşındaki ufak oynamalar bütünü etkileyen duyguları tetikler ara sıra. Bazen dip dibe yaşamanın verdiği huzursuzluk kıpırtıları oluşur yaşamlarda; bazen de ara sıra ayrı kalmanın getirisi olan huzursuzluk kıpırtıları. Sayılı gün ve zaman ortamı bir nebze rahatlatır ancak bu rahatlama sonlara doğru sabırsızlığa dönüşür. Beklentiler oluşmaya başlar. Tekrar aynı çatı altında toplanıldığı zaman da beliren duygular bazen yerine uygun düşer bazen de karmakarışık olur ve beklentileri karşılamaz. Kısa ayrılıklarda içe dönüp baktığımızda; bu ayrılıklar kimi zaman ilişkileri sıcak ve taze tutar; kimi zaman da bayatlatır istemeden… Garip durum doğrusu! Normaldir çünkü durumları garip yapan bizler değil miyiz zaten!

Birlikteliğimin ilk yıllarında kısa ayrılıklarda- çoğu iş seyahatlerinden oluşmaktaydı- farklı duygular kaplardı beni. Hayat koşturmacası içinde; çalışma hayatım bir yandan, ev düzeni bir yandan, anne olmanın verdiği sorumluluklar öte yandan; üstüme üstüme gelirlerdi. O zamanlar ufukta beliriveren iş seyahati beni kasardı. O zaman ki iş seyahatleri tatil kavramıyla birleşirdi zihnimde. Neticede işin ucunda aynı ofis yok, aynı elemanlar yok, aynı yemek saatleri yok, toplantı bitiminde kalan boş zamanlar var, nezaketen uyulması icap eden davetler var gibi. Oysa iş iştir, tatil de tatildir. Ben bu ikisini birbirinden ayıramazdım o zamanlar. Sabah işe giderdim, akşam işten gelirdim, çocukla ilgilenirdim, ev düzenini devam ettirirdim. Çocuğumu alıp dışarı çıkmazdım, gezmezdim, eğlenemezdim, arkadaşımı davet edip hoş sohbet eşliğinde yemek yemezdim. Kendimi ev işine verir, ölesiye yorar, dip köşe bucak ne var ne yok kaldırırdım. Tüketirdim kendimi. İçimdeki sese cılız ve çatlak bir sesle eşlik ederdim, kulak paralayan bir ritimle haykırırdım: ” İş seyahatinde millet eğlenirken ben de burada saçımı süpürge etmeye devam ediyorum.” Akşamları çocuğumu uyutup keyif aldığım bir kitabı okumazdım, arkadaşlarımı davet edip sohbet etmezdim, Yalnızlığın tadına varmazdım bir türlü. O’nu ne kadar özlediğimi ve yokluğunu hissettiğimi itiraf etmezdim. Şimdi durup geçmişime baktığımda- birlikteliğimin ilk beş, altı yılındaki bu süreci- “boşa geçen zamanlar” olarak veya  “ah keşkeler zamanı “ olarak değerlendirmiyorum. Üreticilikten ve yaratıcılıktan uzak geçen anlar olarak; en önemlisi de kendimden uzak geçen anlar olarak bakıyorum bu yıllara. Ne zaman hafızamı tetikleyen bir olay yaşasam gülerim bu komik anlara ve kendime yaşattıklarıma.

Olması gereken davranışlar ve düşünceler zaman istiyor. Olgunlaşıp kendin için ne istediğini fark edebilmek kendine zaman ayırmayı gerektiriyor. Birlikteliklerde de hayatın akışında farklı alanlarda karşımıza çıkan kalıplaşmış düşünce ve davranışlar bizleri kısıtlayan engellerin başında her zaman olduğu gibi yer almaya devam ediyor. Biz izin verdiğimiz sürece…

Oysa benim için, birlikte yaşamak her şeyi birlikte aynı anda yaşamak anlamına gelmiyor çok uzun zamandır. Birbirinin sınırlarını zorlamadan kendinle eşzamanlı olarak bir diğeriyle yaşamı sürdürmek anlamına geliyor. Aynı çatı altında, kendini zorlamadan, kalıplara sokmadan, kendini yok etmeden veya hiçe saymadan; özgürce sevgi ve saygıyla hissetmek anlamına geliyor. Hani otobanlarda hız sınırları vardır ve “İçinizdeki canavarı susturun” diye pankartlara rastlarız zaman zaman. Birlikte yaşamak tıpkı bir otobanda araba sürmek gibidir benim için. Hız sınırımı tayin eden ve içimdeki canavarı susturan ise benim. Böylece kullandığım arabayı severim, yolun ve asfaltın tadına varırım ve yolum akar gider. Zamanın nasıl geçtiğini bile anlamam. Kendi öz iradem ile seçmişimdir hepsini ve koşullarımı kendim oluşturmuşumdur. Böylece kazadan uzak duruyorumdur.

Herkesin yolu açık olsun, sevgiyle sağ salim gitsinler ve dönsünler,

Sy

1 Mart 2012 Perşembe

Herkes işinden memnun mu?


Geçenlerde www.kariyer.net’de Çalışanların %79’u işlerinden memnun diye bir yazı yayınlandı. Kadın ve erkeklerin %50’sine yakın bir bölümü aldıkları eğitimle aynı doğrultuda çalıştıklarını dile getiriyorlardı. Bu araştırmaya katılanlar, bugünkü meslekleri yerine yeniden meslek seçme şansları olsa şu anki meslekleri dışında en fazla istedikleri mesleklerin başında doktorluk, eğitimcilik ve devlet memurluğunun geldiğini vurgulamışlardı. Bu araştırmaya göre işini sevmeyenlerin oranı %21. Bense bugüne kadar o kadar çok sadece “para kazanmak ve parası iyi olduğu için o işlerde çalışan ve işini sevmediği halde değiştiremeyen insan tanıdım ki; bu oran neredeyse %21’in üç katı diyebilirim.

Herkes yaşantısını sürdürebilmek için paraya ihtiyaç duyar ve bir şekilde bu geliri elde etmek içinde çalışmalıdır. Hayatımızın büyük bir bölümü parayla haşır neşir olarak geçer ve biz de kanıksayıp kazanmak üzere düşeriz yollara sabah ya da akşam. İşe göre, işverene göre çalışıp dururuz.

Her gün sabah kalkıp keyifle gidebilmek büyük bir lükstür global dünyamızda. Dinamik uyanıp, elini yüzünü yıkamak, güzelce giyinmek ve süslenmek, yüzümüzde gülücükler yola düşmek ve nihayetinde işimize varmak. Işıldayarak çalışmak, cıvıldayarak sorular yöneltmek cevaplar vermek, gülümsemek, ortamına göre kahkahalar atabilmek. Yapılan iş neticesinde övgüler almak, takdir edilmek. Finali de hak ettiği maaşla noktalamak. Hiçbir eksiği, borcu olmadan layıkıyla yaşamaktır amacımız öyle değil mi? Kaçımız bu şekilde bir yaşam sürebilmekte acaba?

İşinde mutlu olan birey evine varınca da huzur bulacaktır. Her şey tamamsa ne problem yaşanabilir ki? İhtiyaçlar giderildiği takdirde insan başka neye aç olabilir? Maddi açıdan doygunluğa ermiş biri manevi açıdan da dolgunlaşmıştır diyebilir miyiz? O zaman eşine şiddet uygulamayan, eşini öldürmeyen, başka canlılara zarar vermeyen bir toplumun içinde yaşam sürmek kolaylaşabilir mi? Olabilir mi böyle bir dünya? Bugün süregelen şiddetin tek suçlusu parasızlık mı sizce? İşinde mutlu olmamak ta bir unsur mu bu şiddet patlamasına? Herkesin okuduğu okul ve aldığı eğitim aynı güzellikte olursa, herkesin yaşam şartları eşit olursa; kıskançlık, kin, nefret ve öfke yok olabilir mi? Farklı yaşamlar, farklı insanlar, farklı günler, farklı anlar bir gün aynı olanaklara sahip olup BİRleşebilirler mi?

Bu sorulara verilecek en güzel yanıtın bütünlüğü düşünebilmek olduğunu varsayıyorum. Bütünlük bizler için ne anlam ifade etmeli? Her kişinin rolü nedir acaba? Ne gibi etkileri vardır bütünlük üzerinde? Bu soruların cevaplarına yoğunlaşırsak akıp gitmekte olan hayatın dinamiğine çomak sokabiliriz galiba.  Benim için bütünlük sonuna kadar iyi düşünebilmektir ve teslimiyettir. Sizleri bilemem…

Suların buharlaşmasından oluşan minik damlalar bir araya gelip bulutları oluşturmaz mı? Su kadar olamayacak mıyız biz?

Buharlaşmayı deneyimleyerek kalın,

Sy