2 Kasım 2013 Cumartesi

2013 Güney &Güneydoğu Fransa Provence ve Katalan Bölgesi Turu Bölüm 2

Andorra Fransa ve İspanya arasına sıkışmış küçücük bir ülke. Birbirine çok yakın bir kaç şehri ve kışın karın eksik olmadığı bir ülke aynı zamanda. Merkeze kadar kayak pistlerinin bolca bulunduğu küçük kasabalardan geçiyorsunuz. Merkezi dört bir yanından sarmış olan bu kasabalar kayak turizminde burayı önemli bir sıralamaya yerleştiriyor. Andorra tarih boyunca varlığını sürdürmüş, küçük bir ülke.  Ülke 1200'lerden itibaren Fransa-İspanya ortaklığı ile yönetilmiş, Andorra’nın bugünlere kadar bağımsız kalmasında bu güç dengesi başrolü oynamış. Devlet başkanlığı bugünde-sadece sembolik olarak devam etse de- İspanya’nın Urgell şehri Katolik Piskoposu ile Fransa Cumhurbaşkanı arasında paylaşılıyor. Hükümet başkanını ise Andoralı’lar seçimlerde belirliyor. İspanyol iç savaşı ve ikinci dünya savaşı sırasında Fransa-İspanya arasında kaçakçılık yaparak küçük ama güçlü bir ticaret sınıfı yaratan Andorra, bugün bölgenin en büyük duty-free alışveriş merkezi. Ana gelir kaynağı olarak turizm ve alışveriş üzerine yoğunlaşan Andorra, son yıllarda off-shore bankacılık yönüne de gitmeye başlamış.

Bu ülkede 4 dil konuşulmakta; Katalanca, İspanyolca, Portekizce ve Fransızca.Bu dört dilin tamamını bilen ve konuşanların yanı sıra, tek dil konuşan ve diğer dilleri konuşmayıp ancak anlayan ve kendi dilinde cevap veren bir halkla karşı karşıya kalıyorsunuz. Dolayısıyla kulaklarınızda bir müzikal tını duyuyorsunuz dört bir yandan, farklı diller, farklı ezgiler. Ülke topraklarının büyüklüğü ise 485 km. kare. Bu toprakların büyük kısmı dağlık olması nedeniyle; tarım, hayvancılık ve sanayi yapılamamaktadır. Birçok şey ithal edilmektedir. Ülkenin en büyük şehri: Andorra La Vella. Bu şehir 1023 metrelik rakımı ile Avrupa’nın en yüksek başkenti olarak öne çıkmaktadır. Başkentin nüfusu 20 bin kişi iken, ülkenin toplam nüfusu yalnızca 60 bin kişidir.
Dev bir açık hava alışveriş merkezinde dolaştığınızı düşünün. İşte Andorra böyle bir yer. Sağım, solum, önüm, arkam her yer dükkân, her şeyi bulabileceğiniz dev bir market gibi burası. Benim gibi alışverişle pek aranız yoksa Andorra'da dolaşacak pek bir yer yok. Eski şehrin kurulduğu bölgeye gittiğimde, dar birkaç sokak,1200'lerde kurulmuş bir kilise ve parlamento binası dışında pek fazla bir yer bulamıyorum.  Bütün şehir turu yaklaşık yarım saat, kırk dakikada bitince akşam yemeği için bir restoran seçiyoruz ve harika yemekler yiyoruz. Yarı Fransız, yarı İspanyol gibi hissediyorum kendimi. Katalancayı öğrenmek istiyorum aniden. Rüyamda sular seller gibi konuştuğumu görüyorum. Ben bu dili daha önce konuştum, hissediyorum. Daha önceki yaşantılarımdan birinde… Ertesi sabah dönüş yoluna geçeceğiz. Akşam haritaya bakıyoruz, GPS’e adresleri giriyoruz ve istikamet Girona deyip yatıyoruz.

Girona Barselona’ya 100 km. uzaklıkta ve Katalonya’nın, Barselona’dan sonraki ikinci büyük şehri.  Onyar nehri, şehri; eski ve yeni şehir olarak ikiye bölüyor. Riu Oynar nehri üzerine yapılmış geniş bir köprüye geliyoruz. Bu köprü üzerinden kasabanın görüntüsü çok sevimli duruyor. Pastel renkli binaların su üzerinde yükseldiği şehrin, sudaki yansıması çok güzel görünüyor. Bu bölge büyük surlarla çevrili. Dar sokaklarda yürüyor, taş evler arasından geçiyorsunuz. Ayrıca pek çok sayıda kilise var. Şehrin en büyük kilisesi: Girona Katedrali. Tam bir mimari harikası. Kalenin surları üzerine çıkınca, muhteşem bir manzarayla karşılaşıyorsunuz.
Girona, İspanya'nın 17 bölgesinden biri olan Katalonya'nın şehirlerinden birisi. Zengin ve oldukça dramatik bir tarihe sahip. İlk yerleşenler İberler. Daha sonra Romalılar, en son da Kutsal Roma İmparatorluğu kenti kontrolü altına almış. 1492 de Katolik Papaların baskısı ile Yahudiler ülkeyi terk etmeye zorlanmış, terk etmeyenler katledilmiş, kalanlar ise - sözde din değiştirip- buradaki gibi Gettolar oluşturup içine kapalı bir yaşamı seçmişler.
Llibertat Caddesi (Rambla de la Llibertat) işlek mağazaları ve kafeleri ile dikkatimizi çekiyor. Trafiğe kapalı olan ağaçlarla kaplı caddede ilerliyoruz. Yol gittikçe daralıyor ve ara sokaklara giriyoruz. Gezmeyi hedeflediğimiz Katedral ‘in kulelerini takip ederek Girona Katedral’ ine ulaşıyoruz. Oldukça etkileyici olan bu yapının içini gezdikten sonra, Katedral’ in diğer yöndeki kapısından çıktığımızda onlarca basamaklı bir merdivenin aşağıya doğru uzandığını görüyoruz. Esglesia de Sant Feliu kilisesi ile hoş bir sekizgen kubbe ile aydınlatılan Arap Hamamlarını gördükten sonra içinde bir havuz da bulunan Katedral ‘in geniş bahçesini geziyor ve daha sonra eski kenti çeviren ve arkeolojik yürüyüş yolu haline getirilen büyük bölümü sağlam kalmış surlara çıkıyoruz. Surların üzerinde gerçekten çok güzel bir Girona manzarası ile karşılaşıyoruz. Surlardan indikten sonra tekrar ara sokaklara dalıyoruz. Sokaklar öylesine dar ki.
Karnımız acıkınca İspanya’nın olmazsa olmazlarından Paella yemeğe karar veriyoruz. Paellanın temel malzemesi pirinç ve safran. İçine çeşitli etler veya deniz ürünleri konularak hazırlanan birçok çeşidi var. Yemeğin ardından Figueres’e gitmek üzere kalkıyoruz. Sırada bütün ihtişamıyla Salvador Dali var.
Tren istasyonundan bilet alıyoruz ve yaklaşık 30 dakika sonra Figueres’e varıyoruz. İstasyondan 10 dakikalık bir yürüme mesafesindeki müzeye hayran olmamak elde değil. Giriş için iki bilet veriyorlar. Bu ikinci biletle başka bir binada yer alan Dali Mücevherleri Müzesine girebiliyorsunuz. Müzede, Dali'nin tasarladığı; boyama, çizim, yontma, kuyum, hologram, stereoskopi, fotoğrafçılık ve benzeri tekniklerle yapılmış dört binden fazla eseri bulunuyor. Dali'nin mezarı sonsuza kadar kalmak istediği müzede cam kubbenin tam altındaki mahzende yer alıyor. Eserleri anlatmak için kelime bulamadım şu an. Öyle bir dünyaya dalıyorsunuz ki, sanata ve sanatçılara olan sevginiz tutkuya dönüşüyor sanki. Barcelona’ya yolunuz düşerse- Girona’dan daha yol üstü olduğu için- mutlaka gidip müzeyi gezin. Oradan da trenle ulaşmanız mümkün. Müze gezmeyi sevmem demeyin, burası bir müze değil. Başka bir şey… Trenle geri dönerken ertesi gün Aix en Provence’e gitmeye karar verdik. Akşam yemeğinde haritalarımızı açtık ve rotamızı GPS’e girdik. Rüyamda Dali ve ben sohbet ediyorduk…
Bu arada İspanyol’lar ile Katalan’ların süregelen çatışmaları Girona’da neredeyse her eve asılmış olan Katalan bayraklarıyla ayyuka çıktığı için bu konuda bilgilerimi tazelemek istedim. Aslında Barselona’ya gidenler de hatırlayacaktır; duraklarda, tabelalarda önce Katalanca sonra İspanyolca anonslar, yazılar geçer. Bayrakları sarı kırmızı çizgili ve en önemlisi  Katalan’lara yanılıp da İspanyol derseniz ağzınızın payını alıyorsunuz. Girona’da hediyelik eşya dükkânında bir tartışmaya şahit olduğum için, gezi boyunca dikkatli davrandım. Katalan milliyetçiliği, Katalonya için daha fazla politik özerklik veya tam bağımsızlığını isteyen siyasi bir hareket. Katalan milliyetçiliği Birinci Cumhuriyet'te başarısız olmuş İspanya içerisinde federal bir devlet kurma girişiminden bağımsız olarak düşünülür. Valentí Almirall ve diğer entelektüeller bu süreç içerisinde 19. yy ‘da yeni bir politik ideoloji benimsemişler. Bu Katalan dilinin tanınmasına yardımcı olmak kadar özyönetimini de sağlamayı içeriyordu. Bu talepler 1892'de belirtilen Bases de Manresa'da özetlenmiş. Başlangıçta çok az destek görmüş. Fakat bu Katalan milliyetçiliğinin ilk evreleri Amerika'nın son İspanyol kolonilerini işgal etmesi ve topraklarına katması ile sonuçlanan Amerikan-İspanyol savaşından sonra destek kazanmış. Bunun sebebi çoğunlukla İspanya'nın savaş sonrasında uluslararası pozisyonunun zayıflaması ve Katalan ihracatının en önemli iki varış noktası olan Küba ve Porto Rico'yu kaybetmesi ile de ilintili.

Aix en Provence, Marsilya’dan uçağa bineceğimiz için dönüş yolunda tercih ettiğimiz bir kent. İnternette yaptığım araştırmalar çok hoşumuza gittiği için konaklama yapmaya karar vermiştik. Sonuçta o kadar çok hoşumuza gitti ki 3 gece kaldık. Kaldığımız otel Les Lodges Saint Victoire, bir spa oteliydi. Adresi: 2250, route Cézanne- 13100 Le Tholonet. Saint Victoire Dağına 10 km, Aix en Provence şehrine ise 5 km uzaklıktaki bu otel, üzüm bağları ve zeytin ağaçlarının bulunduğu 5 hektarlık bir parkın içinde yer almaktadır. Otelin sahibi aynı zamanda arazinin de sahibiymiş. Spa imkanı ve 2 yüzme havuzu sunan bu tesis, geçmişi 18. yüzyıla uzanan bir binada bulunmaktadır. Ayrıca otelin içinde bir de gurme restoranı mevcut. Bir gece orayı deneyip daha sonra her gece şehre indik yemek için. Bir kez daha anladım ki ben basit yemeklerin insanıyım.
Akdeniz ikliminin egemen olduğu bu şehir Galya bölgesinde, Romalılar tarafından ilk kurulan şehirmiş. Romalılar, buradaki yerleşim yerini, MÖ.126 yılında “Sextiae” ismiyle kurmuşlar. İklimin elverişli olması nedeniyle, burada zeytin üretimi başlatılmış ve gelişen dönemle birlikte bölge, Fransa’nın zeytin üretim merkezi haline gelmiş. Aix-en-Provence şehrinin kuzeyinde kalan kısımlarda özellikle Puyricard'da burjuva kesiminin yaşadığı söylenirken, bu şehirdeki evlerin Fransa'da en pahalılar arasında olduğu söyleniyor. Aix-en-Provence'ın 10 km kuzeyinde Cezanne ve Picasso'nun tablolarını yaptığı lavanta tarlalarıyla kaplı St. Victoire Dağı bulunmaktadır. Picasso'nun yaşadığı şato ise ziyaretçi kabul etmemektedir. Yeraltı suları, sabunları, Cezanne'ı, lokumu, sucuğu ve dünya tatlısı keçileriyle oldukça ünlü bir şehir doğrusu. Şehir 200'ün üzerinde çeşme ve dört üniversiteyi de barındırmaktadır. Yazarlara ve ressamlara esin kaynağı olmuş bu bölgede etrafı gezdikçe, bu kadar sanatçının neden burayı resmetmek istediğini daha iyi anlıyorsunuz. Hatırlarsanız Russel Crowe’un bir filmi vardı A Good Year. İşte bu bölgede çekilmişti. O filmde doğanın güzelliğine az da olsa şahit oluyordunuz. Ama yakından daha da muhteşemmiş.
Dar sokakları, birbirinden güzel eski binaları, renkli çiçekler ile donatılmış balkonları, irili ufaklı meydanları, her biri sanat eseri çeşmeleri ile şık bir kent burası. Fransa’nın güneyinde, Marsilya’ya sadece 25 km uzaklıkta, mevsiminde gelirseniz eğer Temmuz- Ağustos aylarında; lavanta kokulu bir kent burası. Kenti gezmeye en büyük meydanın bulunduğu Rotonde bölgesinden başladık ve en geniş bulvarı olan Cours Mirabeau’da salındık. Kent, sahip olduğu termal su kaynaklarıyla kısa sürede gelişmiş ve bu kaynaklar sayesinde paha biçilmez birer sanat eseri olan 200’den fazla çeşme ortaya çıkmış. Bu çeşmelerden en ihtişamlısı ise La Rotonde meydanında yer alıyor.
Cours Mirabeau,  iki yanı çınar ağaçları ile süslü geniş bir bulvar. 17. yy ‘da at arabalarının rahatlıkla geçebilmesi için yapılmış. Bulvarı çevreleyen görkemli malikâneler ve şık binalar geçmişteki ihtişamını koruyarak dimdik duruyorlar. O devirlerde Aix en Provence sakinleri bu binaların hemen girişinde bulunan kafelerde oturup sohbet ederlermiş.  17. yy’dan bu yana gelenek hiç değişmemiş.  Bulvar boyunca sayısız kafe ve restoran bulunmakta.
Bulvarın başından her saat başı kalkan küçük gezi trenleri ile şehri yorulmadan keşfe çıkabiliyorsunuz. Cours Mirabeau’nun arka sokaklarında bulunan şık butikler ise oldukça davetkarlar. Belediye meydanı en güzel yerlerinden diyebilirim. Astrolojik saati ve mevsime göre değişen döner figürleriyle gotik çan kulesi ile belediye sarayı ve karşısındaki tarihi postane 18. yüzyıldan kalma ve oldukça bakımlı.
Cezanne’ın kenti burası. Paul Cezanne 1839 yılında burada doğmuş. Cezanne için 20 yy sanatının temelini 19 yy’da atmış deniyor. Doğrusu tablolarına hayran kalmamak  mümkün değil. Aix-en-Provence deki renk ve ışıklar, Cézanne’ın yanı sıra Van Gogh’a ve daha pek çok ressam ve yazara da ilham kaynağı olmuş. Cezanne 1897 yılında bölgede yaptığı doğa gezilerinden öylesine etkilenmiş ki Saint Victoire dağında bir atölye kiralayıp, burada çalışmaya başlamış. Bu dönemde yaptığı resimlerin Kübist akımın ilk tohumları olduğu söyleniyor. Bu atölye şu an müze olarak hizmet veriyor. Kentteki Granet Müzesi’nde de Cézanne’ın bazı tablolarına rastlayabilirsiniz. Önemli müzeleri arasında Granet Müzesi, Arbaud Müzesi, Tapestyr Müzesi, Cézanne’ın atölyesi ve Doğa Tarihi Müzesi yer almaktadır.
Şehirde kaldığımız günler boyunca sıcaklık 22 dereceler civarındaydı. Dağın yamacında yer almasına rağmen karla tanışmıyor bu kentin sakinleri. Yılda sadece 3 ay yağmur, gerisi hep güneşli günler; harika doğrusu. İklimin bu elverişli hali leziz zeytinlerin sırrını açıklıyor aslında. Oteldekilerin yönlendirmesi ile kentte kurulan pazarları ve Provence Bölgesinde yer alan bazı yerleri gezme imkanı bulduk. Zeytinler, şekerlemeler, ekmekler, meyveler oldukça renkliydi doğrusu. Ayrıca Silvacane Manastırı La Roque d’Antheron, Gorges de Regalon, Chateau de Floran civarda yer alan diğer görülecek yerler. Altınızda araba varsa buralara ulaşmanız daha kolay olur. Luberon bölgesi ise tamamen lavanta tarlaları ile kaplı olurmuş temmuz ve ağustos ayları arasında görülmesi gerekirmiş. Oraya gitmek yerine Cézanne’ın tablosuna baktık bizde.
Son günü şarap bağlarını gezmeye ayırmak istedik. Oteldekilere danışınca bizi Chateau La Coste’a yönlendirdiler. Orayı gezmek bütün gününüzü alır zaten diye de eklediler. Açıkçası oraya gidene kadar ne göreceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Aix en Provence’den çıktık ve Chateau La Coste’a varana kadar geçtiğimiz yolların, doğanın güzelliğine bakmaktan sarhoş oldum. Bu kadar güzelliği bir arada uzun zamandır görmemiştim doğrusu. Motoru o kadar yavaş kullandık ki, manzarayı içimize iyice sindirdik.
2004 yılında şarap, sanat ve mimari üçlemesi olarak doğmuş burası. İrlandalı bir mimar, buraya gezmeye gelip çok beğendiği bu torakları satın almış. Amacı çok özel bir yer yaratmakmış. Bana kalırsa hedefine fazlasıyla ulaşmış. Dünyanın çeşitli ülkelerinden sanatçı ve mimarları buraya bir göz atmaları için davet etmiş. Daha sonrada bu sanatçıları tamamen özgür bırakmış ve her ne eser yaratmak istiyorlarsa onlara arazide özel yerler tahsis etmiş. Günümüzde hala tamamlanmamış projelerin yanı sıra eklenecek yığınlarca projeleri daha varmış.
Özel yollardan geçip bir haritayı izleyerek yaklaşık 3- 3,5 saatlik bir sürede bu parkuru tamamlıyor ve doğaya serpiştirilmiş olan bu eserleri izleme olanağı buluyorsunuz. Bu parkuru yaparken dört bir yanınız beyaz, kırmızı ve pembe şarap için özel ekilmiş bağlarla dolu. Elinizdeki haritada hangi bağdan ne renk şarap üretildiğini de not düşmüşler. Turu tamamladıktan sonra sizi şarap imalathanesine götürüp ayrıca bir tur daha yaptırıyorlar. Sonunda sıra tadım kısmına geliyor. Bu sefer bu bölümü pas geçiyorum çünkü motor ve şarap ikilisi bana uygun değil. Her ne kadar şarap tadımı yapmamış olsak da, arazinin güzelliğinden dolayı sarhoş hissederek otelimize geri dönüyoruz.


Ertesi sabah erkenden La Seyne de la Mer’e geçip gemiye motorlarımızı yüklüyoruz. Oradan da trenle Marsilya’ya geçiyor ve alanda bekleyiş sona erince de uçağımıza binip evimize geri dönüyoruz.

Gezerek ve sevgiyle kalın,

Sy

2013 Güney &Güneydoğu Fransa Provence ve Katalan Bölgesi Turu Bölüm 1

Bu sene sıcaklardan rahatsız olmamak adına uzun motor seyahatimizi ekim ayına ertelemiştik. Bayramı da içine alan, çok bilindik yerlerden ziyade bir daha gitmeyeceğimiz ve daha önceki rotalarımızda pas geçmek durumunda kaldığımız yerleri seçmeye gayret ederek, yorucu olmayan bir rota belirledik. Bu seneki rotamızın gereği motoru Fransa’ya yolladık. Gemi La Seyne de la Mer adlı limana yanaştı, motorumuzu aldık. Bu kadar yakına gelmişken Toulon’u gezelim dedik ve düştük yola.  Türkiye’den Toulon’a direk uçuş yok. Dolayısıyla Marsilya veya Nice üzerinden havayolu ile ulaşabilir, daha sonra karayolu veya tren ile devam edersiniz.

Toulon, güney Fransa'da Akdeniz kıyısında yer alan bir liman kenti. Provence-Alpes-Côte-d'Azur bölgesinde üçüncü büyük şehir olarak anılıyor. Günümüzde Toulon Fransa'nın Akdeniz kıyısındaki başlıca deniz üssüdür. Fransız Akdeniz donanması Toulon'da üslenmiştir. Fransız uçak gemisi Charles de Gaulle ve savaş gurubuna ana üs olarak hizmet verir. Tarih boyunca önemli bir askeri liman kenti olmuş ve donanma hareketlerine de sahne olmuştur. 1543-1544 kışında Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasına üs görevi görmüştür. İtalyan ve İspanya kıyılarına saldırılar buradan düzenlenmiştir. Ayrıca gemi yapım, balıkçılık, şarapçılık, matbaacılık sanayileri de gelişmiştir. Yazların sıcak geçtiği söylenen bu güney şehrinde ekim ayında bile sıcaklıklar 20 derecelerin üzerindeydi ve kışlık motor malzemesi ile seyahat etmeyi bir parça zorlaştırıyordu. Bir kıyı kenti olduğu için sahil şeridi çok güzel gerçekten. Çeşitli tarihi binaları ve müzeleri de var. Motosiklet ile şehirde panoramik bir tur yaptık. Öğlende sahil kıyısındaki restoranlardan birinde hafif bir yemek yedik ve müzelerini gezmeden şehirden ayrıldık. Programın biraz gerisinde kalarak başlamıştık tura. Sağ olsun Fransızlar o kadar yavaş ve karmaşık işler yapıyorlar ki, sabah çıkacağımız limandan akşamüstüne doğru ayrılınca Toulon’un müzelerini pas geçtik ve Marsilya’ya devam ettik. Toulon Marsilya arası yaklaşık 1 saat sürüyor.

Marsilya çok büyük bir şehir, gezilecek, görülecek, yaşanacak yeri çok.  Şehir 2013 yılı için “Avrupa Kültür Başkenti” olarak seçilmiş.  2500 yıl kadar eskilere giden tarihi bir geçmişi var. Limanı, Avrupa genelinde dördüncü, Fransa ve Akdeniz genelinde ise, birinci büyüklüktedir.  Fransa’nın güneydoğusunda, Provence-Alpes-Cote d’Azur bölgesinin başkentidir Marsilya. 450.000 öğrenci, 70’den fazla konsolosluk burada yer almaktadır. Üniversite kampüsü gibi bu şehir. Her köşeden öğrenci fışkırıyor. Şehir neredeyse “Cezayir” kökenli, kuzey Afrikalı insanların bulunması nedeniyle, zenci-arap karışımı bir insan toplumunu barındırmakta. Kimileri de sütlü kahverenginde. Ve çok güzeller. Özellikle de çocuklar. Siyah ve beyaz birlikteliği oldukça fazla göze çarpıyor. Irkçı söylemleri bol olan ve dünyaya bunu pompalamayı alışkanlık haline getirmiş olan Fransızların, Marsilya’da yaşayanlardan bu konuda ders almaları lazım. Küçük el sanatları satılan butikler, mağazalar ve hediyelik eşya satan dükkânlar alabildiğine bol. Rue Saint-Ferroel, Rue de la Tour ve Cours d’Estienne denilen yerlerde, gerek alışveriş ve gerekse yemek ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz. Bölgeyi çevreleyen sokaklarda mutfak ve yemek gereçleri, ev mobilyaları, şekerciler ve geleneksel dükkânlar, kuyumcular, kitapçılar, moda mağazaları ve aksesuarcılar bulunuyor. Lüks butik istiyorsanız eğer, doğruca Rue Paradis ve Rue Grignen derim. Centre Bourse’ da ise 200 den fazla mağaza sizi bekler. Her köşede bir sabuncu var ve her mağazada dolu, ağzına kadar. Her köşede zeytinyağı kokusu ile sabun ve lavanta kokuları iç içe geçmiş, burnunuza serenat yapıyorlar. Lavanta ve sabun cenneti. Yeşil limonlusundan, üzümlüsüne, greyfurtludan vanilya özlüsüne kadar sayısız çeşitli sabunlar diyarı… Le Penier diye bir bölgesi daha var ki; orası başı şapkalı, ağzı pipolu sanatçılar vardır ya hani tipik Fransız filmlerinde rastladığımız, işte öyle bir yer bu bölge. Her yer sanatçıların stüdyoları ile dolu. Eserlerini de satıyorlar. Her türlü mutfağı bulmanız mümkün, ancak İtalyanlar ağırlıkta. Bir de zeytinyağı ve sarımsağın dayanılmaz birlikteliği var ki, yemeklerde oldukça baskın bu ikili.
Aşağıda Vieux Port’ta sıra sıra dizilmiş tekneler ve restoranların arasında yürürken, Marsilya’ya tepeden bakan, epey yüksek bir noktadaki Notre Dame de la Garde’ı görürsünüz. Buranın en önemli özelliği tavanlarından sarkan, uç uca eklenmiş, tahtadan yapılmış, renk renk gemi maketleri. Yüzyıllar boyunca denizciler büyük fırtınaları sağ salim atlatıp kıyaya ulaşabildiklerinde ilk iş teşekkür hediyesi olarak bunları getirmişler bu kiliseye. Buranın kutsallığına inanmışlar. Ayrıca kilisenin iç ve dış duvarları da üzerlerine Latince ya da Fransızca yazılmış şükran ifadeleriyle dolu binlerce mermer plaka ile dolu. Şehri kuşbakışı gören bu yüksek kiliseden kıyıya yakın bir adacık üzerinde bulunan Chateau d’If görünüyor. Eskiden mahkûmların cezasını çekmesi için gönderildiği kale olan Château d’If, Monte Kristo Kontu’na da ev sahipliği yapmıştır. Burada hürmetle Alexandre Dumas’yı anarak yola devam ediyorum.
La Canebiere Caddesi şehrin eski bölgesinin tarihi bir sokağıdır ve 1 km uzunluğundadır ve ilk olarak 1666 yılında yapılmıştır. 1928 yılında eski limana kadar uzatılmıştır. 1852-1870 yılları arasındaki dönemde ise caddede yoğun entelektüel ve iş faaliyetleri artmış, peşi sıra kafeler ve yüksek sınıf otel ve mağazalar açılmıştır. 1871-1940 yılları arasında caddenin güzelliği en üst düzeye ulaşmış ve dünya çapında tanınmış, Marsilya ve limanın bir sembolü haline gelmiştir. Cadde üzerindeki bazı binalar da ‘Ulusal Miras’ olarak kabul edilerek koruma altına alınmıştır. Bu caddenin sonunda Vieux-Port yer alır. Bu liman antik dönemlerden bu yana şehrin doğal limanı olarak kullanılmıştır.

Burada yer alan Fort Saint Jean ve Fort Saint Nicolas karşı karşıya yer alan iki kaledir. Louis 14 tarafından 1660 yılında inşa ettirilmişlerdir. Söz konusu kalelerin Marsilyalı isyancılara karşı değil, şehrin dışarıdan gelecek tehlikelere karşı savunulması için inşa edildiğini belirtmek üzere, toplar, içeriye değil, dışarıya doğru yerleştirilmiştir. Fransız Devrimi sırasında ise, kaleler bir hapishane olarak kullanılmıştır. Kalelerin içine girip surlara tırmandıkça karşınıza çıkan manzara görülmeye değer doğrusu. Eski limanın tam merkezinde Hotel de Ville yer alır. 17’nci yüzyıldan kalma, Barok mimari özellikler taşıyan bir binadır. 1943 yılındaki Alman işgali sırasında, nadiren zarar görmeden günümüze kadar ulaşmıştır.
Palais du Pharo, mimar Vaucher tarafından su kenarında bir evi olmasını isteyen Napoleon için yapılmış bir saraydır. Saray İmparator tarafından hiç kullanılmamıştır. Napolyon’un ölümü üzerine, İmparatoriçe Eugenie sarayın tek sahibi olur ve sarayı şehre bağışlar. 1904 yılına gelindiğinde ise, yapı Tıp Fakültesi haline dönüştürülür. Yapı olağanüstü konumu sayesinde, limana güzel bir görünüm kazandırmıştır. Ayrıca yıllık 60.000 kişi kapasiteli bir konferans merkezi bulunmaktadır. 900 kişilik bir dinleme salonu, 1200 m. karelik sergi salonu, 500 m. karelik restoranı bulunmaktadır.
Marsilya cezbedici bir şehir gerçekten de. Koyları, plajları, müzeleri, tarihi binaları, limanı ile son derece hareketli bir şehir. Ferforje dükkân kapıları, balkonlara atılmış iki kişilik masalar, lavanta kokusu, sabun çeşitleri, eski liman, liman sonundaki kaleler. Bu şehrin ana hatlarını çizecek olsam ilk olarak bunları söyleyebilirim sanırım. Şehirde birkaç gün kalmak sizi sıkmaz. Olur da yolunuz o taraflara düşerse gönül rahatlığı ile konaklayabileceğiniz bir yer. Her ne kadar Napoli gibi hırsızlardan korkulması gereken yerler arasında yer alsa da, görülmeye değer. Sabah güneşinin ortalığı ısıtmasıyla birlikte canlanan bir şehir, renkli ve kokulu… Bir sonraki durağımız Montpellier…
Montpellier Fransa’nın meşhur güneyinin biraz daha batısında bulunan bir şehir. Şehir kalabalıktan ve kozmopolit yapılanmadan uzak şirin bir görüntü veriyor. 300.000 e yakın nüfusunun üçte birini öğrenciler oluşturuyor, dolayısıyla nüfusu oldukça genç bir şehir. Evler de küçücük olup çok şık sıralanmış durumda. Hem deniz havası, hem sakinliği, hem de gençliğin kattığı enerjiyle Montpellier doğal güzelliğiyle öne çıkan ender kentlerden biri. Benim için en önemli özelliklerinden biri ise; şehrin tüm yollarının, kaldırımlarının, binalarının ve toplu ulaşım araçlarının özürlülere uygun şekilde yapılmış olmasıydı. Merdivenlere, kaldırım bitiş ve başlangıçlarına, yaya geçitlerine istisnasız olarak yatay geçişler veya asansörler eklenmişti. Tüm yollarda yer sinyalizasyonları mevcuttu. Tüm toplu taşıma araçlarında sesli ve görüntülü bildirim mevcuttu. İçim sızladı. Sızım sızım sızladı. Yurdumda özürlü olduğu için evlere halatla, zincirle bağlanan çocuklar, özürlü oldukları için sokağa çıkamayan, toplu taşıma araçlarını kullanamayanlar geçti gözlerimin önünden. Neyimiz eksik ki bizim? Bilemedim…
Hem Fransız kültüründen hem de sömürgeleri olan Araplardan etkilenmişler. Bunun dışında dünyanın farklı noktalarından gelen öğrenciler sayesinde de çok kültürlülüğün hüküm sürdüğü söylenebilir. Şehirde Akdeniz insan tipi mevcut. İnsanları sıcakkanlı. Selamlaşırken 3 kez öpüşüyorlar. Birçok ülkenin milli yemeklerinin sunulduğu restoranlar mevcut. Çoğunlukla Fransız, Çin, Japon, İngiliz, Türk, Arap mutfaklarında örnekler sunan restoranlar revaçta.
Eski şehir diye adlandırılan meydana Komedi Meydanı denmektedir. Fransızcada Komedi kelimesi, bizdeki gibi yalnızca güldüren anlamına gelmemektedir. Drama da dâhil olmak üzere tüm tiyatro eserleri Komedi başlığı altında toplanmaktadır. Zaten bu meydana ismini veren de Montpellier’ in eski tiyatro binasıdır.
Montpellier ile Montpellier Le Vieux arasında Templier yer almaktadır. Burası meşhur Tapınak Şövalyelerinin kasabasına giden yoldaki tabeladır. 13 Ekim 1307 cuma günü vahim bir karar alınır. Papa V. Clément’ dan dan destek alan Fransa Kralı IV. Philippe, Tapınakçılardan aldığı borçları ödeyememe korkusuyla ile tüm Tapınakçıları yakalatma emri verir. Engizisyon mahkemeleri sonucunda hemen hepsini öldürtür, 1312′ de Papa örgütü resmen lağveder ve nihayet 1314 yılında, son büyük üstad Jacques de Molay Paris’te ağır ateş üzerinde kızartılarak öldürülür.  İşin ilginç tarafı, bu olaydan bir ay sonra Papa V. Clément ve yedi ay sonra da IV. Philippe ölür. Languedoc Bölgesi diye adlandırılan bu bölge, Şövalyelere ait 9000 civarında şatodan birçoğunun bulunduğu bölgedir. Yolumuzu Larzac istikametine çevirdik ve Templier ve Hospitalier Şövalyelerinin kasabalarını gezmek üzere yola çıktık. Templierlerin La Cavalerie kasabasını tavaf ettikten sonra Montpellier Le Vieux’ye vardık. Burası bir iç denizin kuruması sonucu oluşmuş anglomerlerden ibaret. Çok kayda değer bulmadım doğrusu. Şehre geri döndük ve akşam yemeğini Ragazzi isminde nefis bir İtalyan lokantasında yedik. Bu arada söylemeyi unuttum; Marsilya Montpellier arası yol, şarap evleri ile dolu. İmalathaneleri gezebiliyor ve tadım yapabiliyorsunuz. Satış yapıyorlardı ancak motorda yerimiz olmadığı için alamadık ne yazık ki. Bu arada eşim motoru kullandığı için tadamadı ancak ben yeterince tattım. Hiç de iyi olmadı. Her ne kadar şoför kullanıyor olsam da virajlar canıma okudu. Yolun geri kalanında ancak konaklamalı olursa tadım yapmaya söz verdim kendime. Yolun manzarasını ise anlatmaya kelimeler yetmez, yer yer doğal park gibiydi. Ertesi sabah erkenden yola çıkıp Carcassone’u gezip öğleden sonra ise Andorra’ya geçmeyi planladığımız için erkenden yattık.


Carcassone Montpellier  arası yaklaşık 1,5 saat sürüyor.  Şehir 5. yüzyılda Vizigotlar tarafından eski bir Roma şehri üzerine kurulmuş. 11. ve 13. yüzyıllarda genişletilmiş fakat daha sonra Napolyon döneminde restorasyonlardan zarar görmüş. 1849'da neredeyse tamamen yıkılacakmış fakat 1853'de Eugéne Viollet-le-Duc kapsamlı bir yenileme başlatmış ve sur ayakta kalabilmiş. 20. yüzyılda mimar Eugène Viollet-le-Duc tarafından onarılan şehrin merkezi bölgesi (ville), 1997 yılında Ville fortifiée historique de Carcassonne adıyla UNESCO Dünya Mirasları listesine eklenmiş. İşte
Carcassonne'u Carcassonne yapan La cite de medieval Carcassonne' dur. Yani orta çağ şehri Carcassone'dur. İnanılmaz güzellikte bir kaledir. Masalsı bir görünümü var. Kalenin içinde hediyelik eşya dükkânları, restaurantlar, patiseriler, oteller, şövalyeler, Katolik kilisesi tarafından engiziyon mahkemesinde yargılananlara kullanılmış olan işkence araçlarının sergilendiği Musée de la Torture yani işkence müzesi, yine engizisyon mahkemesine ait bir kule, kuyular, bir adet açık hava tiyatrosu var. Öğlen saatine kadar şatoyu gezdikten sonra yemeğe otururken kendimi Ortaçağ’ın büyüsünden kurtaramadığımı söylemek isterim. Lokmaları ağzıma atarken zihnim şövalyeler, şatolar, engizisyon mahkemeleri, işkenceler arasında gidip gelmekteydi.  Yemekten sonra 152 km lik bir yolculukla Andorra’ya varmayı planlıyorduk. Yolculuğumuz dağlardan devam edeceği için kıyafetlerimizin içine bazı eklemeler yaptık. Ancak üşümekten kurtulamadım. Oldukça soğuk hissettim, tüm giysilerime rağmen. Sıcaklık 20 derecelerden 9 dereceye kadar inivermişti bir anda.


24 Ekim 2013 Perşembe

2013 Tassos Adası/ Yunanistan

Ağustos sıcaklarından bunalınca kendimizi Ege’nin sularına atmak istedik. Ailecek düştük yola. Oğlumun da tatili denk düşünce hep birlikte rotamızı bu sene Yunanistan’ın adalarına çevirdik. Önceliği de birçok arkadaşımızdan duyduğumuz Tassos’a verdik. Rodos ve diğer Yunan adalarına göre daha uygun fiyatların ve henüz keşfedilmemiş olmanın verdiği sükûnet ve huzurun hâkim olduğu bir doğa harikası dediler. Bizde gittik, gördük...

Sınırı geçer geçmez hemen çok güzel yapılmış bir otobanda buluyorsunuz kendinizi. İnanın asfaltın kalitesi beni mutsuz etti. Bizdekinden daha iyiydi. Üzülüyor insan. Feribota bineceğiniz şehir olan Keramoti’ye gelene kadar Alexandroupoli (Dedeağaç) ve Xanthi (İskeçe) şehirlerini geçiyorsunuz. Bu arada adaya hem Kavala’dan hem de Keramoti’den feribot kalkıyor. Biz Keramoti’den bindik ve 35 dakika sonra adaya vardık.
Keramoti çok şirin, sahil kenarında sevimli kafe ve restoranları olan küçük bir yerleşim yeri. Yolda sizi feribota yönlendiren tabelalar var. Zaten araçları takip ettiğinizde çoğunun gittiği yer feribot olduğu için şaşırmadan bulabilirsiniz. Feribot sırasında beklerken, arabanıza gelip taverna, mağaza, restoran ve kafe reklamı içeren broşürler bırakmaya başlıyorlar. Böylece daha adaya ayak basmadan ada hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz. Feribot yolculuğu boyunca martılar eşliğinde ilerliyor ve denizi seyrederek yol alırken, uçan balıklarla martılar arasındaki fast- food savaşına tanıklık ediyorsunuz.

Thassos adasına indiğinizde sizi karşılayan ise rengârenk restoran ve cafeleri ile Limenas şehri oluyor.  Adada konaklama seçenekleri iki tane. Üç büyük yerleşim yerinden birini seçip, oranın merkezinde kalabilir, geceleri taverna, kafelere, restoranlara ve açık olan dükkanlara göz atma imkanı yakalayabilir ve her sabah farklı koyları keşfe çıkarsınız veya ; güzel koylardan birindeki bir otelde kalıp, daha çok o bölgede takılırsınız. Bookıng.com da gördüğünüz resimler ve açıklamalar sizi aldatmasın. Konaklama seçenekleri arasında, birkaç adres dışında muhteşem yerler yok. Ev sıcaklığında otel ve moteller, evlerde mini apart’lar ( iç içe geçmiş odalar veriyorlar size, içinde mutfağı olan); şansınızı deneyin derim. Beğenmezseniz, ikinci gece başka bir yere geçersiniz. Biz öyle yaptık.

Samimi olmak gerekirse dağ ve denizin bu denli iç içe geçişi ender güzellikte bir manzara yaratıyor sanki bu adada. Yüksekten bakıldığında Thassos, Ege’nin maviliğinin tam ortasında yer alıyor. Trakya kıyılarına ise sadece 8 km uzaklıkta. Komşusu Semadirek’ten daha büyük fakat Rodos ve Midilli’den daha küçüktür. 95,4 km’ye ulaşan kıyıları ve 378,84 kilometre karelik yüzölçümü ile kalabalık bir nüfusu barındırır. Her biri 1,000 metreyi aşan beş zirvesi ile adayı kuzeybatı- güneydoğu yönünde ikiye bölen sıradağlarla kaplıdır. Antik çağlardan beri ünlü ressamların, heykeltıraşların ve mimarların kullandığı birinci sınıf gri-yeşil kayrak taşı ve parlak, kalın, beyaz mermerin ana yurdudur. Özellikle güney kıyısında Alyki yarımadasındaki birçok noktada dünyaca ünlü mermerlerin çıktığı maden ocakları görülür. Bazı sahiller ve denizin içi, kum yerine ufalanmış beyaz mermerle kaplanmış ve doğa harikası oluşturmuştur. Ada, ormanlar ile kaplıdır ve bu antik çağlardan beri Yunanistan’da ormanlık alanların azınlıkta olmasından dolayı Thassos’a ayrı bir değer katar. Çam ağaçlarının haricinde adada bol miktarda düz ağaç ve kestane ağacı da bulunmaktadır.

En sevdiğim ve dinlemeye doyamadığım efsaneler Yunan mitolojisinde yer alır. Ortaokulda okurken fazlasıyla incelemiştik. Notre Dame De Sion sağolsun. O okulun bana kattığı en önemli artı okuma alışkanlığımı pekiştirmek olmuştur.  Neyse gelelim adanın mitolojik hikâyesine: Yunan mitolojisine göre Thassos, boğa kılığına giren Zeus’un Phoenix Kralı’nın kızını Avrupa’ya kaçırması ile keşfedilir. Antionoras, kızını bulması için torunu Thassos’u görevlendirir ve eli boş dönmemesi için kesin talimat verir. Avrupa’yı bulmak için yollara düşen Thassos, adanın doğal güzelliklerinin ve ılıman ikliminin cazibesine kapılır ve buraya yerleşir. O günden sonra da ada onun ismi ile anılmaya başlanır. Thassian şehir devleti M.Ö.5. yüzyılda altın çağını yaşamıştır. Thassos ticareti, donanması, güçlü para birimi ve zengin kültürel hayatıyla “Kuzeyin Atinası” adını almıştır. Şehrin merkezi Pazar (Agora) ve kalıntıları günümüze kadar muhafaza edilmiştir. 2000-3000 kişilik kapasitesi ile doğal zemin üzerine inşa edilen antik tiyatro aynı zamanda eşsiz bir deniz manzarasına sahiptir. Adanın sokaklarında gezerken modern ile antik şehrin izlerini bir arada görebilirsiniz. Thassos’taki hemen hemen bütün köyler, bembeyaz mermer heykellerle süslüdür.  Arkeoloji Müzesi, Yunanistan’ın en önemli müzelerinden biridir ve 1934 yılında inşa edilmiştir. Sahil yolu üzerinde bulunan müze, M.Ö 7 ve M.S.7 yüzyıl evlerinin zenginliğini ve güzelliğini örnekleyen birçok eser ile doludur. Bir başka önemli arkeolojik yer ise Alykes köyüdür. Ziyaretçiler eskiden kalma Hristiyan kiliselerini ve 7. yüzyıldan kalma Dioskouroi’ye adanmış tapınakların olduğu yarımadayı görebilirler. Baş Melek Mikail’e adanan kadın manastırı Alyki köyü yakınlarında bir uçurumun kenarına inşa edilmiştir. Enerjisi ilginçti. Giderseniz mutlaka gezin derim.

Mavi masa ve sandalyeler. Rengârenk restoranlar ve mezeler… Doğrusu her kelimenin sonuna ek koyarak bizim mezeleri sahiplenmeleri beni gülümsetse de, lezzetleri muhteşem. Kızartma kabağı, süzme yoğurttan cacıkları, patlıcan salataları, musakkaları ve en güzelinden ‘Grek Salata’. Çoban salata üzerinde devasa iki iri dilim beyaz peynir eşliğinde oldukça lezzetli zeytinyağı ile birlikte… Allahtan çabuk doyan biriyim. Yoksa kolayca kilo alınabilecek bir coğrafya. Aman dikkat… Fiyatlar da oldukça uygun. Öğlen ve akşam dilediğiniz kadar yediğinizde iki kişi 20- 30 Euro civarı ( içkiyle birlikte olursa 8-10 Euro daha ekleyin) bir hesap ödüyorsunuz.

Her gün farklı bir bölgesini keşfe çıkabilirsiniz. Genellikle plajlarda şemsiye, tuvalet yok. O yüzden olan yerleri tercih etmenizde fayda var. Sahilleri doğal plaj olarak bırakmışlar. Plajlar ve koylar her yerde. O yüzden adanın hakkını vermek istiyorsanız, kuzey, güney ayrımı yapmadan bir çıkış noktası belirleyip, adayı çepeçevre dolaşmanız gerekiyor. Böylece her koya, her plaja ulaşmış oluyorsunuz. Kuzeyde Limenas, 20 dakika mesafesinde Glifoneri Koyu sanki dolaşma rotası için başlangıç olarak bize uygun geldi. Bu sahil şeridini takip edince biraz sonra Skala Pachis geliyor. Biraz ileride Skala Rachoni var. Kuzeyden başlamış ve batıya doğru gitmiştik. Şimdi doğu sahiline doğru ilerleyelim dedik ve Limenas’ın 10 dakika kadar uzağındaki Makryammos Koyu‘na geçtik. Burası aslında Makryammos Bungalows adındaki bir tatil köyünün olduğu bir yer. Oda kiralamadan da sadece denize küçük bir ücret ödeyerek girebiliyorsunuz. Makryammos’a yine yaklaşık 20 dakika mesafede çok çok ünlü bir yer var: Saliara yani Marble Beach. Buradan biraz ileride ise Golden Beach var. Golden Beach’den sonra adanın güneyine doğru inmeye devam ederseniz, önce Kinyra, ondan sonra da Paradise Beach‘e ulaşırsınız. Daha da güneye indikçe adanın en güzel koylarından bir başkasına ulaşıyorsunuz: Aliki Koyu. Burası nefis bir yer.  Aliki’den aşağıya doğru gidince ise karşınıza Livadi çıkıyor. Buradan sonra yol üzerinde Giola denilen kayalar arasında oluşan değişik havuzlar yer alıyor.  Thassos’daki en güzel koylardan biri de güney sahilindeki Psili Ammos oldu. Adanın batı tarafından güneye inerseniz eğer, yarı yolda göreceğiniz güzel bir yer var: Skala Marion. Buradan devam edip batı sahilini takip ederek adanın güneyine doğru iniyoruz ve Limenaria’ya ulaşıyoruz.  Batı sahilinden aşağı inerken Limenaria’dan sonra Pefkari çıkacak karşınıza. Buradan ayrılıp Potos’a doğru yola koyulduk. Limenaria, Pefkari ve Potos birbirini takip eden ve birbirlerine çok yakın yerler.  Aralarında 5-10 dakikalık mesafeler var. Potos dükkanları ve restoranlarıyla capcanlı bir yer.


Kısacası 4 gün kaldık, her köşesine ayak bastık. Sevimli, davetkâr, ucuz ve Türkiye’ye çok yakın. Yaz aylarında kısa süreli tatil imkânı olanların gidip deniz keyfini çıkartacağı bir yer Tassos Adası. Alabildiğine lezzetli mezeleri, balıkları ve koylarıyla atlamayın derim.

Gezerek ve sevgiyle kalın,

Sy


2013 Korfu Adası / Yunanistan

Her sene farklı ülkelerde Goldwing marka motosiklet kullanmayı tercih edenlerin organize ettiği uluslararası bir etkinlik vardır. Yıllardır motor kullanmamıza rağmen hiç katılmamıştık. Bu sene arkadaşlarımızın ısrarı ile ilk kez katıldık çünkü bu seneki organizasyon Yunanistan’ın Korfu Adası’nda yapılacakmış. Gezi programına adaları almıştık ya, o yüzden bu daveti de kaçırmadık. Eylül ayında fazla sıcakta yoktur diye düşündük. Bir ilki gerçekleştirelim dedik ve BMW marka motorumuzla Honda Goldwing turnuvasına katılmak üzere yola çıktık. Biz motorumuzu satalı iki sene olmuştu ve artık BMW kullanıcısıydık. Allahtan etkinliğe tek katılan arkadaşlarımız vardı da, adada motorumuzu bir kenara kaldırdık, onların arkalarına binip turlara katıldık.


Sabah erkenden buluştuk 13 motor arka arkaya dizilip İpsala’ ya yola koyulduk. Korfu seyahati, İpsala Gümrük Kapısı'ndan sonra Yunanistan karayollarında sürdü. Otoyolda sırasıyla Alexandropoli, Komotini (Gümülcine), Xantia (İskece) ve Kavala’yı öğle yemeği yiyerek ardımızda bıraktıktan sonra Igomenıca’ya geçtik. Feribota binerek adaya ulaştık.


Korfu'nun etrafındaki küçük adacıklarla beraber nüfusu bugün 100 binin üzerindedir. Doğal güzellikler, renkli gelenekler ve arkeolojik sitelerle dolu Korfu Adası Adriyatik Denizi'nin girişinde İyon Denizi'nin kuzeyine doğru uzanır. Bu yeşil ada buradan gelip geçen uygarlıkların bir harmanıdır. Korfu iki hisarı (kalesi), dar sokakları, yüksek binaları, kemerleri, Venedikliler ‘in inşa ettiği belediye binası, Korfu adası koruyucu Azizi, Saint Spyridon Kilisesi, çiçeklerle dolu bahçeleri, eşsiz ferforje parmaklıklı balkonlarıyla küçük bir cennettir.

Korfu Town'ın daracık sokaklarına motorlarımızla dalıyoruz. Etkinlik yüzünden bazılarımız yer bulmakta zorlanıyoruz. Rezervasyonsuz yola çıkanlara bayılıyorum bu arada... Allah’tan aynı Tassos’ daki gibi evlerinin odalarını kiraya verenler bol.  Bunlara apart oda adını vermişler. Evleri öyle bir bölmüşler ki müstakil ev haline gelmiş. Konaklama bu şekilde inanılmaz ucuz. Geceliği 15-20 Euro civarı. Birçok kişi bu tarz konaklamayı tercih etti. Diğerlerimiz çeşitli otellere dağıldı. Dilerseniz, belli bir ücret ödeyerek organizasyonun yapıldığı yerde çadır veya karavanlarınızla da konaklama imkânınız var.
Türk katılımcıların tamamı kahvaltı sonrası buluştu ve adada tur attı. Katılımcıların hemen hepsi, yöresel kıyafetler giyip, motorlarını alabildiğine süsleyip, bayraklar ve sirenler eşliğinde bu turu adada bir baştan diğer başa yapıyorlar. Trafiği düzenleyenlerin eşliğinde tüm adayı gürültülü, hem de çok gürültülü olarak geziyorsunuz. Düşünmeden edemedim doğrusu; bu organizasyon bizim memlekette yapılsa bu gürültüye yerel halk nasıl tepki verirdi acaba? Ada halkı cama, kapıya çıkıp alkışlarla destek verip, video çekimi yapıyordu. Organizasyonun elemanları trafiği kestiklerinde tüm sürücüler el sallayarak yol veriyorlardı. Adada hayat devam ediyor çünkü hafta ortası herkes işinde, gücünde. Aramızdan birkaç kişi; turizm işte, gelir kapısı falan deyip kendini kandırmaya çalıştı ama ortak kanı bizim bu tarz şeylere tam alışık olmadığımız yönündeydi. Tencere, tava gürültüsü misali…

Gelelim biraz da adanın gezilecek yerlerine… Eski ve yeni kaleler, Liston Caddesi, Espianada Meydanı, Saint Spiridon Kilisesi, Saint George ve Saint Michael Kraliyet Sarayları, The Antivouniotissa Bizans Müzesi ve Sinagog. Dassia küçük bir balıkçı kasabası görünümünde mutlaka görülmesi gereken bir yer. Adanın kuzeydoğusunda yer alıyor ve inanılmaz plajlara sahip bir bölge. Sidabari büyük kaya oluşumlarını keşfedeceğiniz bölge iken, yemek ve tavernalar için ise Kassiopi Limanını önerebilirim. Hatta gece eğlencesi içinde bir göz atmanızda fayda var. Korfu, pek tabii ki sadece şehrin merkezi Spianada'dan oluşmuyor. Yemyeşil bitki örtüsü ve harika kumsallar, tarihi yerler, birkaç güne sığdıramayacağınız kadar çok şey sunuyor. Adanın güneyinde Achillion Sarayı var. Gastouri köyünde bulunan bu sarayda eski Yunan tarihi ve mitolojisinin kalıntılarını bulmak mümkün.
Yunanistan’ın Capri’si olarak bilinen ada, tertemiz denizi, şahane plajları, Eski Korfu isimli Unesco tarafından korunan tarihi bölgesi, eğlenceli gece hayatı, deniz ürünleriyle dünya jet sosyetesinin gözde duraklarından biri. Geçmişte Oscar Wilde, Goethe gibi isimlerin de tercihi olmuş. Vallahi söyleyenlerin yalancısıyım . Adanın en eski adı Drepanon. Yunanca adı Kerkyra. Yunan mitolojisine göre Kerkyra, Irmak Tanrısı Asopos ile Irmak perisi Metopos’un kızıdır. Denizler Tanrısı Poseidon, kıza aşık olur ve onu isimsiz bir adaya, bugünkü adıyla Corfu’ya kaçırır. Tanrılar Tanrısı Zeus, buna çok kızar. Poseidon, Zeus’un öfkesini dindirmek için kızın annesi Metope’ye adaya Kerkyra’nın adını vereceğine ve kızını mutlu edeceğine dair söz verir. Adanın adı Kerkyra olur.

Bella Vista denilen tepeye doğru nefis manzaralar eşliğinde tırmanıyoruz.  Yukarıda Yunan-Bizans dönemine ait Paleokastritsa Manastırı var. 1225 yılında Bakire Meryem adına yapılan manastır,  Bizans dönemi ikonalarıyla meşhur. Küçük müzesinde sergilenen ikonalar ve mamut iskeletiyle turist akınına uğruyor. Eski zamanlardan beri zeytinyağı yapılan manastırın bahçesi ise muhteşem. Bu arada adadaki zeytin ağaçlarına bayıldım. Aralarında 600 yıllık olanlar bile var. Venedikliler zeytin ağacı ekmeyi mecbur etmişler vakti zamanında. Adadaki zeytin ağaçlarının yüzde 70’i o dönemden kalma.

Korfu’nun iki kalesi var. Bir tanesi Palaio Frourio isimli Venedik kalesi. Kaleye, bir köprüden geçerek giriliyor. Kalenin hemen yakınındaki Asya Kültürleri Müzesi’ne giden yoldan denize doğru indiğinizde, ikinci bir kale daha göreceksiniz. Diğerinden 30 yıl sonra yapıldığı için buraya yeni kale diyorlar. Eski kalenin yakınındaki meydanın adı Spianada. Korfu Town için kullanılan ‘Spianada’ adı Spain’den, yani İspanya’dan geliyor. Bu ad, bir dönem yönetimi ele geçiren ve adanın inşasını gerçekleştiren İspanyollardan miras kalmış. Sokaklarda pek çok ünlü markayı bulabileceğiniz dükkânlar sıralanıyor. Daracık sokaklar, leziz mezeler, güler yüzlü esnaflar, cümlenin ucundan kıyısından Türkçe konuşan halk, nefis plajlar. Gezilesi bir yer mi? Bana kalırsa evet. Yalnız ada büyük ve hakkıyla gezmek isterseniz eğer, kendinizi sıkıştırmadan, şöyle dolu dolu 3 ya da 4 gün yeterli olur.

Organizasyondan arta kalan zamanlarda adayı keşfettik. Biraz da asıl meseleden bahsedelim bakalım. Sakın alınmasın erkekler ancak bu motosiklet işi gerçekten de ‘erkekler ve oyuncakları’ şeklinde özetlenebilir. İki tekerlekli bir makine bu kadar mı sevilir? Bu kadar mı süslenir? Aksesuarları yarıştırılıp, ödül peşinde mi koşulur? Vallahi de koşuyorlar. Deliler gibi süslemişler, artık yer kalmamış hala bir şeyler takmaya, yapıştırmaya çalışıyorlar. Çocuk ruhunu kaybetmeyin dedikleri bu olsa gerek. Katılımcıların çoğu ülkelerine has giysiler de giymişler. Yani bu işe ciddi merak sarmışlar, vakit ayırmışlar, emek harcamışlar. Bizim Türklerde bir bayraklar vardı ki, gözlerim yaşardı inanın. Herkes kırmızı tişört giymişti. Bizimkiler de iyi hazırlanmışlardı. Zaten katılımcılardan birisi motor süsleme ve ışıklandırma dalında iki senedir birinciliği kimseye kaptırmıyormuş. Akşam ödül töreninde gruplara şiltleri dağıtılırken bizim gruba çıkan cılız alkıştan anladım ki, halen Osmanlı torunu olarak görülüyor ve bir parça da sevilmiyoruz sanki. Aman olsun, biz çok kalabalıktık ve kendimizi alabildiğine alkışladık. Centilmenlik yapıp her ülkeyi de gerektiği şekilde alkışladık. Kibarız doğrusu…

Korfu’ya dört günün sonunda veda ederken eşimle birlikte, yalnız, baş başa motora binme kararımızı birbirimize tekrarlayarak, motorumuza atladık- oldukça sade ve sessiz bir şekilde- sokakları boydan boya geçerek evimize doğru yola çıktık.

Gezilerde kalın gönlünüzce,

Sy

,


5 Mayıs 2013 Pazar

2013 Londra Gezisi


Her köşesini bıkmadan, usanmadan 2000 yılından beri gezdiğim bu şehri sizlere anlatmadığımı fark ettim. Renkli ve hareketli yaşamıyla öne çıkan şehirlerden biri olan Londra’nın geçmişi 2000 yıl öncesine uzanır. Zengin tarihi mirasının yanı sıra, moda, müzik, sanat konularında da kendine has tarzı olan bu şehri ilk kez gideceklere tanıtmaya çalışacağım. ‘Bula bula Londra’yı mı buldun anlatacak’; ‘Ben zaten gitmiştim biliyorum’ da diyebilirsiniz, olsun gelin birlikte hafızalarımızı tazeleyelim.

Londra gerçekten büyük ve keşfedilmesi zaman alan bir şehir. Bir çok kez farklı otellerde kaldım- son iki kez gidişim haricinde- bu yüzden her seferinde Londra’yı geziş şeklim kaldığım yerle ilintili oldu. Seyahatlerimde yürüyerek gezmeyi ve kaybolmayı çok severim,  ancak Londra’yı kısıtlı zamanda keşfetmek istediğimde metrodan faydalanmam gerekti. Aksi takdirde geceye halim kalmıyordu…

Yılın her ayı yağmurlu olabilen İngiltere ne zaman gitsem bana torpilli davranmış ve beni hep kuru bir hava ve gökyüzünde güneşle karşılamıştır. Bu sene de öyle oldu ve 2013 Nisan ayında yaptığımız gezide İstanbul kapalı bir hava ve yağmurla beni yolcu ederken, Londra sıcacık bir güneşle buyur etti beni. Gene de aklınızda bulunsun en uygun aylar Haziran, Temmuz, Ağustos ve Eylül.

Daha önceki gidişlerimde aldığım notlarla birlikte şimdiye kadar nereleri görmüşsem anlatmaya başlıyorum. Keyifle okumanız dileği ile…

M.S. 43 yılında Thames nehir kıyısında kurulduğu var sayılan Londra iyi bir gezi planını hak eden bir şehirdir. Metronun o kadar güzel işleyen bir sistemi vardır ki, şehrin ne tarafında kalırsanız kalın her gün için yaptığınız gezi planını metro ağına oturttuğunuz an, tüm şehir sizindir. Konaklama için şehir merkezinde olan otelleri tercih ederseniz sabah erkenden otelden çıkıp, yorulunca geri dönüp otelinizde soluklanabilir, sonra tekrar gece yarısına kadar veya sabaha kadar eğlenmenize devam edebilirsiniz. Covent Garden, Piccadilly, Oxford Street’de metro istasyonlarına çok yakın oteller bulmanız mümkündür.

İngiltere’nin başkenti olan Londra sanat kokar adeta. Sokakları ışıl ışıldır. Müziğin başkenti olmasının yanı sıra;  tiyatrolar, operalar, etkinlikler her şey buradadır. Kalacağınız her otelde etkinliklere bilet bulmak konusunda size yardımcı oluyorlar. Eğer kesin kararlıysanız otel rezervasyonu yaptığınız an biletinizi de rezerve edebilirsiniz. Ben otele giriş yaptığım gün biletlerimi ayırttırıyorum. Ya da Leicester Square’de ki gişeden o akşamki oyun için biletleri yarı fiyatına da alabilirsiniz. Mamma Mia, Phantom of the Opera, Chicago daha önceki gidişlerimde izlediklerim. Phantom of the Opera’yı oğlum 13 yaşındayken birlikte izlemiştik. Her ikimizin de ilk operasıydı. Büyülenmiştik. Hele o koca avize salondan sahneye doğru uçtuğunda öyle bir şangırtı koparmıştı ki, hala unutamam. Les Miserables’a yer bulamadığımız için bu sefer The Lion King’i izledim.

Geziye başlamanın en iyi yolu turistik bölgelerdir. Bu yerleri gördükten sonra, ara sokaklarda kaybolup şehrin ince detaylarını gözlemleyebilirsiniz. Binalarda ki levhalara göz atma fırsatınız olursa Florence Nightingale, Van Gogh, Mozart, Oscar Wilde, Karl Marx, Sherlock Holmes, Charles Dickens, Freud, Charlie Chaplin, Benjamin Franklin gibi kişilerin yaşadıkları yerleri( mavi levhalarla işaretlenmiştir) ve Bank’teki metro girişinin üzerinde uçan bir meleği fark edebilirsiniz. Ayrıca Shoredicht’te suçluların kamçılandığı direk, Sir Thomas More’un altın yüzlü heykeli de yürüyerek rastlayabileceğiniz detaylardandır. Kısacası kendinizi yerli halktan biri gibi hissedin ve gözünüzü dört açın. Şehrin her köşesi size bir şeyler sunacaktır. İki katlı otobüslerle şehri dolaşmakta oldukça zevklidir. Turistik hat üzerinde bu otobüslerden de faydalanabilirsiniz.

Etnik çeşitlilik inanılmaz, dünyanın her yerinden, her kültürden insana kucak açmış bir başkent burası. Bu kadar çeşitlilik içinde, saf kan İngiliz’leri gözünüz hemen seçiyor. Daha ‘cool’, inanılmaz kibar, bir şey sorulduğunda cevap veren, lüzumsuz konuşmayan, samimi ve sıcakkanlı olmayan bu insanların ağzından en sık duyduğunuz kelime ‘Teşekkür ederim’ dir. Her fırsatta ve her mevsimde kendilerini parklara atan bu kibar insanlar kalabalık içinde hemen fark edilirler. Londra’nın yeşili bir başka yeşil gerçekten de. Sürekli yağan yağmurun dört mevsim boyunca beslediği, büyüttüğü bir yeşil. Bir gidişimde tüm zamanımı sadece parkları gezmeye ayırmıştım. Yeşilin büyüsü beni sarıp sarmalamıştı. Hyde   Park’ın içindeki Serpentine gölü, sincaplar, çeşitli kuşlar, atlı polisler, dev ağaçlar, rengarenk bitkiler beni benden almıştı. St James’s Park içindeki göl ise 40 tür kuşa ev sahipliği yapar. Çok hoş bir kafe vardır ve yazın konserler düzenlenir. Kessington Garden Hyde Park’ın devamıdır. Regent’s Park sizi gül kokularıyla karşılar. İnanılmaz bir gül bahçesi vardır. İçinde Londra Hayvanat Bahçesi de bulunur. Green Park küçüktür ve iş merkezlerine yakın olduğu için daha çok öğle tatilinde şezlong kiralayan ofis çalışanlarıyla dolar taşar. Greenwich Park’ın tepesinden Londra’yı seyredebilirsiniz. Ayrıca 0 derece boylamının geçtiği gözlemevi de buradadır. Richmond Park tam 2.350 dönümdür. Bu parkta alageyikler serbestçe dolaşırlar. Primrose Hill Regent’s Park’ın kuzeyinde kalır. Eski zamanlarda beyefendiler burada düello yaparlarmış. Bushy Park Mayıs ayında ağaçlar çiçeklendiğinde görülmeye değer manzaralar sunar.

Bu şehirde müzeler, tarihi binalar, saraylar, kiliseler ve parklar gündüz başınızı döndürürken şehrin gece hayatı ve canlılığı akşam olunca sizi de içine çeker. Halk, eğlenceye akşam iş çıkışında ve hafta sonlarında trafiğe kapatılan bazı sokaklardaki pub’larda sokağa taşarak başlar. Kaldırımlara, yerlere otururlar, çoğunlukla ayakta biralarını yudumlayarak bitmek bilmeyen bir sohbete dalarlar. Daha sonra Soho veya Covent Garden’da ki restoranlara dağılırlar. Etnik çeşitlilik sayesinde her ülkenin mutfağını bulabileceğiniz bu şehir sokak sokak gezerken size müzik ziyafeti de sunar. Sokaklarda çalan müzisyenleri dinleyebileceğiniz gibi en ünlü gece kulüplerinden de faydalanabilirsiniz. Covent Garden, Piccadilly, Soho, Leicester Square gece gündüz cıvıl cıvıl olan merkezler arasındadır. 

Soho demişken biraz daha bilgi vermek istedim. Soho’nun gece gündüz hareketli caddesi Old Campton Street üzerinde birçok restoran, bar, gece kulübü yer alır. Masalarını sokağa atmış kafeler yol boyunca sıra sıra dizilmişlerdir. Gerard Street’deki işlemeli kemerler 1950 den bu yana Londra’da bulunan Çin mahallesine geldiğinizi belli eder. Aslında burnunuzu izlemek de yeterli olacaktır. Soya sosu ve sarımsağın baskın kokusu bölgeye yaklaştığınızı anlamaya yetiyor. Ocak sonu ya da şubat başı gibi giderseniz eğer Çin Yeni Yıl kutlamalarını da izleyebilirsiniz. Çok görkemli ve eğlenceli oluyor. Bu bölgedeki her şey size Çin’de dolaşıyormuşsunuz izlenimi veriyor. Süpermarketler, hediyelik eşyalar, dövmeciler, dövüş okulları, aradığınız her şey mevcut.

İngilizlerin kendilerine özgü mutfakları pek kayda değer değildir. İlk akla gelen fast food kültürlerinde yer alan ve çoğu kişinin tercih ettiği Fish&Chips sayılabilir. Pub’larda geleneksel ev yemekleri olarak Cottage Pie- havuç, soğan, dana biftek ince kıyılmış ve patates püresi- etli ve tavuklu börekler; Yorkshire Pudding- fırında biftek yanında da üzeri kabuk tutacak kadar pişirilmiş patates; elma soslu domuz eti, nane soslu fırında kuzu budu sayılabilir. Bunun dışında ise Japon Nobu veya Zuma, Çin Hakkasan, Spagetti House, Cantina Loredo ( Covent Garden’da rezervasyon gerekiyor, Meksika yemekleri şahane), Jamie’s Italian ( Covent Garden’da tavsiye ederim)İlla da Türküm diyorsanız Sofra; Wagamama. Fast food acele atıştırmalık olarak Pret a Manger’yi tavsiye ederim; sandviç, kahve, çay, meyveler ne ararsanız mevcut. Starbucks her köşe başı neredeyse. Regent Street de food quarter diye bir yer var. Yan yana dizilmiş bir sürü cafe ve restoranlar var. Et restoranı olarak Angus’ları fark etmemek mümkün değil ancak her sefer aynı lezzeti bulur musunuz? Hayır. Dükkandan dükkana değişken bir zincir. Benim şansım şimdiye kadar iki kez dışında yaver gitti. Birde Strada var, zincir bir restoran. Çok kültür, çok insan ve değişik mutfaklar. Asla aç kalmıyorsunuz

Bu şehir her ne istiyorsanız satın alabileceğiniz bir şehir. Moda olan ya da olmayan, pahalı ya da ucuz, antika, aklınıza her ne geliyorsa… Yeter ki paranız, zamanınız olsun alışveriş eğlenceye dönüşür. Oxford Street, Regent Street, Bond Street, Carnaby Street, Tottenham Court, Marble Arc, Knightsbridge, Piccadilly Circus, Trafalgar en işlek mağaza ve butiklerin bulunduğu caddeler ve meydanlar. Sanatsal objeler arıyorsanız Leicester Square'e,’el yapımı ürünler, hediyelik eşyalar, salaş ve her telden kişilerin uğrak yeri olan bir yer arıyorsanız Kapalı Çarşı’ya benzeyen Camden Town’a uğrayabilirsiniz. Eskiden bir manastır olan Covent Garden’da ise her türlü mağazayı ve markayı bulmanız mümkündür. Burası ayrıca restoran açısından da çok zengin bir bölgedir. Harvey Nichols, Harrod’s ve diğer lüks markaları gezmek istiyorsanız eğer Bond Street’e ve Knightsbridge’e gitmeniz yeterli olacaktır. Ancak Harrod’s konusunda uyarmak isterim her bir köşesini gezip, her bir ürünü denerim derseniz en az 2 tam günü ayırmanız gerekebilir. Japon turistlerden fırsat kalırsa tabii ki

Seyahatiniz Cumartesi, Pazar günlerini içine alıyorsa, eğer Londra’ya birden fazla gittiyseniz ve pazar yeri gezmeyi seviyorsanız, Portobello Marketi Notthing Hill, Camden Town’daki açık marketler, Columbia Road Flower marketi hoşunuza gidebilir. Antikacılardan bazıları ise; Alfie’s Antique Market Church Street’de, Gray’s Market  Davis Street’de, Antiquarius ve Chelsea Antique Market ise King’s Road’da yer almaktadır. Charing Cross Road ise tam bir kitap cennetidir. İkinci el kitaplar, nadir bulunan kitaplar ve en büyük kitapçının bulunduğu yerdir. Avrupa’nın en büyük kitapevi olan Waterstone’s ve Hatchard’s de bu caddede yer almaktadır.

Şehir içinde turistik gezilmesi gereken önemli yerler;
*British Museum, Tate Gallery, National Gallery ve National Portrait Gallery giriş ücreti olmayan yerler. Bazı özel sergiler olduğu takdirde danışmadan bilet temin ediliyor.

British Museum: Dünyanın en eski müzesidir 1,8 milyon yılı aşkın bir zaman dilimine yayılmış 6 milyon parçalık bir koleksiyona sahiptir. Ana danışmanın olduğu bölümde Great Court bulunur. Dünyanın en önemli kitapları ve el yazmalarının barındığı okuma salonu da burada yer alır. 
National Gallery: Yanında  National Portrait Gallery’de yer alır. Erken Rönesans döneminden Empresyonistlere kadar uzanan ve 2.300 parçayı aşan bir resim koleksiyonunu barındırmaktadır. Portrait Gallery ise Tudor döneminden bugüne kadar uzanan ünlü simaların ve az bilinen kişiliklerin portrelerini sergilemektedir.
London Eye:  Bu dönmedolap 2000 yılı kutlamaları için inşa edilmiştir ve kentin tüm manzarasına hakimdir. Bir tur 30 dakika sürer.
Tate Modern: Dali, Picasso, Matisse, Rothko ve Warhol gibi modernlerin eserleri sergilenir. 
Tate Britain: İngiltere’nin ünlü ressamlarının yanı sıra J. M. W. Turner’ın eserleri de yer almaktadır.
Natural History Museum: Charles Darwın ile Kaptan Cook’un botanikçisinin topladığı eserlerin deposu olan müze 300 bilim insanı ve kütüphanecisi ile araştırmaların hala sürdürüldüğü bir yerdir. Etkileyici bir dinazor koleksiyonu vardır.
Science Museum:  Dünyayı Endüstri Devrimi’ne ulaştıran dokuma tezgahı, gemicilik ve erken uçaklar gibi keşifler sergilenir.
Buckıngham Palace ve Kraliyet Bahçeleri: Kraliçenin belli zamanlarda yaşadığı 600 odalı bir saraydır. 1705 yılında yapılmıştır. Kraliyet Bahçeleri halka açıktır. Westminster Abbey: Ortaçağ mimarisinin görkemli bir eseridir. Eskiden bir manastır olarak işlev görüyordu. Reform döneminde korunmuş ve Kraliyet ailesinin törenlerine ev sahipliği yapmaktadır. Taç giyme törenleri, cenazeler, düğünler burada gerçekleştirilir.
Parliament Square: Asıl adı Westminster Sarayıdır. Kraliyet konutu, hükümet merkezi ve manastır olarak bin yıl önce inşa edilmiştir. Genellikle House of Parliment olarak bilinen yeni Westminster Sarayı, Westminster Abbey’nin hemen karşısındadır. Meydanın kuzeyindeki Parliment Street, Whitehall’a ve başbakanın konutu olan Downing Street no:10’a gider.
Big Ben: Westminster Sarayının devasa ölçülerdeki saat kulesidir. Çan on dört farklı tonda ses çıkartabilmektedir.
Tower of London: 1. William için 1078 yılında yaptırılmış olan hendekli şato kentin cephaneliği olmuş, hayvanat bahçesi olarak hizmet vermiş ve kraliyet darphanesi olarak da kullanılmıştır. 
St Paul’s Cathedral: 1666 yılında yapımına başlanmış 1708 yılında tamamlanmıştır. Avrupa’nın en büyük sallanan çanına sahiptir. Koronun verdiği konserler ilgi çekicidir.
Hyde Park: İçinde Serpentine gölü vardır , sandallarla gezebilirsiniz. Ata binebilir, kaykay ve yürüyüş yapabilir Spekears Corner’da halka hitap edebilirsiniz. Her köşesinden sincapların fırladığı bu muhteşem parkta tam gün hayallere dalabilirsiniz. Hyde Park haricinde St James’s Park, Kensington Gardens, Regent’s Park, Green Park, Greenwich Park, Richmond Park, Primrose Hill, Bushy Park, görülmesi gereken parklar arasında yer alır. Ayrıca Thames Nehri’nde motor gezisi yapabilirsiniz. Westminster ve Charing Cross kent merkezindeki rıhtımlardır. Buradan bineceğiniz tekneler akış yukarı Hampton Court’a akış yönünde Tower Bridge ve Greenwich’e gider. Camden Lock ve Little Venice arasındaki durgun suda Regent’s Canal’daki tekne gezileri de çok zevklidir. Ben ilk gittiğim yıllarda yürüyüş turları vardı. Yaklaşık iki saat kadar sürerdi. Shakespeare dönemindeki Londra temalı, Karındeşen Jack hikayeleri ile süslenmiş eski Londra sokaklarında yapılan ilginç turlardı. Son dönemlerde hiç dikkat etmedim hala var mı bilemiyorum.
Mme Thussaud’nun mumya müzesini gezebilir çeşitli korku tünellerinde yolculuk edebilirsiniz. Ayrıca korku meraklısı iseniz London Dungeon’da sizi cezbedebilir. Oğlum sayesinde varlığından haberdar olduğum bu korku müzesi yer yer beni bile ürkütmüştü.

Şehir dışında görülmesi gereken yerleri günü birlik gezi yapan turlar aracılığıyla gezebilir veya araba kiralayabilirsiniz. Bunlar arasında Windsor Şatosu( halen Kraliyet Ailesi kullanmaktadır), Oxford Üniversitesinin bulunduğu Oxford, Romalılardan kalma Bath( dünyanın en eski spası) antik çağın sembolü Stonehenge, Harry Potter’ın çekildiği Warwick Şatosu, Leeds Castle, Cantenburry Katedrali, Stradford sayılabilir. Günlük turlar için Londra’ki otellerden katılacak olanlar sabah erken saatlerde toplanıyor ve bir merkeze götürülüyor. Tüm turlar oradan start alıyor. Biraz ayakta bekliyor ve mevsimine göre hafif üşüyorsunuz ancak nasıl organize olmuşlarsa bekleme süreniz en fazla 10 dakika sürüyor. 10 dakika içinde otobüsünüze kurulup yollara düşüyorsunuz. Londra’ya yaklaşık 2 saatlik mesafelerdeki güzellikleri keşfe çıkıyorsunuz. Dönüşte ise belli noktalarda sizleri bırakıyorlar. 

Evet, benim anlatacaklarım bu kadar. Umarım fayda görürsünüz. Çeşitli yıllara ait fotoğraflardan derlenen bir video hazırladım sizler için. Keyifle izlemeniz dileği ile.

Sevgiyle kalın,
Sy





17 Nisan 2013 Çarşamba

Net görüntü


Bazen banyoda ısı farkından dolayı suyun sıcaklığı nedeni ile buğu oluşur. Böyle durumlarda aynayı silmek zorunda kalırız. Kendimizi görebilmek için. Çünkü görüntümüz net değildir. Aynayı sildikçe belirir yüzümüz tam karşımızda.
İşte kendimizi geliştirmek denilen ‘ kişisel gelişim’ benim için böyle bir şey. Aynayı silip netleşmek…
Net kalmanız dileği ile
Sy

17 Mart 2013 Pazar

İnsanın hakikatle başa çıkabilmeyi öğrenmesi gerekiyor…


Bazen etrafımı izlemeyi severim. Öylesine dalarım düşüncelere. Sonra kovalarım düşüncelerimi ki berrak gözlerle bakabileyim etrafa. Yargısız ve tarafsız bakabilmek adına her detayı algılayabilmek önemlidir. Bu gözlemlerim hayatı anlamakta epey yardımcı olmuştur bana. Neden bilmem yıllar geçtikçe sessizlik içinde izlemeyi daha da sever oldum. Böyle anlardan birinde bir dostumun yaşadıklarına göz atma fırsatı yakaladım. İnsanın hakikatlerle başa çıkmayı bilmesinin önemi üzerinde düşünmeye başladım. Sonra da bu cümleyi evlilik üzerine yapılandırdım. Evlilik, beraber yaşama, birliktelik; adına her ne diyorsanız, sizin için her ne ifade ediyorsa. Bunun içinde sorular sormak gerekir her zaman olduğu gibi. Cevaplar hep oralarda bir yerlerdedir…

Birliktelikler nasıl başlar sorusu en önemli sorulardan biridir bana kalırsa. Kendi isteğiniz ile mi yoksa bir mecburiyet sonucunda mı? Başlangıç şekli nasıl gelişeceğinin işaretlerini taşır içinde. Ancak içinde bulunulan an ’da bu detayları görebilmek her zaman için mümkün olmayabilir. Zaman içinde yalandan bir dünyaya sahip olmak işten bile değildir. Bu öyle bir dünyadır ki ne içindeki anlar bu yalanı ne de dışındaki. Yalan huzuru siler süpürür. Böylece huzurun eksikliği gündelik yaşamı karartmaya başlar… 

Yolunda gitmeyen birlikteliklerde, var olmayan huzur içinde, var olduğumuzu varsayarak hiç hoşlanmadığımız zorunlu bir yaşama başlarız. Öyle anlar gelir ki çığlık çığlığa bağırarak bitmesini isteriz bu kabusun. Bazen de öyle anlar gelir ki dışımızda sessiz ancak iç dünyamızda oldukça gürültülü katlanırız bu kabusa. Uzun yıllar boyunca…

Yetiştiriliş tarzımız, içinde büyüdüğümüz çevre, aile yapımız ve zaman faktörü baskılara dönüşür. Üstümüze gelirler ağır ve emin adımlarla. Dönüşü olmayan bir yoldur bu çiftler için… Yürüdüğün ancak mola vermek istediğin de bile yola devam etmek zorunda olduğun bir süreçtir. Ne hikmetse bu yolda olduğun süreçte; araba beklersin, geçmez; kahve içmek istersin, bulunmaz. Olumsuzluklar zinciridir adeta… Bir sürü işaretler görürsün bu dönüşü olmayan yolda. Ancak hepsini geçtikten sonra fark edersin. Hiç birini zamanında yakalayamazsın ki çözümleyebilesin. Saklambaç oynar gibisindir işaretlerle. Bir süre sonra işaretlerde fark edilmez olurlar çiftler tarafından.

Aslında içinde bir yerlerde hep bilirsin. Bilen tarafın hep farkındadır. Sadece isimlendirmezsin. Sorun vardır ancak ismi yoktur. Böylece senin olmaz. Sana ait olmazsa yola devam edebilirsin. Bir şekilde yolda kalmak zorunluluğu vardır. Bilemediğin, anlamlandıramadığın. Hep ‘Ben çıktım, oynamak istemiyorum’ dersin ancak kimse duymaz. Çünkü sessiz söylemektesindir. Belki de duysalar da aldırmazlar. Kim bilir…

Zaman akıp gider ve çiftler başka bir seçenek olup olmadığını sormak isterler, isterler, isterler. Ancak bir türlü soramazlar. Kala kalırlar o çiftler o yolda, bir başlarına… Ve bir türlü özgürleşemezler. Ara sıra duyulur etraftan ‘ Keşke…’ diyen sesleri. Zamanla o sesler de duyulmaz olur…

İnsanın hakikatle başa çıkabilmeyi öğrenmesi gerekiyor hem de zaman kaybetmeden. Öğrenmeli ki hayatın her aşamasında yeri geldiğinde kendinle bile başa çıkabilmeyi becerebilsin…

Sevgiyle kalın,

Sy

2 Şubat 2013 Cumartesi

Sanki korkmak hayatta olduğumuzun bir göstergesi gibi…


Korku hayatta kalabilmenin bir şeklidir derler. Ya da tehlikeyi önceden sezebilmekle alakalıdır derler korku için. Ya da sadece korkmaktır korku. Neden, kimden, niye korktuğunu bilmeden, öylesine korkmaktır. Peki, nelerden korkarız?

Bu soruya kendi adıma cevap verirsem eğer, korku kendimden emin olmadığım zamanlarda sarıp sarmalar beni. Nerede olduğumu tam olarak bilemediğim anlarda. Çıkıp gelir yanı başıma. Ya da sevdiklerimden ayrı düştüğümde... Haber alamadığımda, seslerini duyamadığımda… Nasıl da sinsice çörekleniverir göğsümün orta yerine… Bazen de son derece basitçe çıkar ortaya. İyi yıkanmamış bir salata da hastalık korkusu olarak, ovulmamış bir banyoda mikrop kapma şekline bürünerek… Temizlik yaparken elektriklerin kesilmesi bile korkunun ortaya çıkması için yeterli olur. Yeterince hijyen olamama korkusu… Bu gerçekten de korku mu yoksa kaygı mı acaba? Sizce? Kaygı mı korkuyu besler yoksa korkular mı kaygıları doğurur? Sadece kaygı yok ki korkuyu besleyen; endişe var, sıkıntı var, öfke var… Ancak bana kalırsa korkudan önce kaygı hep vardır. Hatta kaygıyı kaybetmemek adına korkunun doğuşuna şahitlik bile ederiz. Yeter ki korkalım… Sanki korkmak hayatta olduğumuzun bir göstergesi gibi…

Karanlıktan, böcekten, yüksekten, hastanelerden, mezarlıklardan, evde kalmaktan, ölmekten, hayattan, at binmekten, sınavda kırık not almaktan, araba kullanmaktan, asansörde kapalı kalmaktan, yangın çıkmasından, kuş gribinden, uçağa binmekten,  deprem olmasından… İstediğimizi ekleyebiliriz, yelpaze alabildiğine geniş. Peki ne yapmak lazım?Nasıl kurtulacağız bu korkulardan?

Bence duygularımızı soğanı soyar gibi soyup, içine, derine bakabildiğimizde bu korkuların kaynağını nihayetinde keşfederiz. Biz kaynaklı mı? Yoksa koşullu mu yani öğretilmiş korkular mı bunlar? Böylece ruhumuzu bu korkulardan arındırabiliriz. Özgürleşiriz… Korktuğumda, çoğu zaman kendimi bir köprü üzerinde hissederim. Sanki bu köprünün bir bacağı korkulardan, diğer bacağı ise cesaretten oluşmuştur. Ben de tam ortasındayımdır bu köprünün. Rezil olurum kendime… Tir tir titrerim, bardaktan boşalırcasına ağlarım. Ağladıkça açılır, ferahlarım. Sonra adım adım inerim korkumun yanına ve bakarım ona yakından. İncelerim. Ya kaldırır atarım ya da bir parça daha korkmak için, belki de son kez korkmak için yakından bakarım gözlerinin içine… İçime… Derine, en derine… Tüm cesaretimle…

Anlarım korkularımı, kendimi. Kendimle birlikte bana bu duyguyu yerleştirenleri. Neden korkuyormuşum? Bulurum cevabını. Bana zarar gelmeyecek şekilde söker atarım içimden. Temizlerim ortalığı. Kaçmam artık onlardan. Kaçmam kendimden. Savaşırım bu duygularımla. Bir kez ele geçirdim mi kaleyi, gerisi gelir zaten…

Her ne varsa içimizde duyguya dair, bizi oluşturan; bunları kabul ettiğimiz takdirde ruhumuzu güzelleştireceğimize inanıyorum. Duygunun her şekli bizim kendimizi tanımamız ve özümüze inmemiz açısından yetilerimizi arttıracaktır. Buna korkularımız da dahildir.  Korkularımızdan kurtulmakta da bizi ruhsal açıdan olgunlaştıracaktır. 

Sevgiyle kalın,

Sy


20 Ocak 2013 Pazar

2013 Paris Gezisi


Bunaldığımda başımı alıp gitmeyi sevdiğim şehirlerden biridir Paris. Bir diğeri ise Londra’dır. Kaç kere gidersem gideyim her seferinde farklı bir lezzet alırım bu iki şehirden. Asla bıkmam. Birkaç gündür eşimle birlikte Paris’teydik.

Paris hakkında ne söyleyebilirim ki? Fransa'nın başkenti olmasının yanı sıra, bilim, kültür, sanat alanlarında da dünyanın önde gelen merkezlerinden birisidir.  2000 yıllık bir tarihe sahiptir.  Şehir 20’ye kadar numaralanmış bölgelere ayrılmıştır. Bu numaralar Louvre’dan başlayarak dışarıya doğru spiral şeklinde artar. Dolaşırken yönünüzü şaşırmamak için Paris’i bir daire olarak düşünün. Seine Nehri, iki yanında dizilmiş olan Notre Dame, Louvre, Place de la Concorde, Arc de Triomphe ve Eiffel Kulesi gibi ünlü yapılarla bu daireyi ortadan ikiye böler. Sağ ve Sol Yaka, nehrin ortasındaki İle de la Cité ve İle de St Louis adaları üzerinden köprülerle birbirine bağlanır. Sağ Yaka’da  Place Charles de Gaulle, Champs-Elysées, Place de la Concorde, Palais du Louvre, Opera, Montmartre, Sacre C’oeur, Bastille yer alırken; Sol Yaka’da Quartier  Latin, Sorbonne, Jardins Du Luxembourg, St Germain des Pres, Montparnasse ve Eiffel Kulesi yer alırken, şehrin batısında ise yeni Paris olarak adlandırılan La Defense bulunur. 

Paris’e ilk gittiğim sene 1996 kışıydı. Avrupa oldukça soğuktu – 18 dereceler konuşuluyordu. Bu bizi engellememişti ve yılbaşını geçirmek için ailece kalkıp gitmiştik. La Defense’da bir otelde kalmıştık. Oğlum o zaman 9 yaşındaydı. Noel zamanındaki hareketlilik ve süslemeler çok hoşuna gitmişti. Disneyland’da boy sınırına yakalanıp (binilen aletlerin emniyet kemerinin bağlanabilmesi için belli bir boy sınırı gerekiyordu) bazı eğlencelere katılamadığı için de oldukça üzülmüştü. Daha sonra 1998 yılında şubat tatilinde bu geziyi tekrarladık. Boyu yeterince uzadığı içinde eğlence parkının altını üstüne getirmiştik. O zaman da oldukça soğuktu. Daha sonra eşimle Paris'e  2000’ li yıllarda dört kez daha gittik. 

Araba kiralamak tavsiye edeceğim bir olay değil, trafik yoğunluğu fazla. Belli gün ve saatlerde İstanbul’u aratmayacak şekilde tıkanabiliyor. Bu yüzden Paris'te yürüyüşe çıkmak yaşanabilecek en büyük zevklerden biridir. Büyüklüğüne rağmen, iyi planlama yaparsanız tüm şehri, bir gün içinde, baştan sona yaya gezmek mümkündür. Her gördüğünüz café’ ye girmeden ve her dükkana dalmadan iyi kötü bir fikir sahibi olursunuz. Gidilecek mesafenin iki duraktan az olduğu durumlarda, metroya binmektense yürümek ise şehri tanımak açısından en iyi seçim olacaktır. Seine nehrinde tekne gezisini daha önceki yıllarda bir kez gece bir kez de gündüz saatlerinde olmak kaydıyla iki kere yapmıştım. Bu gezilerde şehir hakkında bilgi sahibi olmanız için yeterlidir. Daha sonra ne tür bir gezi planladıysanız onu uygulamaya koyarsınız. Uzun yıllardır tur acentesi ile seyahate çıkmak yerine kendi başıma gezmeyi tercih ediyorum. Yürüyerek, kaybolarak gezmeye bayılıyorum. Bilindik adresler yerine ara sokakları arşınlamaktan büyük keyif alıyorum. Kimsenin bilmediği ara dükkânları keşfetmeyi seviyorum.

Ortaokul ve liseyi Notre Dame De Sion’da okuduğum için Fransızcam oldukça iyidir. Bu gezide fark ettiğim bir ayrıntı ise yabancı dili küçük yaşta öğrendiğinizde asla unutmadığınız oldu. Geçen yıllarda İspanyolca öğrenmiştim. Şu an aklımda fazla kalmadığını söyleyebilirim. Her seferinde biraz mesai harcamak gerekiyor hatırlamak için. Oysa 12 yaşındayken öğrendiğim bu dili artık kullanmasam da unutmuyorum. Zihin çok ilginç işliyor doğrusu.

Her gidişimde Louvre Müzesini, Notre Dame Kilisesini mutlaka gezerim. Bu iki ziyaret – eşim ise tavaf etmek diyor- benim için “Paris Ritüeli” haline geldi sanki. Louvre’u bir günde gezmek, iki güne sığdırmak bana göre imkânsız. Bu yüzden her gidişimde daha önce uğramadığım bir köşesini geziyorum. Her koridoru, her galerisi içime işliyor sanki. Orada kaybolmayı da seviyorum, böylece gözümden kaçmış bir başka bölümde buluveriyorum kendimi. Bu sefer ki gezişimde bana eşlik etmesi için Dan Brown’u da davet ettim. Koyu bir sohbete giriştik zihnimde. Da Vinci Şifresi’nde yer alan galerileri ve resimleri hatırlamaya çalıştım. Kutsal Kase’nin nerede olabileceğini hayal ettim. Birden kendimi kriptoloji ajanı Sophie Neveu edasıyla galeriyi arşınlarken buldum ve kahkahalarıma zor hâkim oldum.

Notre Dame Katedrali 2000 yıldan bu yana dinsel işlevini sürdürmektedir ve birçok tarihi olaya tanıklık etmiştir. Ziyaretçi defterini imzaladım, bir kaç cümle karaladım içine. Kendimi devlet görevlisi gibi hissettim bir anlığına. Her zamanki gibi Pont-Neuf' den geçerken âşıkların simgesi olan kilitlerden satın aldım, üstüne kalp çizdim. İçine eşimin ve benim adımı yazdım. Kilitledim. Anahtarını da nehre savurdum. Böylece aşkımızı bir kez daha mühürlemiş olduk. 

Eiffel’in resimlerini çekmekle yetindim uzaktan. Hava o kadar soğuktu ki oraya uğramaktan vazgeçtim. İlk kez gidecek olanlara mutlaka uğramalarını tavsiye ederim. Ancak havanın soğukluğu Seine Nehri kıyılarında bulunan sahaflara uğramama engel olmadı. Pont St Michel ile Pont des Arts arasındaki rıhtım boyunda sıralanmışlardır bu sahaflar. Burada kitaplar haricinde kartpostallar, dergiler de bulabilirsiniz.

Sokaklarda rastgele köşe başlarına park etmiş Lamborghini veya Ferrari marka arabalar çıkıyor karşınıza. Üstlerinde ‘Sür beni’ yazıyor. Bu arabalara 20 dakika için 89 Euro ödeyerek Paris’te tur atabiliyorsunuz. Champs Elysées üzerinde Abercrombie’nin bir mağazası var. Kocaman demir kapılardan geçiyorsunuz ve ağaçlıklı harika bir yoldan yürüyerek müze kapısı gibi görkemli bir kapıya geliyorsunuz. Sizi karın kasları ortada genç bir adam karşılıyor. Dışarısı -7 ve yarı çıplak bu genç sizi içeri buyur ediyor. Oldukça şık döşenmiş ve loş bir mağazada kulaklarınızı tırmalayan yüksek müzik ve özenle seçilmiş satıcı personel eşliğinde mağazayı turluyorsunuz. Bütün satıcıların ortak bir noktası var: kızlar Paris’in en güzel kızları; erkekler ise Paris’in en yakışıklı delikanlıları. Bir şey sorduğunuzda cevap alamasanız da görsel bir şölen sunuyorlar size.

Bu gezide beni en çok etkileyen şeylerden biri, Louvre’da, mola verdiğim esnada, cafélerden birine oturmak üzere yaklaşan bir kadın oldu. Sarı saçlı, zayıf uzun boylu bir kadındı. Yanında tasmalı bir köpek vardı. Koluna giren birisi ona açıklamalar vererek yürümesine yardım ediyordu. Bu görme engelli bir turistti, yanındaki de eğitimli köpeğiydi. Müze görevlisi eşliğinde turlamaktaydılar.  Bir anda tüylerim diken diken oldu.  Bu görme engelli kişi sırf o mekânın enerjisini hissedebilmek adına koridorlarda dolaşıyordu. Kendimi bu güzellikleri görebildiğim için çok şanslı hissettim ve teşekkürlerimi sundum Yaradan’a. O kişiye de büyük bir hayranlık duydum ve herkesin bilinç olarak bu seviyeye gelebilmesini diledim. Bazen engeller gözle görülebiliyor bazen de öylesine derinlerde oluyor ki… Tüm engellerin bir gün keşfedilip, kaldırılması dileği ile…

Beni etkileyen bir diğer ayrıntı ise Parislilerin ne kadar değişmiş olduğuydu. Uzun yıllar Fransızlarla çalıştım. Her ayrıntısını, her bölgesinin aksanını o kadar iyi bilirdim ki.  Ufaktan bir hayranlık duyardım bu ülkeye, içimize işlemişti bu ekol. Neden sonra ilk seyahatimden aklımda kalanlar ise Parislilerin kaba ve kendini beğenmiş halleri olmuştu. Sadece kendi dillerini konuşurlar, başka dilde sorulan sorulara cevap bile vermezlerdi. Sanki tüm dünya Fransızca bilmek zorundaydı. Oysa bugün her yerde her dil konuşuluyor artık. Menülere sıradan lokantalarda bile İngilizceyi, İtalyancayı, İspanyolcayı eklemişler. Hangi dilde sorarsanız o dilde cevap alıyorsunuz. Her daim “Merhaba” derlerdi ancak gülümsemezlerdi. Daha güler yüzlü olmuşlar. Bana sorarsanız bu değişim biraz fazla hızlı olmuş ve Paris’te gerçek Parisliye rastlamak neredeyse imkânsız hale gelmiş. Acaba değişmeden suratsız ve sadece kendi dillerini konuşarak mı kalsalardı? Bilemedim, kararsız kaldım…


Gezmek, görmek, sırları keşfe çıkmak… Seyahat etmek benim için çok heyecan verici bir olay. Yeni yaşam tarzları, yeni alışkanlıklar, yeni hayatları yerinde ve o an’ da keşfedebilmek. Gerçekten güzel deneyimler benim için. Ülkeler değişiyor, insanlar değişiyor, ben değişiyorum. Hayata bakış açım değişiyor.  Bazen öyle insanlarla karşılaşıp birlikte zaman geçiriyorsunuz ki, normal yaşamınızda bunun gerçekleşmesi neredeyse imkânsız. Öyle yerler gezip, öyle şeyler tadıyorsunuz ki kendinizi sınadığınız hissine kapılıyorsunuz ara sıra. İşte seyahat etmek tüm bu deneyimleri yaşatıyor bana. Louvre Müzesini gezerken gördüğüm engelli turistin bana o anda hissettirdiklerini, başka bir yerde aynı hazda hissetmem, yaşamam mümkün olabilir mi? Oluyor… Eğer ki hayatın zenginliğine ve ihtişamına kendinizi kapatmazsanız, oluyor… Hayat tüm muhteşemliğiyle bizim keşfetmemizi bekliyor. Oralarda bir yerlerde... 

Bazen çok kısa bir an için bir başkasına son derece basit gelen bir şey beni mutlu eder. O anın keyfini alabildiğine yaşarım ve içime alırım o hazzı. Her düşündüğümde de tekrar tekrar duyumsarım. Mutlu olurum. Bunu yapabilmek için de görmeyi bilmek lazım bana kalırsa. Tüm güzellikler önümüzdedir. Bizi beklemektedir. Yeter ki görmeyi seçelim. Sözlerime son verirken gezmeye ve görmeye mutlaka zaman yaratın diyorum. Motosiklet meraklıları Avenue Grande Armée 'ye bolca vakit ayırın. Sağlı sollu bir sürü markanın mağazası mevcut. Bu gezide yemek yiyip zevk aldığım bazı restoranların adreslerini de paylaşıyorum. Yolunuz düşerse diye…

Sevgiyle kalın,

Sy

L’entrecote de Paris  29 Rue de Marignan 75008 Paris

Zen Garden  15 Rue Marbeuf 75008 Paris

La Farnesina 9 Rue Boissy D’Anglas