2 Kasım 2013 Cumartesi

2013 Güney &Güneydoğu Fransa Provence ve Katalan Bölgesi Turu Bölüm 1

Bu sene sıcaklardan rahatsız olmamak adına uzun motor seyahatimizi ekim ayına ertelemiştik. Bayramı da içine alan, çok bilindik yerlerden ziyade bir daha gitmeyeceğimiz ve daha önceki rotalarımızda pas geçmek durumunda kaldığımız yerleri seçmeye gayret ederek, yorucu olmayan bir rota belirledik. Bu seneki rotamızın gereği motoru Fransa’ya yolladık. Gemi La Seyne de la Mer adlı limana yanaştı, motorumuzu aldık. Bu kadar yakına gelmişken Toulon’u gezelim dedik ve düştük yola.  Türkiye’den Toulon’a direk uçuş yok. Dolayısıyla Marsilya veya Nice üzerinden havayolu ile ulaşabilir, daha sonra karayolu veya tren ile devam edersiniz.

Toulon, güney Fransa'da Akdeniz kıyısında yer alan bir liman kenti. Provence-Alpes-Côte-d'Azur bölgesinde üçüncü büyük şehir olarak anılıyor. Günümüzde Toulon Fransa'nın Akdeniz kıyısındaki başlıca deniz üssüdür. Fransız Akdeniz donanması Toulon'da üslenmiştir. Fransız uçak gemisi Charles de Gaulle ve savaş gurubuna ana üs olarak hizmet verir. Tarih boyunca önemli bir askeri liman kenti olmuş ve donanma hareketlerine de sahne olmuştur. 1543-1544 kışında Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasına üs görevi görmüştür. İtalyan ve İspanya kıyılarına saldırılar buradan düzenlenmiştir. Ayrıca gemi yapım, balıkçılık, şarapçılık, matbaacılık sanayileri de gelişmiştir. Yazların sıcak geçtiği söylenen bu güney şehrinde ekim ayında bile sıcaklıklar 20 derecelerin üzerindeydi ve kışlık motor malzemesi ile seyahat etmeyi bir parça zorlaştırıyordu. Bir kıyı kenti olduğu için sahil şeridi çok güzel gerçekten. Çeşitli tarihi binaları ve müzeleri de var. Motosiklet ile şehirde panoramik bir tur yaptık. Öğlende sahil kıyısındaki restoranlardan birinde hafif bir yemek yedik ve müzelerini gezmeden şehirden ayrıldık. Programın biraz gerisinde kalarak başlamıştık tura. Sağ olsun Fransızlar o kadar yavaş ve karmaşık işler yapıyorlar ki, sabah çıkacağımız limandan akşamüstüne doğru ayrılınca Toulon’un müzelerini pas geçtik ve Marsilya’ya devam ettik. Toulon Marsilya arası yaklaşık 1 saat sürüyor.

Marsilya çok büyük bir şehir, gezilecek, görülecek, yaşanacak yeri çok.  Şehir 2013 yılı için “Avrupa Kültür Başkenti” olarak seçilmiş.  2500 yıl kadar eskilere giden tarihi bir geçmişi var. Limanı, Avrupa genelinde dördüncü, Fransa ve Akdeniz genelinde ise, birinci büyüklüktedir.  Fransa’nın güneydoğusunda, Provence-Alpes-Cote d’Azur bölgesinin başkentidir Marsilya. 450.000 öğrenci, 70’den fazla konsolosluk burada yer almaktadır. Üniversite kampüsü gibi bu şehir. Her köşeden öğrenci fışkırıyor. Şehir neredeyse “Cezayir” kökenli, kuzey Afrikalı insanların bulunması nedeniyle, zenci-arap karışımı bir insan toplumunu barındırmakta. Kimileri de sütlü kahverenginde. Ve çok güzeller. Özellikle de çocuklar. Siyah ve beyaz birlikteliği oldukça fazla göze çarpıyor. Irkçı söylemleri bol olan ve dünyaya bunu pompalamayı alışkanlık haline getirmiş olan Fransızların, Marsilya’da yaşayanlardan bu konuda ders almaları lazım. Küçük el sanatları satılan butikler, mağazalar ve hediyelik eşya satan dükkânlar alabildiğine bol. Rue Saint-Ferroel, Rue de la Tour ve Cours d’Estienne denilen yerlerde, gerek alışveriş ve gerekse yemek ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz. Bölgeyi çevreleyen sokaklarda mutfak ve yemek gereçleri, ev mobilyaları, şekerciler ve geleneksel dükkânlar, kuyumcular, kitapçılar, moda mağazaları ve aksesuarcılar bulunuyor. Lüks butik istiyorsanız eğer, doğruca Rue Paradis ve Rue Grignen derim. Centre Bourse’ da ise 200 den fazla mağaza sizi bekler. Her köşede bir sabuncu var ve her mağazada dolu, ağzına kadar. Her köşede zeytinyağı kokusu ile sabun ve lavanta kokuları iç içe geçmiş, burnunuza serenat yapıyorlar. Lavanta ve sabun cenneti. Yeşil limonlusundan, üzümlüsüne, greyfurtludan vanilya özlüsüne kadar sayısız çeşitli sabunlar diyarı… Le Penier diye bir bölgesi daha var ki; orası başı şapkalı, ağzı pipolu sanatçılar vardır ya hani tipik Fransız filmlerinde rastladığımız, işte öyle bir yer bu bölge. Her yer sanatçıların stüdyoları ile dolu. Eserlerini de satıyorlar. Her türlü mutfağı bulmanız mümkün, ancak İtalyanlar ağırlıkta. Bir de zeytinyağı ve sarımsağın dayanılmaz birlikteliği var ki, yemeklerde oldukça baskın bu ikili.
Aşağıda Vieux Port’ta sıra sıra dizilmiş tekneler ve restoranların arasında yürürken, Marsilya’ya tepeden bakan, epey yüksek bir noktadaki Notre Dame de la Garde’ı görürsünüz. Buranın en önemli özelliği tavanlarından sarkan, uç uca eklenmiş, tahtadan yapılmış, renk renk gemi maketleri. Yüzyıllar boyunca denizciler büyük fırtınaları sağ salim atlatıp kıyaya ulaşabildiklerinde ilk iş teşekkür hediyesi olarak bunları getirmişler bu kiliseye. Buranın kutsallığına inanmışlar. Ayrıca kilisenin iç ve dış duvarları da üzerlerine Latince ya da Fransızca yazılmış şükran ifadeleriyle dolu binlerce mermer plaka ile dolu. Şehri kuşbakışı gören bu yüksek kiliseden kıyıya yakın bir adacık üzerinde bulunan Chateau d’If görünüyor. Eskiden mahkûmların cezasını çekmesi için gönderildiği kale olan Château d’If, Monte Kristo Kontu’na da ev sahipliği yapmıştır. Burada hürmetle Alexandre Dumas’yı anarak yola devam ediyorum.
La Canebiere Caddesi şehrin eski bölgesinin tarihi bir sokağıdır ve 1 km uzunluğundadır ve ilk olarak 1666 yılında yapılmıştır. 1928 yılında eski limana kadar uzatılmıştır. 1852-1870 yılları arasındaki dönemde ise caddede yoğun entelektüel ve iş faaliyetleri artmış, peşi sıra kafeler ve yüksek sınıf otel ve mağazalar açılmıştır. 1871-1940 yılları arasında caddenin güzelliği en üst düzeye ulaşmış ve dünya çapında tanınmış, Marsilya ve limanın bir sembolü haline gelmiştir. Cadde üzerindeki bazı binalar da ‘Ulusal Miras’ olarak kabul edilerek koruma altına alınmıştır. Bu caddenin sonunda Vieux-Port yer alır. Bu liman antik dönemlerden bu yana şehrin doğal limanı olarak kullanılmıştır.

Burada yer alan Fort Saint Jean ve Fort Saint Nicolas karşı karşıya yer alan iki kaledir. Louis 14 tarafından 1660 yılında inşa ettirilmişlerdir. Söz konusu kalelerin Marsilyalı isyancılara karşı değil, şehrin dışarıdan gelecek tehlikelere karşı savunulması için inşa edildiğini belirtmek üzere, toplar, içeriye değil, dışarıya doğru yerleştirilmiştir. Fransız Devrimi sırasında ise, kaleler bir hapishane olarak kullanılmıştır. Kalelerin içine girip surlara tırmandıkça karşınıza çıkan manzara görülmeye değer doğrusu. Eski limanın tam merkezinde Hotel de Ville yer alır. 17’nci yüzyıldan kalma, Barok mimari özellikler taşıyan bir binadır. 1943 yılındaki Alman işgali sırasında, nadiren zarar görmeden günümüze kadar ulaşmıştır.
Palais du Pharo, mimar Vaucher tarafından su kenarında bir evi olmasını isteyen Napoleon için yapılmış bir saraydır. Saray İmparator tarafından hiç kullanılmamıştır. Napolyon’un ölümü üzerine, İmparatoriçe Eugenie sarayın tek sahibi olur ve sarayı şehre bağışlar. 1904 yılına gelindiğinde ise, yapı Tıp Fakültesi haline dönüştürülür. Yapı olağanüstü konumu sayesinde, limana güzel bir görünüm kazandırmıştır. Ayrıca yıllık 60.000 kişi kapasiteli bir konferans merkezi bulunmaktadır. 900 kişilik bir dinleme salonu, 1200 m. karelik sergi salonu, 500 m. karelik restoranı bulunmaktadır.
Marsilya cezbedici bir şehir gerçekten de. Koyları, plajları, müzeleri, tarihi binaları, limanı ile son derece hareketli bir şehir. Ferforje dükkân kapıları, balkonlara atılmış iki kişilik masalar, lavanta kokusu, sabun çeşitleri, eski liman, liman sonundaki kaleler. Bu şehrin ana hatlarını çizecek olsam ilk olarak bunları söyleyebilirim sanırım. Şehirde birkaç gün kalmak sizi sıkmaz. Olur da yolunuz o taraflara düşerse gönül rahatlığı ile konaklayabileceğiniz bir yer. Her ne kadar Napoli gibi hırsızlardan korkulması gereken yerler arasında yer alsa da, görülmeye değer. Sabah güneşinin ortalığı ısıtmasıyla birlikte canlanan bir şehir, renkli ve kokulu… Bir sonraki durağımız Montpellier…
Montpellier Fransa’nın meşhur güneyinin biraz daha batısında bulunan bir şehir. Şehir kalabalıktan ve kozmopolit yapılanmadan uzak şirin bir görüntü veriyor. 300.000 e yakın nüfusunun üçte birini öğrenciler oluşturuyor, dolayısıyla nüfusu oldukça genç bir şehir. Evler de küçücük olup çok şık sıralanmış durumda. Hem deniz havası, hem sakinliği, hem de gençliğin kattığı enerjiyle Montpellier doğal güzelliğiyle öne çıkan ender kentlerden biri. Benim için en önemli özelliklerinden biri ise; şehrin tüm yollarının, kaldırımlarının, binalarının ve toplu ulaşım araçlarının özürlülere uygun şekilde yapılmış olmasıydı. Merdivenlere, kaldırım bitiş ve başlangıçlarına, yaya geçitlerine istisnasız olarak yatay geçişler veya asansörler eklenmişti. Tüm yollarda yer sinyalizasyonları mevcuttu. Tüm toplu taşıma araçlarında sesli ve görüntülü bildirim mevcuttu. İçim sızladı. Sızım sızım sızladı. Yurdumda özürlü olduğu için evlere halatla, zincirle bağlanan çocuklar, özürlü oldukları için sokağa çıkamayan, toplu taşıma araçlarını kullanamayanlar geçti gözlerimin önünden. Neyimiz eksik ki bizim? Bilemedim…
Hem Fransız kültüründen hem de sömürgeleri olan Araplardan etkilenmişler. Bunun dışında dünyanın farklı noktalarından gelen öğrenciler sayesinde de çok kültürlülüğün hüküm sürdüğü söylenebilir. Şehirde Akdeniz insan tipi mevcut. İnsanları sıcakkanlı. Selamlaşırken 3 kez öpüşüyorlar. Birçok ülkenin milli yemeklerinin sunulduğu restoranlar mevcut. Çoğunlukla Fransız, Çin, Japon, İngiliz, Türk, Arap mutfaklarında örnekler sunan restoranlar revaçta.
Eski şehir diye adlandırılan meydana Komedi Meydanı denmektedir. Fransızcada Komedi kelimesi, bizdeki gibi yalnızca güldüren anlamına gelmemektedir. Drama da dâhil olmak üzere tüm tiyatro eserleri Komedi başlığı altında toplanmaktadır. Zaten bu meydana ismini veren de Montpellier’ in eski tiyatro binasıdır.
Montpellier ile Montpellier Le Vieux arasında Templier yer almaktadır. Burası meşhur Tapınak Şövalyelerinin kasabasına giden yoldaki tabeladır. 13 Ekim 1307 cuma günü vahim bir karar alınır. Papa V. Clément’ dan dan destek alan Fransa Kralı IV. Philippe, Tapınakçılardan aldığı borçları ödeyememe korkusuyla ile tüm Tapınakçıları yakalatma emri verir. Engizisyon mahkemeleri sonucunda hemen hepsini öldürtür, 1312′ de Papa örgütü resmen lağveder ve nihayet 1314 yılında, son büyük üstad Jacques de Molay Paris’te ağır ateş üzerinde kızartılarak öldürülür.  İşin ilginç tarafı, bu olaydan bir ay sonra Papa V. Clément ve yedi ay sonra da IV. Philippe ölür. Languedoc Bölgesi diye adlandırılan bu bölge, Şövalyelere ait 9000 civarında şatodan birçoğunun bulunduğu bölgedir. Yolumuzu Larzac istikametine çevirdik ve Templier ve Hospitalier Şövalyelerinin kasabalarını gezmek üzere yola çıktık. Templierlerin La Cavalerie kasabasını tavaf ettikten sonra Montpellier Le Vieux’ye vardık. Burası bir iç denizin kuruması sonucu oluşmuş anglomerlerden ibaret. Çok kayda değer bulmadım doğrusu. Şehre geri döndük ve akşam yemeğini Ragazzi isminde nefis bir İtalyan lokantasında yedik. Bu arada söylemeyi unuttum; Marsilya Montpellier arası yol, şarap evleri ile dolu. İmalathaneleri gezebiliyor ve tadım yapabiliyorsunuz. Satış yapıyorlardı ancak motorda yerimiz olmadığı için alamadık ne yazık ki. Bu arada eşim motoru kullandığı için tadamadı ancak ben yeterince tattım. Hiç de iyi olmadı. Her ne kadar şoför kullanıyor olsam da virajlar canıma okudu. Yolun geri kalanında ancak konaklamalı olursa tadım yapmaya söz verdim kendime. Yolun manzarasını ise anlatmaya kelimeler yetmez, yer yer doğal park gibiydi. Ertesi sabah erkenden yola çıkıp Carcassone’u gezip öğleden sonra ise Andorra’ya geçmeyi planladığımız için erkenden yattık.


Carcassone Montpellier  arası yaklaşık 1,5 saat sürüyor.  Şehir 5. yüzyılda Vizigotlar tarafından eski bir Roma şehri üzerine kurulmuş. 11. ve 13. yüzyıllarda genişletilmiş fakat daha sonra Napolyon döneminde restorasyonlardan zarar görmüş. 1849'da neredeyse tamamen yıkılacakmış fakat 1853'de Eugéne Viollet-le-Duc kapsamlı bir yenileme başlatmış ve sur ayakta kalabilmiş. 20. yüzyılda mimar Eugène Viollet-le-Duc tarafından onarılan şehrin merkezi bölgesi (ville), 1997 yılında Ville fortifiée historique de Carcassonne adıyla UNESCO Dünya Mirasları listesine eklenmiş. İşte
Carcassonne'u Carcassonne yapan La cite de medieval Carcassonne' dur. Yani orta çağ şehri Carcassone'dur. İnanılmaz güzellikte bir kaledir. Masalsı bir görünümü var. Kalenin içinde hediyelik eşya dükkânları, restaurantlar, patiseriler, oteller, şövalyeler, Katolik kilisesi tarafından engiziyon mahkemesinde yargılananlara kullanılmış olan işkence araçlarının sergilendiği Musée de la Torture yani işkence müzesi, yine engizisyon mahkemesine ait bir kule, kuyular, bir adet açık hava tiyatrosu var. Öğlen saatine kadar şatoyu gezdikten sonra yemeğe otururken kendimi Ortaçağ’ın büyüsünden kurtaramadığımı söylemek isterim. Lokmaları ağzıma atarken zihnim şövalyeler, şatolar, engizisyon mahkemeleri, işkenceler arasında gidip gelmekteydi.  Yemekten sonra 152 km lik bir yolculukla Andorra’ya varmayı planlıyorduk. Yolculuğumuz dağlardan devam edeceği için kıyafetlerimizin içine bazı eklemeler yaptık. Ancak üşümekten kurtulamadım. Oldukça soğuk hissettim, tüm giysilerime rağmen. Sıcaklık 20 derecelerden 9 dereceye kadar inivermişti bir anda.


Hiç yorum yok :

Yorum Gönder