30 Aralık 2011 Cuma

Canım annem benim...

Yılbaşında annemle olacağım. Daha doğrusu tüm ailemiz bir arada olacak. Bu yüzden anneler gününde yazdığım bir yazı geldi aklıma aniden. Anlaşılan bilinçaltım bana oyun oynamaya kalkıyor. 

Annemle uzun süre bir arada olup aynı dili konuşmak nedense mümkün olmuyordu. Ancak son zamanlarda bende inanılmaz değişiklikler var ve ben bunları sınamak istedim. Tüm ailemle özellikle de annemle yılbaşı geçirme fikri, önceki yıllarda beni gerebilirdi. Oysa bugün çok hoşuma gidiyor. Dün ve bugün alışveriş merkezlerinde gezdim ve herkese ufak ufak hediyeler aldım. Hepsini severek ve keyifle seçtim. Yarın da bir araya geldiğimizde hediyeleri dağıtıp harika bir gece geçireceğimizi biliyorum.

Aşağıdaki yazıyı okurken güldüm. Bakış açısı, algı ve fikir çatışması var bu yazıda. Ayrıca ön yargı da var eğer dikkat ederseniz. Annemin her hediyeyi değiştireceği kalıbını muhteşem bir şekilde bilinçaltıma kazımışım vakti zamanında. Oysa hep bu beklenti içinde olmam an’dan keyif almama engelmiş. Zaman her şeyin ilacı derler. Ben uzun yollar kat ettim ve bugünlere geldim. Artık ailemle ilgili ön yargılarım yok. Yarın akşam için inanılmaz heyecanlı ve keyif doluyum.

Annemin sağlığı yerinde olsun ve hep benimle olsun istiyorum daha nice yıllar boyunca, nice anneler günü ve nice yılbaşında onunla olmak bana inanılmaz keyif verecek. Seni seviyorum anne, bunu yarın akşam sana da söyleyeceğim.

Sevgiyle kalın ve sevdiklerinize onları sevdiğinizi her daim söyleyin; yürekleri okşansın,

Sy




29 Aralık 2011 Perşembe

Yeni yılınız kutlu olsun!

Noel Baba Türk mü? Adı Santa Claus mu? Yoksa Antalya Demreli Sait mi? Müslüman mı yoksa Hristiyan mı? Ne fark eder? Benim için hiçbir şey fark etmez. Sizi bilemem. Çünkü benim için hiçbir dini inançta “ayrım” yoktur. Her din Allah'a iman eder. Şekilde farklılık olabilir, mekânda farklılık olabilir ancak her yol O’na çıkar. Bugüne kadar bir din kitabında “Kötülük yapın, kötülük iyidir, günde birkaç kez yaparsanız O’na daha da yakın olursunuz!” yazdığını gördünüz mü? Ben görmedim, mevcut olan dinlere ait kitapları okudum. İnanın ben rastlamadım. Eğer siz rastladıysanız anlatın bana, yeni bilgileri her zaman sevmişimdir. Öğrenmeyi ve gelişmeyi severim. Anlatın ben de araştırayım, aklıma yatanı bulayım.

Her yeni geziye çıktığımda, ister yakın isterse uzak bir yer olsun; keşfetmeyi severim. Araştırmayı ve derinine inebilmeyi severim. Öğrenmeyi, yeni ufuklara yol almayı severim.  Adaya gidersem tarihi ve önemli yerleri gezerim. Bu bir anıt mezar da olabilir, bir kilise, bir sinagog veya bir cami de olabilir. Vatikan’a gidersem de heybetli kiliseyi ve müzeyi gezerim. O dinlere ait tarihe dalarım. Gezinirim o koridorlarda, kimler ayak basmıştır ve ben kimlerin ayak izini sürmekteyim?. Kimler dokunmuştur o kaidelere, o mozaiklere? ellerini hissetmeye çalışırım. Mısır’a gidersem piramitlerin görkemine kaldırıp bakarım kafamı ve o taşları nasıl dizmişler acaba derim. O günlerde vinç yokmuş, taş ocaklarında hiçbir elektronik alet yokmuş. Antalya Demre’ye gidersem Aziz Nicholas’ın evini gezerim. Bacadan girdiğini ve çocuklara oyuncak dağıttığını rivayet ederler ancak niye kapıdan değil de bacadan girmiş acaba diye düşünmem. Bilirim ki yardım da, ibadet de kişiye özeldir ve utandırmadan, dillendirmeden yapılması mubahtır; ne kadar ince düşünceli bir insanmış diye düşünürüm. Hangi dine mensup olduğu aklıma bile gelmez. Her yol, her gezi, her keşif beni O’na daha da yakınlaştırır. Bunu hissederim. Meselenin özü sevgi, paylaşmak, yardımlaşmak ve insan olmaktır benim inancıma göre. Katıksız inançtır ve O’na duyulan şükrandır. O’nun verdiklerini başka kullarla paylaşmanın dinginliğidir beni etkileyen. Tek düşündüğüm budur. Bacadan girmiş, Hristiyan’mış, sadece kendi dininden olanlara yardım etmiş, geyikleri varmış; Antalya’da Ren Geyiği mi varmış? Bunlar meselenin geyiğidir benim için. Ren Geyiği de değildir; düpedüz bir geyiktir, her yerde bulunabilecek cinsinden.

Oğlum küçükken ona yılbaşında minik hediyeler alır her birini ayrı ayrı paket yapardım, üşenmeden. Sonra minik bir yapay ağaç koyardım salona, birlikte süslerdik onu; ana oğul. El becerileri gelişir, hayal gücü kıpraşırdı. Pamuk torbasından minik minik parçalar kopartır ve kar yağdı diye gülerek ağacın dallarına takardı. Parlak süsleri özenle dallara asardı, yere düşmesin kırılmasınlar diye. Elektriği açıp kapatırdı; “Bak anneş, payıl payıl paylıyoylay, çoook güselll” derdi gözleri ışıl ışıl. Sonra hediye paketlerini yerleştirirdi ağacın altına. “Anneş kim getiydi bunlayı” derdi. “Noel Baba getirdi“ derdim.  Gülerdi ve “Ne kaday iyi kalpli biy amca bu, ben mutlu oliim diye di mi anneş” derdi. O hediyeleri yılbaşı günü akşam yemekten sonra birlikte açardık. O saate kadar elini dahi sürmezdi. Karşılarına geçer acaba içinde ne var diye saatlerce hayal kurardı. Sabırlı olmayı öğrenmişti bu Noel hediyeleri ve ağacı sayesinde. Sabırlı olmanın, hayal kurmanın, beceri geliştirmenin, önem vermenin yaşı, dini, dili, ırkı var mıdır? Yoktur dostlarım, yoktur.

Sonra oğlum ilkokula başladı. Birinci sınıfta iken eve bir gün ağlayarak geldi. “Bana yalan söyledin anne, Noel Baba yokmuş, gerçek değilmiş” dedi. Ailece Demre’ye gittik, resimler çektik, broşürleri topladık hafta sonunda ve İstanbul’a döndüğümüzde oturdu bir sunum hazırladı. Noel Baba’nın gerçekte yaşamış olduğunu ve evini gezip gördüğünü anlattı o sunumunda. Annesinin yalancı olmadığını ve yalan söylemenin kötü olduğunu anlattı. Noel baba gerçekmiş siz de isterseniz gidip görebilirsiniz adresi bile var diye yazdı. O gece keyifle ve sabırsızlıkla uyudu. Pazartesi akşamı eve geldiğinde o kadar mutlu ve kendisiyle gurur doluydu ki anlatamam. Herkesin nasıl şaşırdığını ve öğretmeninin teşekkür ettiğini ve böyle sürpriz ödevler hazırlayan herkese “yıldızlı aferin” vereceğini söyledi. Akşam yatağına yattığında bana iyi geceler dilemeden önce; “Anne, artık bana yılbaşında hediye alma. Noel Baba çok önceden yaşamış ve ölmüş. Yaşasaydı bana hediye getirirdi buna inanıyorum. Ama Noel Baba’ya ihtiyacım yok, istediklerimi sen ve babam alırsınız bana olur mu? dedi. “Olur, oğlum “dedim. “Öyle yaparsan yalan söylemiş olursun çünkü o artık yaşamıyor, ben aldım dersen ben daha çok sevinirim zaten” dedi ve mışıl mışıl uykuya daldı. 6,5 yaşında minik, kocaman, dev yürekli bir adamdı benim oğlum.

Gerçekleri algılamanın, doğruyu bulmanın, yalana gerek olmadığını anlamanın, kendini savunmanın ve ispatlamanın, kendinle gurur duymanın ve iyi bir şey yapmanın, büyüyüp olgunlaşmanın yaşı, dini, dili, ırkı var mıdır? Yoktur dostlarım, yoktur.

Bu yüzden kendi inançlarının doğrultusunda kalbinizin sesine göre hareket edin, ancak başka davranış, duygu ve düşüncelere de saygılı olun. İnsan olmanın güzelliği de bu değil midir?

Sevgiyle ve hoşgörüyle hangi yaşa, dine, dile, ırka sahipseniz bilinçle kalın,

Sy

Hoş Geldin Çocuk!

Yeni yıl kutlamaları esnasında aklıma hep bir kare takılı kalır.  Bu karede biten yıl ‘yaşlı‘;  gelen yıl ise ‘çocuk’tur.

Giden yıl tükenmiş, iyisiyle kötüsüyle 365 günü geride bırakmış, yorgundur ancak ayrıldığı için üzgün değildir sanki içten içe mutludur. Koskoca bir yılın sorumluluğundan kurtulmuştur. Gelen yıl ise hoplaya zıplaya gelir. Çocuk sevincini ve mutluluğunu yaşar. Yaşlı yılın etrafında neşeyle oynar. Yaşlı yıl ise görüp geçirdikleriyle hafifçe kafasını sallayarak seyreder çocuk yılı. “Görürsün bak, başına öyle şeyler gelecek, öyle şeyler göreceksin ki; bakalım o zaman da böyle neşeli ve umarsız olabilecek misin?” demektedir içten içe. Çocuk yıl ise duymaz, duysa da aldırmaz. Yaşamadığı ve bilmediği bir şey için üzülmeyi ya da korkmayı bilmez ki. Çocuktur o. Sevgi ve mutluluk dolu, keyifli ve eğlenceli. Oyundur en büyük zevki.  Umursamaz ve anlam da veremez zaten yaşlı yılın neden böyle düşündüğüne. Devam eder eğlenmeye.

Eski yılla vedalaşırken bırakalım biz de kötü duygu ve düşüncelerimizi. Karamsarlık ve mutsuzluklarımızı indirelim sırtımızdan. Gülelim, her şeye rağmen gülelim. Hayatta olduğumuz için, nefes alabildiğimiz için. Yeni çocuk yılın sevincini, umudunu paylaşalım. Neler göreceğimize hayıflanmak yerine, nelerle karşılaşabiliriz, bu gizemi yaşayalım. Umutlu, mutlu, güvenli bakalım hayata.

Şimdiki an’ın güzelliğini yaşayalım doyasıya. Harika sofralar hazırlanmıştır, karınca kararınca, herkesin bütçesi dâhilinde. Sokaklarda bir coşku başlar bizi de içine alsın diye. Her yer süslenir, aydınlatılır. Karamsarlığa karşı açılan bir savaş gibidir bu aydınlatmalar. Karanlık dışarı, aydınlık içeri gibi sessizce bir sloganı paylaşmaktadırlar sanki. Duyalım bu sessiz sloganı, biz de içimize alalım. Katılalım canı yürekten. Çam ağacı hayatın sembolü, baharın müjdecisi olarak kabul edilir. Yaşamın sürekliliğinin, kökleri ile sıkı sıkıya hayata tutunmanın işareti değil midir ağaçlar? Yol kenarında yapılan çalışmalarda veya inşaat sahalarında sıkça rastladığımız bir görüntü vardır. Ağacın köklerine yakın bir yerden toprak kaldırılmıştır ve köklerini görürüz. Nasıl da sarıp sarmalamıştır toprağı o kollar! Nasıl da sulara uzanmak için şekilden şekle girip gidebildiği yere kadar gitmişlerdir! Kimi yerde geçit vermez kayalar çıkmıştır yollarına. Onlar ise aşmışlardır bu tıkanıklığı. Bulmuşlardır bir hal çaresi. Sımsıkı kenetlenmişlerdir toprağa, bazen bir avuç topraktan taşmışlardır yeryüzüne. Bu bile onları durdurmamış sonra tekrar giriş yolu bulmuşlardır toprağa ve suya. Yaşamda kalmanın ve hayata tutunmanın güzel bir örneğini sunarlar bize. Ağaçlar ve kökleri, toprak ve suyu, zorluklar ve başarıyı anlatmaya çalışırlar sessizce ve dimdik kalarak. Görün bu savaşı ve siz de alın içinize. Katılın bu onurlu savaşa…

Saatler on ikiye yaklaşırken ve çocuk yıl kapınızda zıplarken, kapatın gözlerinizi ve hayal edin. Onurlu bir savaşçı olduğunuzu ve yaşama her şeye inat dört elle dimdik sarıldığınızı hayal edin. Giden yaşlı yıla şükranlarınızı sunun, gelen yeniye sevgiyle kalbinizi açın. Her şeyin ama her şeyin çözümü vardır. Tek çözümsüzlük sizin yaratacağınız sevgisizlik olsun. Onun da çözümü var… Etrafınızda bolca sevgisi olanlara kalbinizi açın ve kucaklayın onları. Size de bulaşsın izin verin.

Her şeyle herkesle ”BİR” olmanın mutluluğu sizi yeni yılda kucaklasın ve bir daha da bırakmasın, sevgiyle kalın,

Sy




26 Aralık 2011 Pazartesi

Beklentiler ilginçtir…


O kadar çok beklentimiz var ki! Her saniye yeni yeni beklentiler yaratıyoruz. Ekliyoruz birbirine zincir yapıyoruz. Sonra da bekliyoruz, hayatımıza gelip girsinler; bizi mutlu etsinler.

Beklentilerimizi arzu, istek, öfke, hırs gibi duygularla harmanlıyoruz. Hamur keki gibi çırpıyoruz. Mikserin hızı kimi zaman öfkemizle, kimi zaman da arzularımızla coşuyor. İçine iyice kabarsın kıvamı güzel olsun diye “dua” ekliyoruz. Atıyoruz fırına. Kekin maksimum pişme süresi 40 dakika. Bekliyoruz, bekliyoruz, bekliyoruz. İyi de kabarmadı bir türlü, pişmedi. Kek yerine biz kabarmaya başlıyoruz. Kabarıyoruz, kabarıyoruz, kabarıyoruz.

Çocukluğumuzda biz mutlu olmayı beklerken, ebeveynlerimiz bizden uslu, akıllı, başarılı çocuklar olmamızı bekliyorlar. Büyüyoruz her şey istediğimiz gibi olsun demeye başlarken, yan taraftan “Hayır, hayır öyle değil, böyle!” nidaları yükselmeye başlıyor. Böyle değil, öyle olmamızı bekliyorlar. Oysa biz böyleyi bekliyoruz. Evlenmeye ve kendi hayat arkadaşımızı seçmeye karar verdiğimizde ise; ömür boyu sürecek bir mutluluk bekliyoruz. Ebeveynlerimiz ise bizim seçimimizi beğenmedikleri ve beklentileri karşılanmadığı için zorluklar çıkarıyor. Ömür boyu sürecek mutluluğumuza yol alırken garip pürüzlerle uğraşıyoruz. İş hayatından çok para bekliyoruz; oysa işverenlerimiz de az maaş, az masraf ve yüksek kar bekliyor. Saygı görmeyi ve aranılmayı bekliyoruz; karşı taraf da bunları kendisi için bekliyor. Daha iyi bir yaşam, bolluk ve bereket bekliyoruz; karşı taraf da sahip olmamızı ve onlarla her şeyi paylaşmamızı bekliyor. Biz ebeveyn oluyoruz devir daim gerçekleşiyor, çocuklarımızdan başarılı, uslu ve akıllı olmalarını bekliyoruz; onlarsa hayattan mutluluk ve özgürlük bekliyor. Ve liste zaman tüneline giriyor, çıkıyor; paralel evrenlere geçiyor, geri geliyor ancak hep aynı kalıyor. Oysa biz farklı olmasını bekliyoruz. Sanki bir deja vu oluyor hayat!

İstiyoruz, yaratıyoruz ve bekliyoruz. Dua edip yakarıyoruz, istek ve arzularımızı dile getiriyoruz. Bekliyoruz. Yardım gelecektir düşüncesiyle hareket etmekte ve beklemekteyiz. Olmayınca öfkelenip hırslanıyoruz. Neden? Neden yardımcı olmuyorsun diye yakarıyoruz O’na. Oysa kendimizden ve O’nun bize vermiş olduğu ‘Güç’ten faydalanmayı aklımızın köşesine bile getirmiyoruz. Hep bekliyoruz.

Güç hissini oluşturmalıyız. Öfkemizi dinlemeliyiz çünkü böylece sınırlarımızı, nereye gideceğimizi anlayabiliriz. Arzu ve isteklerimizi ayrıştırmayı bilmeliyiz çünkü ancak bu şekilde gerçekte ne istediğimizi net olarak anlayabiliriz. Kendimizi çok iyi anlarsak, hayatı da anlayabiliriz. Çünkü hayat ne anladığınızla eş değer seyretmektedir. Önce ne istediğinizi anlarsanız nasıl yapmanız gerektiğini daha çabuk keşfedersiniz.  Goethe; “Yapabileceğiniz ya da yapabileceğinize inandığınız bir şey varsa harekete geçin. Eylemde, sihir, zarafet ve güç vardır” demiş.

Hayatın içinde şöyle bir durun iki dakika. Kapatın gözlerinizi. Derin bir soluk alın. Boşaltın karmaşayı zihninizden. Düşünün. Beklentileriniz ne? Haydi, alın bir kâğıt bir kalem. Çekilin sakin bir köşeye yapın listenizi. İçinizden gelen her şeyi yazın listeye. Dürüstçe… Beklentilerinizi önem sırasına ve gerçeklik sırasına koyun. Sonra harekete geçin. Dua itici gücünüz olsun; beklentilerinizi gönderdiğiniz posta kutusu değil. Kendinizi yapıcı olarak eleştirmekten korkmayın. “Allah yardımı hak edenlere yardım eder” diye düşünmeyin, ben hak etmiyorum demeyin. Zira hepimiz her şeyi hak ediyoruz. Kendinize gereken önemi verirseniz sizi herkes önemser. O da önemser, hiç kuşkunuz olmasın.

Kendi “Voltran”ınızı oluşturun. Haydi, durmayın haykırın: “ Voltran”,  “Voltran”, “ Voltran”.

Çizgi filmleri seviyorum beni çocukken hissettiğim gücüme kavuşturuyorlar. Bu arada kekiniz pişti alıverin fırından.

Güçlü ve sevgiyle kalın,

Sy



24 Aralık 2011 Cumartesi

Yerken önlük gerektiren her yemek lezzetlidir.

Evet, üstümüze damlayan bir parça sos ya da masa örtüsüne düşen bir lokma. Bunlar, yemekten keyif aldığımızın ve tadına vararak yediğimizin göstergesi değil mi? Düşen parçayı alıp ağzımıza atarız ve ağzımızın kenarına da bulaştırırız. Sonra parmağımızla ağız kenarını sileriz. Ortamına göre yetmedi parmağımızı da yalarız.

Bir an gözümde bir bebek canlandı bunları ilk duyduğumda. Yeni yeni kaşığı keşfeden bir bebek. Mama sandalyesinde oturmakta ve o küçük bacaklar kımıl kımıl oturduğu yerde. Tabağını ona verdiğimizde ışıl ışıl bakar kaşığa Öyle heyecanlıdır ki kendi deneyiminden- agu mugu eşliğinde ses çıkartarak beceriksizce kaşığı kavrar ve kaşık ağzının yolunu bulana kadar masaya döker, üstüne damlatır, burnuna sıvar. En nihayetinde kaşık ağza vardığında o lokmadan geriye kalanı büyük bir iştahla açtığı ağzına bir kaç denemeden sonra sokmayı başarır. Sonrasında bir mucize gibi müthiş bir gülümsemeyle kendini kutlar. Öylesine mutludur ki. Onu izlerken öylesine gurur duyarız ki bu beceriksizce yapılan yemek yeme girişiminden. Bizim yavrumuzdur o işte. Mama sandalyesinin karşısında alkışlarız onu büyük bir gururla. O, yedikçe döke saça, alabildiğine keyiflidir, tabii ki biz de. Mutluyuzdur onun kendi başına yaptığı girişimden. Yere düşen lokmalar, paçalara damlayan yemek, önlükteki bulamaçlar gözümüze en nadide sanat eseri gibi görünür. Mutfaktaki sevgi ve mutluluk tüm eve oradan da tüm evrene dağılır. Karnı doyunca kalan yemekle oynamaya başlar. Kaşığa aldığı yemeğine parmağını sokar, sonra parmağını yalar, hızını alamaz avucu ile yemeği alır ve ağzına doldurur.

Yemek yerken kim bu kadar utanmaz, şımarık, kirli olabilir? Kim bir kaşık yemek ile saatlerce mutlu olabilir? Kim etrafın ne düşüneceğine veya ne yapacağına aldırmaksızın umarsızca mutlu olabilir bir lokma yemekle? Bir çocuk, sadece bir çocuk başarabilir bunu.

Hepimiz bir zamanlar bu çocuk gibiydik, umarsızca mutlu olabilen ufak şeylerle. Hiçbir önyargımızın veya bilinçaltı kalıplarımızın olmadığı zamanlarda birer çocuktuk. Saf ve basit şeylerle mutlu olabilen çocuklardık. Yaşam sevilmekten ibaretti o zamanlar. Sadece sevgi vardı zihnimizde... İşte bu cümleyi duyduğum zaman o çocuğu yaşamak istedim bir kez daha. Artık yemek yerken hayali bir önlüğüm var. Alabildiğince doğal ve pırıl pırıl bir zihinle yemeğimden keyif alıyorum. Dökülürse lokmalarımdan parçalar bir gün hayali önlüğüme; öyle bir gülümseme kaplayacak ki yüzümü; önce evim sonra da evren mutlulukla ışıldayacak benim için...

İşte bu yüzden yerken önlük gerektiren her yemek lezzetlidir.

Hayattan zevk alarak, sevgiyle ve mutlu kalın,

Sy



23 Aralık 2011 Cuma

Bu ikimiz için...

Bazen kendimi ifade edemiyorum. Yazabiliyorum ama arada atladığım bir nokta oluyor; okuyanın kendi bakış açısı. Bu yüzden kendime, eleştirilere daha açık olmayı telkin ediyorum. Her zaman, içimdeki her şey dışımda gözlemlenebilir. İçim dışım bir, saydam ve bir o kadar da şeffafım.

Eleştiriler yararlı ve yararsız olmak üzere ikiye ayrılır. Hayatımızda büyük yer kaplar. Yararlı eleştirilerle kırıcı olanları ayırt etmek gerekir diye düşünüyorum. Eleştiri yapıldığı zaman savunmaya geçiyorsak eğer algı ve bakış açısı sorunu girmiş demektir araya bir yerlere. Yapılan eleştirileri kendimizi savunmaya geçmeden değerlendirmemiz gerekir. Yararlı eleştiri bizlere ‘puzzle’ımızı tamamlama fırsatı verir.

Öte yandan eleştiri bizi yaralar. İçeriği şimdiyle genelde bağdaşmaz. İçinde daha çok geçmişi barındırır. Kişisel algılanır. Ben sevgiyi bir yere koyamıyorum... Genellemeye sokamıyorum. Öte yandan sevginin ne kadar hassas ama bir o kadar da yanlış değerlendirmelere ve kanaatlere saptırıldığına dikkat çekmek istiyorum. Sevgi var olan ve oldukça da kuvvetlenerek büyüyen bir histir. Bazen ”Ne sevdiğin belli ne de sevmediğin” deriz ya; bir o kadar da ucu açıktır. Her yana çekiştirilebilir.

Oysa Tanrı insanları yaratırken hep çift yaratırmış. Sonra o insanlar ayrı düşer ve nadiren çiftler bir araya gelirmiş. İşte sen ve ben öyle bir çiftiz. Mucizeyi başarmış ve birbirini bulmuş bir çiftiz. Ne mutlu bize!  Birlikteliğin en güzel yanı bu mucizeyi gerçekleştirmek ve gerçekleştirdiğinin de farkında olmaktır. Evli olmak, beraber yaşamak hepsi birdir. Özünde sevgi vardır. Saygı kol kola yürümektedir; evli olanlarla, beraber olanlarla. Ancak zaman geçtikçe yıpranır ilişkiler. Tıpkı yanlış programda ve yanlış ısıyla yıkadığınız çamaşırlar gibi. Hafiften solar, uçları pırtık pırtık olur. Tamiri kolaydır. Bir tutam taze sevgi buketi ister sadece. Yumuşatıcı, yoğunlaştırılmış yumuşatıcı, beyazlar, renkliler ayrımı hiç yoktur. Ön yıkama istemez. Mevcut ölçüye hafif bir ilave yeterlidir. Bembeyaz kar gibi çıkar makineden, kırışmamıştır, temizlik kokar buram buram. Bahar esintisi dolar eve, yuvaya.

Bu minik ilaveler ne mi olabilir? Küçük sürprizler olabilir. İstenmeyen şeylerin tartışmasını yapmamak olabilir. İçinde bulunduğun an’da olabilmek ve eskiyi deşmemek olabilir. Yalnızlığa ve alana saygı olabilir. Dışlanmış hissetmeden gönülden rıza ile yeni yapılana hoşgörü olabilir. Bunları yapabilmek o sevgiyi daha da yüceltir. Muhteşem bir şekilde ışıldar sevgi aradan geçen onca yıla inat, ne solar, ne de pırtık pırtık olur.

O zaman sevgi ve saygı birlikteliğine bir arkadaş daha katalım bu yolculukta. Onun adı da hoşgörü olsun. Eskiyi arkada bırakalım, gelecek olan yeni zamana kucak açalım, ‘şimdi'yi doyasıya yaşayalım. Zaman bizim zamanımız onu har vurup harman savurmayalım…

Bu senin içindi. Bu benim içindi. Bu ikimiz için bir eleştiriydi. Yapıcı tarafından tam kıvamında…

Sevgi, saygı ve hoşgörüyle kalalım ‘şimdi‘ de,

Sy


Çünkü yaşamda her şey kutsaldır...

Sabah işe giderken arabada radyo dinler ve gündemi takip etmeye çalışırız. Yaşadığımız yer ve toplumla alakalı güncel bilgi sunarlar bize. İlk fırsatta gazete başlıklarına bakarız. Gün sonunda akşam haberlerini takip etmeye çalışırız, acaba yeni gelişmeler var mı diye. Hiç iç açıcı bir haber duymayız genelde. Kadına şiddet, terör, hayat pahalılığı, zamlar, işsizlik, yolsuzluk dosyaları. Acılar, olumsuzluk, dedikodular, şikâyetler...
“Çağdaş bir toplumda her gün bir kıyamet günüdür” demiş Bernard Shaw. Birkaç gündür gündemde Ermeni Tasarısı ve Fransa var. Fransa’ya uygulayacağımız yaptırımlar var. Senato da kabul edilirse bu yasa,  daha da fazla yaptırımlarımız olacağı söyleniyor. Aşağıdaki yazıda sadece genel izlenimlerim var. Yazının içine özellikle bu konu hakkındaki görüşümü değil bu ve benzeri konulardaki genel duygularımı kattım. Tartışma değil çözüm odaklı olmalı yaşantımız. Bütünün hayrı için olmalı, kişiselleştirmemeliyiz. Çıkar gözetmemeli yaptıklarımız. Bu yasa tasarısının kime ne getirisi ve götürüsü olacağını sokaktaki çocuk bile biliyor artık. Niye mi? Çünkü ben çocuktum aynı konu vardı, sokakta saklambaç oynarken; bugün yetişkinim hala aynı konu var. Tek fark artık herkes yakar top oynuyor… Acıtırcasına...

Aslına bakarsanız dünya tam da olması gereken yerde durmakta; hafif sakar, hafif sarsak… Niye mi? Kendi etrafında dönerken ara sıra tansiyonu düşüyor ve başı dönüyor, gözleri kararıyor. Hal böyle olunca dünya üzerindeki insanlar da sarsılıyorlar. Onların da başları dönüyor, gözleri kararıyor.

Tarihte çok örneği vardır. Güçlü olan güçsüz olanı ezip geçmiştir. Her daim uygulanan bir felsefe haline getirmişiz biz bu tarihten kopup gelen uygulamayı. Güçlü ol ve diğerlerini ez!  Hâlbuki kutsal kitaplarda neler yer alır;
 "Kimseyi incitmeyin ki kimse de sizi incitmesin “der Kur’an.
"Komşunu kendini sevdiğin gibi sev" der İncil.
"Sende nefret uyandıracak bir şeyi, kardeşine yapmayacaksın" der Tevrat.  Kutsal kitaplar böyle söyler. 
Yoktur birbirlerinden bir farkları, biz insanoğlunun olmadığı gibi. Onlarda bile bir üstün olma çabasına gireriz. Bizim Kitabımız sizinkinden daha üstün deriz.

Niye bu çaba? Ne için? Kimin için? Bizden sonra gelecek olan nesillere; kavga, tartışma, güç savaşları, yıpranmış bir dünya mı bırakmak amacımız? Niye yapıyoruz tüm bu tartışmaları? Kızgınlık, öfke dolu içimiz. Hangi toplumun geçmişinde şiddetin ve savaşların yer almadığı bir dönem olmuştur? O zamanın şartları çerçevesinde çözülmüştür var olan sorunlar. Haklıyı ya da haksızı aramak doğru mu? Ya da ne kadar doğrudur? Bazen öyle kara destanlarla yazılmıştır ki tarih günümüz ilmi ve bilimi bile o dönemlerde yaşananlara bir anlam veremez. İnsanlık Tarihi’nde kapanmayan yaralar oluşmuştur. Geçmişte olanları sürekli gündemde tutmaya çalışmak, bire on katarak bahsi yükseltmek, kimi zaman gerçekleri yansıtmamak ne kadar doğru olabilir ki? Kötülüğe aynı şekilde mi cevap verilmelidir? Yapılanlardan ders almak ve tekrarlamamak doğru bir yol değil midir?  Bazen de öyle olmalı deriz değil mi? Evet karşı cevap verelim biz de acıtalım, kanatalım yarayı deriz değil mi? Susarsan “ ezik” olursun ya da “suçu” kabul etmiş olursun. Ya da güçsüz olursun. Gücünü kanıtlamalısın…

Tüm savaşlar, tüm anlaşmazlıklar, tüm kavgalar son bulabilir. Eğer istersek. İstersek düşünce birliğine varabiliriz. Tüm kızgınlıklar sona erebilir. Kimse kimseden üstün değildir, herkes eşittir. Dolayısı ile kimse kimseye dayatma uygulayamaz. Kimse yaptıklarının sorumluluğunu bir başkasına yükleyemez. Genel olarak herkes yaptığından sorumludur ve ders almalıdır. Bunlar hata olarak kabul edilmemelidir. Seçim hatası olarak görülmeli ve o şekilde yaklaşılmalıdır. Dünya yaptıklarımız ve yapmadıklarımızın sonucu bu haldedir. Kabul edelim artık. Gezegenimizdeki tüm sorunlar; açlık, doğal felaket, kıtlık, depremler, yangınlar hepsi bizim yaptıklarımız veya yapmadıklarımızın sonucudur. Keza kendi yaşantılarımız da öyle. Bunların hepsi bizim seçimlerimizin sonucu bu haldedir. Tüm yaşananların kaynağı biziz. Bunu görüp kabullenmeli ve bu düzeni düzeltme yolunda yapıcı adımlar atmalıyız; yıkıcı değil.

Çünkü yaşamda her şey kutsaldır. Bunu anlayalım artık. Barış, huzur ve anlayış içinde kalabilmek umudu ile,

Sy
                                                                                                                                                     



Sorular ve cevaplar...


Sorular… Her zaman soracak sorumuz vardır değil mi? Her şeyi öğrenmek isteriz. Merak da vardır işin içinde. Bilgili olmak isteriz. Her şeyi bilmek, her sorulana cevap verebilmek isteriz. Bilmiyorum demek “iyi” bir şey değildir. Hele de soru soran kişiyi kendimize denk görmüyorsak. E ondan üstünüz dolayısıyla bilmiyorum dememeliyiz. Doğrusu budur! Bilmek güzeldir…

Niye her şeyi bilmek zorunda olalım ki? Ne mecburiyetimiz var? Bizi öğrenmeye koşullandıran nedir? Bilmiyorum desek ne olur, dünya dönmeyi durdurur mu? Hadi in bakalım sen bu soruyu bilemedin mi der?

Bana göre bilmemek güzeldir. Her şeyi bilmek zorunda değilim. Her an her şeyin değiştiği bir evrende; seçeneklerin çeşitliliği arz-ı endam ederken her saniye; neyi yakalamaya çalışacağım ki bilerek? Bilemezsen hayatı mı ıskalarım? Hayır. Bazen bilmiyorum demek seçeneği harika bir kurtarıcı da olabilir. Niye bu açıdan bakmayayım ki? Kendimi bilmeye koşullandırırsam zamansız bilmeyi seçmiş olurum belki? Bilmemenin zamanı vardır ve o zaman geldiğinde bilirim. Ben buna inanıyorum.

Belki de bu bir öz değer sorunudur. Her hangi bir şeyin yokluğunda öz değerin eksildiği söylenir. Bana göre de tam tersi mevcuttur. Benim öz değerlerim fazla ise sorun yaşarım. İç çatışma yaşarım Ben’le ”Ben” arasında. Onun beni rahat bırakması için sessiz kalmaya ihtiyacım vardır. Egom susar gerçek sesimi duyarım. Bunun için de sessiz kalmaya ihtiyacım vardır. Her dakika konuşarak, her şeyi sorarak ve her şeye cevap yetiştirmeye çalışarak kendi sesimi,  iç sesimi nasıl duyarım ki?

Durmadan konuşur soru sorarsam eğer çoğu cevapların içinde ki yargıları ayrıştıramamam. Yanlış düşünceleri duyamam çünkü bir sonraki soruya hazırlanmakta olurum. Doğru ve yanlış diye nitelendirilmiş olan göreceli kavramları ayırt edememeye başlarım. Başkalarının doğru ve yanlışları benimkiler haline gelmeye başlar. Fark edemem çünkü sadece soruya hazırlanmakla meşgulümdür. Yılların deneyimleri sonucu oluşmuş ve yerleşmiş olan başkalarına ait duygu ve düşünceleri kayıt halinde almaya başlarım. Fark edemem ki! Sadece bir sonraki soru ve cevaplara odaklanmıştır zihnim. Fotokopi makinası gibi çalışmaya başlarım. Söylerler not alırım, çoğaltılmış fotokopi notlarını kayıt altına alırım, istem dışı. Sürekli kopyalanan düşüncelerden oluşmaya başlar hayatım bir anda.

Oysa ben soru sorarken aslında cevabını içten içe bilmeliyim. Bilmeliyim ki alacağım cevaplardan ziyade vereceğim cevapların bir anlamı olsun.  Nasıl bir düşünce yapısına sahip olduğumu göstermeli sorularım, alt yazı olarak cevaplarım içinde yayına başlamalı. Böylece karşımdaki algılar zorlanmadan soru ve cevap birlikteliğini alabilmeliler. Çekirdek düşüncelerimin ne kadar farklı olduğunu yansıtabilmeli sorularım. Etrafımın ve yaşadığım dünyanın direksiyon başında olup beni virajlara sokmasını tercih etmiyorsam eğer, bunu tersine çevirebilmeliyim soru ve cevaplarımla. Duyduklarımla hissedip düşünmek ve soru sormak yerine, kendi hissettiklerimle oluşturmalıyım sorularımı. Sorularım; kendi hislerimi, deneyimlerimi, tercihlerimi, benim oluşturduğum verileri koyabilmeli cevaplarımın içine; eş zamanlı olarak.  O zaman benim düşüncelerim, benim sorularım ve benim cevaplarım oluşmuş olur. Sizce de öyle değil mi?

Eğer ne düşünüyorsam oysam; ne soruyorsam da oyum. Cevabı da ne olduğum, ne yaptığım, kim olduğum, neyi oluşturduğum olmalı, bana göre.  Zihnimizi kayıtlı olan sorulardan temizleyip, özgün sorularla doldurmayı seçmeliyiz.  Hani sık sık duyarız;” Konuşmuş olmak için konuşuyor işte” derler. Soru sormuş olmak için sormayalım diyorum ben de ilave olarak. Cevaplayabildiğimiz sorularımız olsun. Cevaplayamadıklarımızın da arayışında olalım. Hazıra konmayalım.

Sorularımızla kendimizi deneyimleyelim. Kendimize ulaşmak için soru soralım. Kendimize soracağımız her sorunun cevabı bizi bize biraz daha yaklaştıracaktır. Olmak ile yapmak arasında fark vardır derler. Ben olmak üzerinde durmayı seçtim. Her sorumla, her cevabımla, her seçimimle “ olmak” yolunda ilerlemek istiyorum. Olabildiğince…

“Nereye kadar?” diye soruyorum kendime. “ Ruhumun olduğu yere kadar” diye de cevaplıyorum kendi sorumu. Siz de kendinize soru sorun, kendinize ulaşmak için...

Nereye kadar gitmek istiyorsanız oraya kadar gidebilmenizi diliyorum.  
Soru ve cevaplarınızın arasında sevgiyle kalın,
Sy

19 Aralık 2011 Pazartesi

Sanırım pas geçeceğim…


İş yerine varırız. Birbirinin kuyusunu kazmaya çalışanların, ego savaşı yapanların arasında bir ya da iki arkadaşımız ya vardır ya da yoktur. Evinden suratsız gelen, aile sorunları olan ve bunları ardında bırakamayan üst düzey yöneticilerin kükremeleri arasında günü tamamlarız. Acılar, olumsuzluk, dedikodular, şikâyetler...

Eşini dostunu ararsın veya kapıdan bir uğrarsın. “Başım ağrıyor”, “Bugün sırtım çok ağrıyor”, “Kocamla fena kavga ettik”, “Kız sınavı verememiş”, “Öfff bugün temizlik günü iğrenç!” Listeyi siz uzatın bu sefer… Acılar, olumsuzluk, dedikodular, şikâyetler...

İş yemeği ve toplantılarında iki konu vardır gündemde. Klasiktir inanın. Birincisi herkesin kendi şirketinin ne kadar iyi durumda olduğunu anlatmasıdır. İkincisi de bu kadar iyi olmalarının ne yazık ki bir garantisi olmadığı ve önlerini göremedikleridir çünkü ülke ekonomisi çok değişkendir. Kur artışları, faizler, işten çıkarmalar, batan benzer şirketler… Acılar, olumsuzluk, dedikodular, şikâyetler...

Kuaföre gidersiniz. Amaç kendinizi biraz iyi hissetmektir. Oysa kuaför “Ağlayanlar Kulübü” gibidir. Hemen hemen herkes saçını tarayana, kesene sorunlarını anlatıyordur. Hem de şaşırtıcı bir şekilde sansürsüz, noktasına virgülüne dokunmadan. Arada telefon geliyordur, telefon açan kişinin sorunları doğrultusunda konuşmanın ibresi başka kişi ve problemlere kaysa da; telefon kapatıldıktan sonra kaldıkları yerden ana menüye dönüş yapmaktadırlar. Keza erkeklerin berber faslında da farklı bir görüntü yoktur. Acılar, olumsuzluk, dedikodular, şikâyetler...

Eve usta çağırırsınız herhangi bir servis elemanı gelir. Bozulan malı ne zaman aldığınızdan başlarsınız, ilk kullandığınızla veya komşunuzunkiyle kıyaslarsanız. Hayat pahalılığı ile devam edersiniz, parça değişmesi gerekiyorsa eğer;  fiyatını duyduğunuzda artık sizi kimse susturamaz. Sinirleriniz tavan yapar. Usta artık bir an önce gidebilmek için “Ben emir kuluyum” şarkısına başlar. Acılar, olumsuzluk, dedikodular, şikâyetler...

Akşam eve gelirsiniz, yemek masası etrafında toplanırsınız. Gün içinde sorunlar olmuştur, herkes eteğindeki taşları dökmeye başlar. Yemeği yerken konuşmalar devam eder. Okul sorunları, sınav sonuçları, iş sorunları, aile sorunları güldür güldür akar. . Acılar, olumsuzluk, dedikodular, şikâyetler...

Ertesi gün olur, ertesi gün olur, hep aynı film vizyondadır. Çünkü şikâyet etmek iyi hissettiriyor. Herkes şikâyet ettiği için kendimizi kocaman bir ailenin üyesi olarak görüyoruz. Sohbetler, iş hayatımız, ev hayatımız, arkadaş çevremiz, yazılı ve görsel medya bizi ne istediğimize ne istemediğimize dair koşullandırıyor. Aynı iş veya aynı toplum kategorisindeki insanlarla bir araya gelmekten hoşlanıyoruz. Farklı kesimler bizi zorluyor. Aynı çevrelerde kalınca hep aynı hissedenlerle bir arada olabiliyoruz.

Bu kötü değil aslında. Kiminle ve nerede olmak istiyorsanız orada olun. Ama aynı zamanda mutlu hissetmeye, olumlu olmaya da çalışın. Kötü ve negatif olanı; iyi ve pozitif olana dönüştürün. İçinde bulunduğunuz dairenin dışı olduğunu da fark edin. Açıkçası etrafınızda olanlar sizi aşağı çekiyorsa direnin, inmeyin aşağıya. Bunu yaparsanız ne istediğinize daha rahat odaklanabilirsiniz. Odak noktanızı nereye yerleştirirseniz yerleştirin; amaç “iyi” olana ulaşmak olsun. Sizin için, etrafınız için, herkes için.
Sözlerimi ufak bir hikâye ile bitirmek istiyorum. Dairenin dışında kalmayı istemeniz dileği ile sevgiyle kalın.


Sokrates’in tavsiyesi

Bir gün adamın biri “Sana verecek bir haberim var” diyerek Sokrates’e koştu.
Sokrates “Önce sana üç soru sormama izin ver” dedi.
“Tamam, peki” dedi adam.
“Bana vermek üzere olduğun haber kişisel olarak doğruluğunu bildiğin bir haber mi?”
“Eeee, hayır.  Ama iyi bir kaynaktan duydum.”
“O zaman ikinci soruya geçelim. Bana vermek istediğin haber kişisel olarak tanıdığın biriyle mi ilgili?”
“Eeee, hayır.  Ama sanırım sen onu tanıyorsun.
“O zaman son soruyu soruyorum; bu haber olumlu mu olumsuz mu?”
“Şey, olumsuz.”
“Bir bakalım. Bana kişisel olarak tanımadığın bir insan hakkında kişisel olarak doğruluğunu bilmediğin olumsuz bir haber vermek istiyorsun?” dedi Sokrates.
“Böyle söyleyince kötü duruyor.”
“Sanırım pas geçeceğim,” dedi Sokrates.

18 Aralık 2011 Pazar

Gereksiz olmanın güzelliği!

Geçen akşam oğlumla baş başa yemek yeme fırsatımız oldu. Dışarı çıktık ana oğul.  Çok uzun sürmedi yemek ancak dolu dolu sohbet ettik. Tanrım ne kadar çabuk büyüyor çocuklarımız! Ne kadar bilinçliler! Biz hala onları bebek halleriyle hatırlamayı yeğlediğimiz için güzel şaşkınlık anları yaşatıyorlar bize zaman zaman. Çok şükür… Sohbetimizin içinde kısa bir an şu iki sözcüğü kullandı; "zorunluluk" ve "sorumluluk." İyice algılayabilmem için de uzun uzun örnekler verdi bana. Oysa ben anlattıklarını algılayamadığım için değil,  bu kadar bilinçli ve farkında olduğunun “farkında” olmadığım için yarım ağız şaşkın bakmaktaydım.
Bu sene üniversiteden mezun oluyor. Hayatında neler yapmak istediğinden bahsetti biraz. Bunları sırasıyla yaşama aktaracağını ve nasıl yapacağını anlatmaya başladı. Bir ara şöyle dedi:

“Anne ben zorunluluklarım ve sorumluluklarımı birbirinden ayırdım” dedi. Hatırlar mısın ben üniversite sınavına girerken insanlar “İnşallah istediğin bölümü kazanırsın” diye dua ediyorlardı. Sonrasında istediğim bölümü kazanınca ”Şanslısın oğlum” demişlerdi. Mezun olmama yakın şu duayı duyuyorum “İnşallah istediğin işe girersin de emeklerin boşa gitmez.” Benim için üniversite bitirmek ve diploma almak bir zorunluluk, mecburiyet, görev.  Evet, ben istediğim bölümü kazandım ancak o zamanki isteğimle şimdi arasında fark olabilir. İstediğim işte çalışmak ve seveceğim işi yapmak ise sorumluluğum. Sırf hayatımı kazanmak için istemediğim bir alanda çalışmak zorunda kalırsam o zaman sorumluluğumu almamış olurum ve her mutsuzluğumda başkalarını suçlarım. Hâlbuki seçtiğim işte mutlu olup olmadığım benim sorumluluğumdadır. Sence de öyle değil mi?
- Evet, oğlum katılıyorum. Sen üniversite okumak istemiş miydin yoksa zorunlu olduğun için mi gittin? Şimdi biraz sorumluluk hissettim sen okul hakkındaki düşüncelerini açıklayınca.
- Hayır, yanlış anlama sakın. Ben siz zorunlu kıldığınız için değil okumak istediğim için okudum. Zorunlu ve sorumlu kelimelerini açıklamak için okul örneğini verdim. Bak başka bir örnek vereyim istersen. Diyelim ki okul bitti, işim var, hadi evleneyim artık dersem bu bir zorunluluk olur. Çünkü kendi isteklerimi ve hayallerimi biraz olsun gerçekleştirmeden evlenirsem, iki kişinin hayalleri ve istekleri omuzlarıma biner. Bu da zorunluluk olur. Oysa bir parça olsun hayattan zevk alabilmişsem ve artık birlikte olduğum kişiyle her anımı birlikte geçirip, her şeyi birlikte yapmanın zevkine varmak için evlenirsem; beraber yapacağımız her şey ikimizin sorumluluğu olmaya başlayacaktır. Böylece kendi istediklerim için onu manipüle etmemiş olurum. Benim ve onun diye bir kavram ortadan kalkar; bizim kelimesi gelir hayatımıza. Benim istediklerimi yapalım zorlaması kalkar ortadan. Kavga çıkmaz, her daim sevgi ve huzur olur. İnsan kendi isteyerek aldığı sorumlulukları yerine getirirken zorunluluk duymaz. Yoksa durmadan O ne ister, O ne yapar diye düşünüp dururuz. Yanlış mı? Kaldı ki evlenmek hiç bir zaman ne zorunluluk ne de sorumluluk olmalı. Kalıcı bir aşkla başlamalı, harika bir sevgiyle devam etmeli, mutlaka saygı unsuru da olmalı. Babamla senin evliliğin gibi örneğin.
- Çok doğru tamamen katılıyorum. Böyle bir beraberlikte sevgi ve saygı oluşur kendiliğinden. Peki, çalışacağın işten neler bekliyorsun?
-Faturalarımı ödeyebilmeyi, alıştığım ve sürdürmek istediğim bir standart var ise onu sürdürebilmeyi istiyorum. Ancak bu istediklerim olmazsa ben de durumum ne ise ona uygun yaşamayı seçerim. Sırasıyla her şey olur zaten, aceleye gerek yok diye düşünüyorum. Bir de insan koşulları ne olursa olsun işinde gerekeni yaparsa niye mutsuz olsun ki diyorum. Sonuçta iş yaşamak için bir zorunluluk ama o zorunluluktan elde ettiğim gelirle nasıl yaşayacağım ise benim sorumluluğumda. Sen şimdi “İşe gir çalış da sevmediğin bir işse, bakalım ne kadar iyi yapmaya çalışırsın o işi?” dersin. Her şey geçici anne ömrümün sonuna kadar sevmediğim bir işte kalırsam eğer haklı olabilirsin. Sevmiyorsam zamanı gelince seveceğimi seçerim ben de. Haksız mıyım? Benim hedefim hayatımı sürdüreceğim zorunlu işi seçmek değil ki. Hedefim hayatımı yaşamak. Yaşantımın sorumluluğu bana ait ise, zorunlu hallerden çıkmak da benim işim. Annem, canım annem korkma ve sakın üzülme, ben başımın çaresine hep bakabilirim. Kendime bu konuda güveniyorum.
-Seni seviyorum oğlum, sakın hayatını ve hayatında yapmak istediklerini hiç kimse için erteleme. Seçimlerin hep sana ait olsun. Eğer bir erteleme yapacaksan da kendi seçtiğin iki seçim arasında yap bu ertelemeyi. Kalbinin ve aklının sesini duy her zaman.
- Tamam, anne gaz vermene gerek yok hesabı ben ödeyeceğim. Bu arada ben de seni seviyorum. Hadi eve gidelim bitirme projemin raporu var yazılacak. Al sana zorunluluk örneği işte.

Eve dönerken kendimi “gereksiz” hissettim eminim ki oğlum da böyle düşünüyor. Mutlu oldum aniden. Çünkü ben ne kadar gereksiz olursam oğlumda o kadar “özgür”  olabilir. Yaşamak için bana ihtiyaç duyduğu sürece ben de O da özgür olamayız ki! Oğlumu çok seviyorum ve onunla gurur duyuyorum,  çocuklarımızın hayatları hep kendi hayatları olsun.

Sevgiyle ve hep özgür kalın,

Sy


15 Aralık 2011 Perşembe

Ne düşündüğünüzü bilmeyi seçin.


Düşüncelerimiz oldukça yaratıcıdır, biz de...

Hayatımızda bazı şeyler yaşamak ve deneyimlemek isteriz. Çağırmaya başlarız farkında olmadan ve maceramız başlar. Bu maceranın kahramanı olmayı biz seçeriz. Düşünürüz, oluştururuz ve maceraya atılırız. Gerçekliğimizi yaratıp yaşarız ancak farkında olmadan. Aslında öyle basittir ki. Ne olmayı istiyorsak ve nasıl yaşamayı arzuluyorsak hayat bize onu sunar. Yaşantımızda hata yoktur; seçimlerimiz vardır. Evet, hata yok bizlerde, seçim sorunumuz var.

Her şey, iyi ve kötü diye adlandırdığımız ne varsa, hayatımızda biz düşündüğümüz için oluşur. Düşüncelerimiz hayatımızın oluşumunda büyük rol oynar, onlar güdümlü füze gibidir. Düşünürsünüz ve salarsınız evrene. Unutursunuz hatta. Bir gün “Of bu da nereden çıktı şimdi?” diye söylendiğinizde hatırlarsınız. Düşünüp evrene yolladığınız ve sonrasında unutuverdiğiniz ne varsa gelmektedir yaşantınıza. Bu sadece kötü bir olayda hatırlamamız gereken bir şey değildir. Çok hoş tesadüflerle harika şeyler yaşarız; ”Ne iyi oldu bu, ilaç gibi geldi” deriz. Ne ilacı? Düşünmek yaratmaktır, düşündün ve oldu işte. An’da düşünce gerekmez ki o tesadüfü oluşturmak için. Tesadüf diye bir şey de yoktur. O kelimeyi biz üretiriz, düşüncelerimiz de içini doldurur. Karşımıza gelince de “Aaa ne hoş tesadüf” deriz. Hâlbuki “Merhaba yaratıcı düşüncelerim, hoş geldin!” dememiz gerekir. Çünkü düşündüğümüz anda füzenin ateşi yanar ve yola çıkar, enerji doludur, gidebildiği yere kadar gider. Bu arada başka şeyler düşünmeye ve yaratmaya devam ederiz. O yolculukta füzemiz yalnız kalmasın diyedir bu çabamız.  Çünkü hayatımız sadece tek bir düşüncemizden oluşmaz! Tüm düşüncelerimiz irtibata geçer ve birbiriyle uyuşanlar toplanmaya başlarlar. Birleşirler değişik modeller ortaya çıkarırlar. Koşturarak uygun zamanda veya namüsait bir anda karşımıza çıkıverirler. Olan bu işte…

İyi ya da kötü yoktur. Biz yadsıdığımız sürece onları var ediyoruz. Yadsıyarak iyi hissedersek, bizim için iyi oluyorlar. Kendimizi iyi hissetmediğimizde de bizim için kötü oluyorlar. Yaşam amacımızın her şeyi deneyimlemek olduğunu kabul edersek eğer, hepsini bizim oluşturduğumuzu daha rahat anlayabiliriz. Kısaca düşünüyoruz ve oluyor. Korkmamıza gerek yok çünkü hiçbir şey kalıcı değil, her an her şey değişebilir. Ne şekilde değişeceği de bize bağlıdır. Hayatımızın yolunda olmasını istiyorsak düşüncelerimizi değiştirmeliyiz.

Düşünce, söz, aksiyon sonrasında sırasıyla olaylar gelişir. Önce düşünürüz, sonra söyleriz ve aksiyona geçeriz. Düşünce saf enerjidir ve sözü yaratır. Sözler ise aksiyonu oluşturur. Burada aksiyondan kastım sözlerin hareket halinde olmasıdır. Sözle ifade ederiz düşüncelerimizi. Düşüncelerimiz fikirlerimizden oluşur ve film çekimi başlar: “ Action!”. Burada durup çok dikkat etmemiz gerekir. Fikirler bize mi aittir? Yoksa başkaları tarafından daha önceden oluşturulmuş kurallar, yargılar, düşünceler, fikirlerden oluşan başkalarının deneyimleri midir? Başkalarının öğretileri dayatma şeklinde hayatımızda yer aldığı sürece düşüncelerimiz kendi özgün düşüncelerimiz olabilir mi? Düşünün! Başkalarının doğrusunu, yanlışını, fikirlerini, sonuçlarını alıyorsunuz ve kendi düşünceleriniz zannedip hayatınızı oluşturmak üzere füzenizi ateşliyorsunuz. “Elimde patladı” dedikleri bu mudur acaba? Hani bir film çekilir ve sonrasında tartışmalar yaşanır; “Bu benim senaryomu çalmış! İlk ben yazmıştım kaç sene önce, çalıntı bu senaryo. Aslen bana ait, ona değil!” Cevaplar gelir; “Benzediği noktalar var, ancak kesinlikle çalmadım. Belki esinlenmiş olabilirim.” Anlatabildim mi?

Kendi senaryomuz, kendi füzemiz, kendi hayatımız olsun! Kendi hayatımızı oluşturacaksak düşüncelerimiz bize ait olmalı değil mi? Esinlenmemiş olsun, çalıntı olmasın; ikinci el hiç olmasın. Bunu yapabilmek için bilinçsiz yaşamaktan vazgeçmek gerekiyor. İç sesimizin çağrısını duyalım ve kendi hayatımızı yaratalım ve kendimizin kahramanı olalım. Adım adım değişelim, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı gözden geçirelim. Bize uymayanlardan vazgeçelim. Üstümüze oturanı seçelim, pot yapanı sahibine iade edelim. Kendimizi gözden geçirirken sıkıcı, durağan, garip olduğumuzu söyleyenlere de verecek cevabımız var hiç merak etmeyin. “Farklıyım” diyelim. Evet, farklıyım! Kulağa ne hoş geliyor değil mi?

Farklı ve özel kalın, sevgiyle,

Sy




13 Aralık 2011 Salı

2011 Hırvatistan Gezisi Bölüm: 2

2011 Hırvatistan Gezisi Bölüm: 2

Kotor’u nasıl anlatsam ki? O kadar etkileyici bir yerdi ki kendimi her an bir şövalye çıkacakmış ve önümde reverans yapacakmış gibi önemli hissettim. Limandan bir kaç dakikalık yürüyüşle eski şehir surlarından içeri giriyorsunuz. Nereden giriş yaparsanız yapın 12. Yüzyıl mimari özelliklerini taşıyan katedralin olduğu yere çıkıyorsunuz. Kotor iyi korunmuş orta çağ şehirlerinden biri. Kendinizi orta çağda yaşıyor gibi hissediyorsunuz. Kotor 1979 yılından bu yana UNESCO Dünya Miras Listesinde. Deniz ürünleri seviyorsanız şahane bir yer, taze ve ucuz.

Arnavutluk’tan transit geçiş yaptık hiç mola vermedik. Korkunç bir sefalet hakimdi her yere. Olabildiğince hızlı ilerledik ve sınırdan çıktığımızda da rahat bir nefes alabildik. Ürkütücü ve aynı zamanda üzücü bir etaptı. Araba kalıntıları, lastikler, kullanılmayan eşyalar, doğal ve büyük bir çöplüktü. İnsan böyle farklı yollardan giderken, ülkeler arası geçişlerde çok farklı manzaralar ile karşılaşıyor ve üzülüyor. Neden bazı yerler; dünyanın her yeri aynı güzelliklere sahip olmasına rağmen;  bütün güzellikten uzak kalıyor? Neden bir yerden geçerken huzur, diğerinden geçerken korku duyuyoruz? Biz insanoğlunun anlamsız hırs ve ele geçirme tutkusu savaşları körüklüyor. Eziyet, sefalet, savaşlardan arta kalanlar. Elimizde sadece bunlar kalıyor gene de akıllanmıyoruz. Garip, insanoğlu git gide mazoşistleşiyor.

Ohrid, Makedonya’nın Arnavutluk sınırında bulunan aynı isimli gölün kıyısında kurulu bir şehir. Ohri'de Osmanlı döneminden kalma 9 cami, 1 de tekke, yaklaşık 40 adette de kilise varmış Osmanlı'dan kalma Safranbolu evlerine benzer evler var. Safranbolu ile kardeş şehir demişlerdi dolaşırken. Çok sayıda Türk yaşıyor burada. Hiç memleketi aramadık anlayacağınız.  Şehir ve Ohri Gölü UNESCO tarafından dünya mirası listesine dahil edilmiş.

Sonrasında ise kardeş ülke Yunanistan ve Kavala ya geldik nihayet. Evden bir önceki durak olduğu için Yunanistan'ı ayrı bir severim. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın doğum yeri olan bu şehir Osmanlı Devleti döneminde Balkanların en önemli merkezlerinden biriymiş. Kavala şehri girişte bana önce Kuşadası’nı sonra da Bodrum’u hatırlatır. Liman şehridir. Akşamları tavernalar tıklım tıklım dolar. Eğlencesi güzeldir, rakı ve balık eşliğinde. Aslında ben kendimi Yunanistan’dayken çok da yabancı hissetmiyorum. Her şeyleri bize benziyor. Tarihi binaları kiraya vermişler, bu yüzden yıkık dökük. Birçok yeri restore etmeye uğraşıyorlar ama iş işten geçmiş. Bakmayın Atina’ya gittiğinizde tarihi eserlerin korunmasına. Ülkenin her yeri için geçerli değil. Zihniyet farkımız fazla yok. Bariz bir düşmanlık ise hiç yok. Bu hükümetler ve siyasi arena da olması gereken bir süreç. Halklar ve özellikle gençler arasında yok böyle düşünceler. Bir kez olsun Yunanistan’da Türk olduğum için incitilmedim veya kötü bir muameleye maruz kalmadım. Sadece her konakladığımız yerde Türk Kahvesi ve Yunan Kahvesi tartışması yaratırım ve hep açıklarım. Bu kahve Türk Kahvesi, sizin acı diye tarif ettiğiniz ise mırra, Arap kahvesi derim. Sipariş verirken Türk Kahvesi, sizin bildiğiniz adıyla Yunan Kahvesi derim ve her zaman gülüşürüz. Mirasımıza sahip çıkmayı bilmeyen bizleriz; yemeklerden tutun da tarihi anıtlara kadar. Niye sokaktaki garson suçlu olsun ki bu konuda değil mi? “Yemeyenin malını yerler” demiş büyüklerimiz. Yedirenler utansın.

Ve sonrası evim, evim güzel evim. Her zamanki gibi bir motor gezisini de kazasız belasız atlatıp evimize döndük. Şükürler olsun!

Sevgiyle kalın

Sy




2011 Hırvatistan Gezisi Bölüm: 1

2011 Hırvatistan Gezisi  1

Programımız şöyleydi:
23 Ağustos Salı                 Motorları RoRo' ya yükleme.
24 Ağustos Perşembe        İstanbul/Trieste Liman motorları alış ve hareket
26 Ağustos Cuma              Trieste/Pliviitce
27 Ağustos Cumartesi       Plivitce.
28 Ağustos Pazar              Plivitce/Zadar/Split
29 Ağustos Pazartesi         Split/ Korcula Adası
0 Ağustos   Salı                Korcula
31 Ağustos Çarşamba       Korcula/Mostar/Dubrovnik
01 Eylül     Perşembe        Dubrovnik/Kotor(  Montenegro )
02 Eylül     Cuma              Kotor/Arnavutluk/Makedonya Ohrid
03 Eylül     Cumartesi        Ohrid/Yunanistan Kavala
04 Eylül     Pazar               Ev

Hırvatistan Balkan Yarımadasının kuzeybatısında yer alan bir Avrupa Ülkesi. Kuzeybatısında Slovenya, kuzeyinde Macaristan, güneyinde Bosna-Hersek, batısında Adriyatik Denizi, kuzeydoğusunda Sırbistan yer alır. Başkenti Zagreb'dir. Yemekleri damak zevkimize uygun, pizzaları çok lezzetli diyebilirim. Fiyatlar çok uygun, iç kesimlerde ise çok ucuz. Harika fiyatlara inanılmaz yemekler yiyorsunuz. Turistik bölgeler dahi bize göre oldukça ucuz kalıyor. Milli parklara girişler yemeklere oranla daha pahalı.  Para birimi KUNA. TL’nin yarı değeri kadar nerdeyse. Çay her yerde bulup içebiliyorsunuz. Börekleri nefis. Rotadaki yerlere gelirsek eğer sırasıyla azar azar değineyim:

Plitvice Milli Parkı, hayatımda gördüğüm en güzel yerlerden biri. Hele de benim kendimi ormanda şarj edebildiğimi göz önüne alınca benim için bulunmaz bir nimetti. Milli Park, Zagreb ile Zadar arasında kalan, birbirinden güzel 16 göl ve onları birbirine bağlayan şelalelerden oluşuyor. Plitvice 1949′ta milli park haline getirilmiş. Hırvatistan’ın en eski milli parkı. 1979′ta UNESCO’nun dünya doğal miras listesine alınmış. Doğanın bozulmaması için yürüyüş parkurlarına tuvalet dahi konulmamış. Park içinde bir saat ile sekiz saat arasında (A’dan K’ya kadar) değişen farklı yürüyüş parkurları var. Giriş ücretli. Plitvice’yi ‘tek’ yapan, yılın her döneminde göllerin, farklı mineral katman kalınlıklarına bağlı olarak yeşilin ve mavinin başka başka tonlarına bürünmeleri imiş. Broşürde böyle yazıyordu. Buraya daha önce farklı bir mevsimde gelen eşimde, iki mevsim arasında ki renk tonlarının farklı olduğunu söyledi. Parkın içinde yemek yemek için 2 adet restoran var.

Split,  İtalya’ya denizden en yakın olan bölge, daha çok İtalyan turistlerin geldiği bir yer. Roma İmparatorluğundan kalma eski bir şehir. Split’in en güzel yanı, dar bir kapıdan çıkıp tam kayboldum galiba dediğinizde kocaman bir meydana çıkıveriyorsunuz. Korcula çok güzel kafe ve restoranları, rıhtımı olan çekici eski duvarlara sahip harika bir şehir. Marco Polo'nun  evi, mağazaları, kiliseleri ile gezilmeye değer bir yer.

Mostar şehri o kadar güzel bir şehir ki; köprü ise ayrı bir güzel. Tam yemek yediğimiz yerde köprü manzarası bizi mest etti diyebilirim. Mostar Köprüsü, Bosna-Hersek Cumhuriyetinin Mostar şehrinden geçen, Neretva Nehri üzerinde Mimar Hayreddin tarafından 1566 yılında inşa edilen ve şehre adını vermiş olan köprü. Evlenmek isteyen genç erkekler mevsim gözetmeksizin bu köprüden atlayış yapıyorlar. İki tanesi de bize denk geldi ve izledik. Nasıl bir seremoni anlatamam. Uzun uzun hazırlanıyorlar. Bosna-Hersek'te başlayan iç savaş sırasında Mostar Köprüsü'ne ilk saldırıyı 1992'de Bosnalı Sırplar düzenlemiş sonrasında ise 1993'te Hırvat tankları köprüye daha büyük bir zarar veren saldırılarını başlatmış. Ve hoşgörü köprüsü olarak kabul edilen bu köprüyü yıkmışlar. Ne acı değil mi! Daha sonra UNESCO ve Dünya Bankası'nın desteğiyle 1997'de yeniden inşa edilmiş ve 23 Temmuz 2004 tarihinde tekrar hizmete açılmış. Mostar Köprüsü, eski Mostar şehriyle birlikte 2005 yılında Dünya Miras Listesi'ne eklenmiş. Bugün Hırvatlar nehrin batısında, Müslümanlar ise doğusunda yaşıyorlarmış. Sırplar şehri temelli terk etmiş. Geri dönmemişler. Savaşın yıktığı, ezip geçtiği acı dolu insanların bulunduğu bir şehir. Savaşıp ta mutlu olan varmış gibi anlamsız bir cümle oldu bu. Ancak ben savaş görmemiş bir nesilden geliyorum. Gerçek anlamda bir savaş. Tarihte okuduğumuz savaşlardan. Kendimi çok şanslı hissediyorum. Allah kimseye de yaşatmasın. Tarih kitaplarından okumak başka, o yerlerde dolaşıp savaşı yaşamış insanların ve mekânların arasında savaşı ve izlerini hissetmek ise çok başka. Savaş kötü, hem de çok; amacı ne olursa olsun kötü. Barış ve sevgi her yere egemen olsun diyorum.

Dubrovnik, Adriyatik Denizi’nin kıyısında, Ortaçağ’dan kalma bir görüntüye sahip bir şehir. Çok keyifli. 1991 savaşında Sırplar şehre büyük zararlar vermiş. Fakat Unesco Dünya Miras Listesi’nde yer aldıktan sonra restore edilmiş.
Sadece bazı yerlerde, özellikle korunmuş kurşun izleri var. Stradun Caddesi’nden sağlı sollu bulunan sokaklara girdiğinizde, çeşit çeşit dükkân görebilirsiniz. Tarihi dokuyu bozmamak adına dükkân adları camların üstünde yazılı, tabela koymak yasakmış. Buradaki meydan aynı zamanda birden fazla kapıyla, sahile açılıyor. Bu kapılardan çıktığınızda, Adriyatik Denizi’ndeki adalara tekne gezisi yapabilirsiniz. Şehri dolaşmak yaklaşık 2 saat sürüyor. Rector Sarayı, Dominican Manastırını gezmek keyifli. Tavsiye ederim.




10 Aralık 2011 Cumartesi

Sevgi evrendeki en güçlü enerjidir.

Yaşam dediğimiz nedir ki? Başlar ve biter. Başı bellidir, sonu bellidir. Doğarsın ve zamanı gelince ölürsün. Hiç ölmeyip de kalanını gördünüz mü bu dünyada? Ya da doğmayıp anne rahminde yaşamını sürdüreni duydunuz mu? Eğer normalseniz ve bu dünyada birlikte yaşıyorsak hayır demişsinizdir. Başka boyut veya gezegende iseniz bilemem. Peki, o zaman yaşam dediğimiz şeyin başı ve sonu belli ise; bu ikisinin ortasındaki zaman diliminde ne oluyor da her birimiz için farklı yollar ve yaşamlar ortaya çıkıyor? Kendiliğinden mi oluyor yoksa bizim de etkimiz var mı bu değişken yaşamlar üzerinde? Var var inkâr etmeye kalkmayalım. Var da bunun farkında olanımız var mı? Sebebini bilen var mı? 

Muhteşem hayat süren insanlar neden muhteşem bir hayat sürdüklerini çoğu zaman bilmezler. Hatta yaşamlarının muhteşem olduğunun bile farkına varmazlar. Hep kötü bir örnek gördüklerinde kendilerinin ne kadar şanslı olduğunun farkına varırlar. Çalışmak ve hırslı olmanın, para gücünü kazanmanın onlara bu hayatı sağladığını düşünürler çoğu zaman. Çalıştıkları için kazanmışlardır; doğaldır, çalış senin de olsun diye düşünürler. Hayatında sorunlar olanlar ise, şanssız olduklarını düşünürler. Çalışırlar, çabalarlar; başarılı olamayınca, kader işte, ne yapsam olmuyor derler. Basiretim bağlandı derler, kaderim veya alın yazım ne yapayım derler. Onlarda aileden var, ben kendimi yırtsam da başaramam derler. Memleketin durumu da kötü benim durumum iyi olsa kaç yazar derler. Ben neye el atsam kuruyor derler. Yani yaşamda iki ana nokta var o zaman değil mi? Hayatımızdaki olumlu şeylerle olumsuz şeyler, yaşantımızın tamamını etkiliyor. Kısaca böyle yorum yapabiliriz herhalde. Mutlu olanlar, mutsuzları fark ettiği zaman ne kadar mutlu olduğunun farkına varıyor; mutsuz olanlar da, mutlu olanlara bakıp, ben de bunu hak ediyorum aslında diye hayıflanıyorlar. Bu iki kesimin ne farkı var birbirinden de biri mutlu diğeri mutsuz? Biri şanslı, diğeri şanssız? Birine Allah yürü ya kulum demiş, diğerine b.k yeme otur aşağıya demiş? Aslında bir farkları yok, sadece birinin hatırında olan bir güç var, diğeri ise bu gücün farkında bile değil. Hangi güç peki bu?

Güzel kokan çiçeği seviyoruz, kokusuz olanı sevmiyoruz. Okula gitmeyi seviyoruz ancak üst sınıflara geçince, problemler zorlaşıyor, ezberimizin kuvvetli olmadığını fark ediyoruz ve sevmemeye başlıyoruz. Okul bitince severek bir işe giriyoruz, başkalarının aldığı maaşları duyunca işimizi sevmemeye başlıyoruz. Arabamızı severek alıyoruz, yeni modeli çıkınca elimizdekini sevmemeye başlıyoruz. Hayat arkadaşımızı severek evleniyoruz, yaşamdaki çeşitli zorluklara göğüs germekten yorulup artık sevmemeye; beraberliğimizi mecburiyete dönüştürmeye başlıyoruz. Sinemaya gitmeyi seviyoruz ancak zamanla evde oturmayı tercih ediyoruz çünkü dilediğimiz zaman filmi durdurup tuvalete gidebiliyoruz veya çay yapıp içebiliyoruz ya da yorgunsak yatıp ertesi gün kaldığımız yerden seyretmeye devam edebildiğimiz için artık sinemaya gitmeyi sevmiyoruz. Yaşadığımız şehri seviyoruz ancak hayat pahalılaşınca ya da nüfus sayısı artınca daha tenha yere veya ucuz yere yerleşmeyi istiyoruz ve yaşadığımız yere olan sevgimizi kaybediyoruz. Peki, bu kadar çabuk kaybettiğimiz sevgi bizim yaşantımızı olumlu ya da olumsuz etkileyen bir unsur mudur? Sizi bilmem ama bence evet.

Doğarken herkese eşit miktarda sevgi dağıtılır. Sevgi derken kahveyi sade, keki kakaolu sevmekten bahsetmiyorum. Bu sevgi başka; bu sevgiden kastettiğim bir GÜÇ. Hem de olumlu bir güç. Harika bir güç! Zamanla çoğumuz bu güce sahip olarak doğduğumuzu unutuyoruz. Yaşamda bize sunulanlardan bir sonrakine “level atlarken” cebimizden sevgiyi düşürüyoruz. Hem de hiç hissetmeden. Bazen de hoyratça atıveriyoruz onu. İnsanlar her şeyi ya sevdikleri için yaparlar; ya da sevmedikleri için yapmazlar. Şarkı söylemeyi seversen söylersin, jimnastik yapmayı seversen yaparsan, doktorluk mesleğini seversen doktor olmayı seçersin, teknolojiyi seversen o bölümleri seçersin, güzel sanatlara ilgin varsa mimar, heykeltıraş, ressam olmayı seçersin. Seçerken de seversin… Sevmezsen yapmazsın hiçbir şeyi. Demek ki sevgi bir his veya duygu değil sadece; aynı zamanda seni harekete geçiren bir güç. O zaman hayatından o gücü çıkarma. Çıkarma ki o güç seni hep yukarılara taşısın, hep iyi şeylere ulaştırsın. “Sevgiyi çıkardığınızda yeryüzü mezara dönüşür” demiş şair Robert Browning.

Sevgi evrendeki en güçlü enerjidir ve sevginin güç olduğunu unutmayalım ve bu güç her zaman bizimle; kalbinize bakmanız yeterli.

Sy

9 Aralık 2011 Cuma

Çocuk kadınlar!


Mahzun Kırmızıgül ses sanatçısı olarak tercihen dinlediğim birisi değildir. Ancak son birkaç yıl içinde yapmış olduğu bazı filmler toplumumuzun belli başlı kanayan yaralarına parmak basıyor. Beğeniriz veya beğenmeyiz olaya o şekilde bakmak yerine; konuşulmayan, dikkat çekilmeyen konuları ortaya koymasını takdir etmeliyiz; bence duyarlı bir davranış. Son günlerde yeni bir dizisi başlamış televizyon ekranlarında. Haberim olmadı çünkü televizyona ve dizilere çok aşina değilim açıkçası. Geçen gün internette gazete başlıklarına göz atarken bir haber ilgimi çekti. Bu haberde RTÜK’e, çocuk gelinlerin hikâyesinin anlatıldığı 'Hayat Devam Ediyor' dizisi nedeniyle şikâyet yağıyormuş.  Dizinin yayına girdiği 15 gün içinde RTÜK'e 758 şikâyet gelmiş. Merak ettim ve dizi hakkında araştırma yaptım. Oğlum internetten nasıl dizi izleyeceğimi öğretmişti. Ben de bulurum umuduyla bakındım ama beceremedim bir türlü. O yüzden seyretmiş olan birkaç kişi bulurum umuduyla telefona sarıldım ve sorduğum kişilerden birçoğu izlemişti. Anlattırdım, sorular sordum. Döndüm tekrar bu dizi ile ilgili çıkmış olan çeşitli haberleri inceledim. Aşağıdaki yazıyı diziyi izlemeden yazan biriyim.Sadece bir anne ve duyarlı vatandaş olarak yazıyorum.

Toplumumuz da bana dokunmayan yılan bin yaşasın; ya da göz görmeyince gönül katlanır havasında bir tutum var. Nedense güzel rahatımız bozulmasın diye bazı şeyleri elimizin tersiyle itiyoruz. RTÜK'e gelen şikayetler; 15 yaşındaki bir genç kızın 70 yaşında bir adamla evlendirilmesi, "Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık" olarak nitelendirenler tarafından yapılmış.. Bu memlekette var olan bir gerçek nasıl aile yapısına ve ahlaka aykırı diye şikayet edilir ben anlayamadım doğrusu. O çocuklar bizim çocuklarımız, başka memlekette değil bu topraklar da bizimle yaşıyorlar. Bu acılara maruz kalıyorlar. Onlar bunları yaşarken aile yapısına ve ahlaka aykırı olduğunu söyleyenler hangi gezegendeler acaba? İzlerken içiniz mi kaldırmadı rahatsızlık mı verdi? Demek ki dizi yapımcısı başarılı olmuş; dikkatinizi çekebilmiş. Daldığımız uykudan uyanalım lütfen! 2011 yılını bitirmek  üzereyiz halen bu acı olaylar VAR! Nasıl göz ardı etmeyi yüreğimiz kaldırabilir? Okulda yaşıtlarıyla oynaması gereken yavrularımız, bırakın babalarını dedeleri yaştaki insanlara sunulmakta halen. Oyuncak bebekle evcilik oynaması gerekirken, beslemesi ve büyütmesi gereken bir canlıyı kucağına koyuyorlar; anne oluyorlar. Anneye ihtiyacı olduğu bir yaşta ne kadar annelik yapabilir bu çocuk kadınlar o yeni doğana söyler misiniz?

Koşmak, eğlenmek, umarsızca gülmek, kayıtsız şartsız sevilmek istediği bir dönemde hoyratça kullanılıyor bu yavrular. Neredesiniz siz onlar bunu yaşarken? Bilmediğiniz, duymadığınız, görmediğiniz için aile yapınız ve ahlak kurallarınız düzgün mü zannediyorsunuz? Çok yanılıyorsunuz çok. Eğer var olmayan bir kurgu olsaydı bu anlatılanlar o zaman haklı olabilirdiniz bu şikâyetinizde. Gönül rahatlığı ile aile yapısı ve ahlak anlayışını bozuyor nedir bu diyebilirdiniz. Hangi hastalıklı zihniyetin hayal gücüdür bu dizi diyebilirdiniz.Bizim dünyamız pırıl pırıl harika bir dünya, bu anlamsız senaryoyu kim yazmış diyebilirdiniz. Oysa gerçek, hem de fazlasıyla gerçek. Diyarbakır’da sadece bir hastanede 10 ayda yaşları 11-17 arasında değişen 400 “çocuk kadın” doğum yapmış.( Habertürk Gazetesinde çıkan bir habere göre)

Bu ülkede pedofili var, ensest var, kadına şiddet var, para karşılığı ya da mal karşılığı alınıp satılan çocuklar var, tecavüz var, uyuşturucu var ( yaşı 11 lere kadar indi), fuhuş var( yaş 12 ler itibarıyla başlıyor), aile içi şiddet var, cinsel eğilimleri yüzünden katledilenler var, boşanmak isteyince öldürülen kadınlar var, canı sıkılınca arayış içinde olanlar tarafından sudan bahanelerle yol ortasında gözümüze soka soka dövülen kadınlar var. Sadece bu ülkede değil tüm dünya da var! Duyarlı olalım kafamızı kumdan çıkaralım. Bu çocuklar hepimizin. Görüntü kirliliği yaratıyorlar diye şikâyet edilmeyi hak etmiyorlar. Hem de hiç…"Bizim memleket böyle , dünya böyle ne yapalım? Ben mi değiştireceğim sanki bütün bunları? Ne yapabilirim ki?" diyebilirsiniz. Göz ardı etmemekle başlayabilirsiniz. Rahatsız olmadan gerçeği kabullenebilirsiniz. Gerçeği kabullenebilmek değişimi ve çözümü de getirecektir.

Bazen farkında olmasa mıydım her şeyin diye düşünüyorum; kendinin ve etrafının hiç farkında olmadan ben merkezci yaşayanlar yüzünden. Sonra da iyi ki farkındayım darısı olmayanların başına diyorum.

Darısı başınıza,  yapışsın yakanıza tez elden duyarlılık, farkındalık adına ne derseniz deyin. İşte ondan!

Sy

7 Aralık 2011 Çarşamba

Kendim için yarattığım her şeyi kabul ediyorum.

Hastalıkların zihinsel nedenleri olabilir mi? Gerçekten de hayattaki duruşumuz bize hastalıklara giden yolu açıp kapatabilir mi? Bu soruya üç yıl önce sorulmuş olsa “Ne alakası var” diye büyük bir özgüvenle cevap verir, tartışmaya dahi girmezdim. Oysa bugün daha soru biter bitmez “Evet “cevabını yapıştırırım. Devası olmayan büyük dertleri veya küçük rutin rahatsızlıkları hayatımıza biz davet ediyoruz. Artık buna inanıyorum.

Bu konulara merak saldığımda okuyup hayran olduğum yazarlardan bir tanesi Louise L. Hay’dir. Onun bu konu hakkında yazdıklarına tüm kalbimle katılıyorum. Gerçekten de hastalıkların hiçlikten geldiğine ve hiçliğe gideceğine inanıyorum. İçimizdeki güçle her hastalığa savaş açabiliriz. Hastalıkları tedavi edebilmek için başvurduğumuz bilinen yöntemlere ilave olarak içimize dönmenin ve düşünce kalıplarımızı yenilemenin işe yarar bir yöntem olduğunu biliyorum.

Yıllarca içimizde biriktirdiğimiz kızgınlıklar, üzüntüler, pişmanlıklar, nefretimiz bedenimizde zamanla yaralar açar. İçimizde oluşan yaraları yanağımızın ortasında bir gecede beliriveren ve pis pis sırıtan bir sivilceyi fark ettiğimiz kadar çabuk görmemiz mümkün değildir. Bu yüzden yaşımız ilerledikçe sorunlarımız baş göstermeye başlar. Alır bizi bir şaşkınlık. Hoppala! Bu fıtık da nereden çıktı? Hayret bir şey ayağımdaki ağrı geçmek bilmiyor! Annemde de vardı galiba bu geçmeyen baş ağrıları. Hastalıklarımıza bile bahane bulmaya çalışırız. Oysa yapacağımız tek şey bu hastalığı çağırdığımızı kabul etmektir. Hastalığa sebep olan davranış biçimi ve düşünce kalıbımızı gözden geçirdiğimiz takdirde bu hastalıktan rahatlıkla kurtulabiliriz. Bize bir artısı da olur ayrıca. Nasıl mı? Aynı hastalığın yarattığı rahatsızlık daha sonra ortaya çıktığında, biliriz ki aynı yanlış düşünce ve davranış kalıbımız geri gelmiştir veya onun bir benzeri. Böylece hayattaki yanlış seçimlerimizi, yanlış düşüncelerimizi daha çabuk fark edebilme yetisine sahip oluruz. Bir nevi “farkındalık” kazanırız. “Her şerde bir hayır vardır” bu paragrafa cuk oturdu galiba. İşte şer diye nitelendirdiğimiz hastalıktan bile bir hayır gelir bize; nerede bir rahatsızlık yarattık ve hastalık bunu bize anımsatmak istedi diyebiliriz. Dalga geçmeyin ve sakın “saf bu” kadın demeyin, duyuyorum!

Kendimi kınamadan, yargılamadan, nefret etmeden, pişmanlık duymadan yaşamayı becerebilirim. Eğer istersem! Beni ben yapan bu duyguları istememe ve onları yenileri ile değiştirme hakkına sahibim. Böylece sağlığımın sorumluluğunu ele almış olurum. Aksi takdirde başkalarına veya kendime duyduğum kızgınlık bedenimi yavaş yavaş tüketecektir. Neden isteyeyim ki böyle bir şeyi? Hayata bunun için gelmedim ben.

Uzun zamandır garip bir ağrım vardı; sağ ayağımın üç numaralı parmağının kök kısmında. Ağrıyı uzun süreli yürüyüşlerde veya yoga yaptığım zamanlarda kuvvetli bir şekilde hissetmeme rağmen geçtiğimiz haftaya kadar nedense kabullenmiştim. Ağrı, yoga, yürüyüş ve ben. Dört yapraklı yonca misali mutluyduk. Reiki hakkında öğrenmek istediklerimi nihayet uygulamaya sokmuştum ve yaklaşık iki buçuk aydır bu konuda çok değer verdiğim hocamdan eğitimler almaktaydım. İlk heves hemen hemen her şeye uygulama yapıyordum. Ağrıyan ayağım dışında. Ta ki geçtiğimiz hafta “Benim bu ağrıyı geçirecek becerim ve inancım var neden kendime uygulamıyorum ki? ”diyene kadar. Ve uzun bir süredir ilk defa kendime uygulama yaptım. Hocamla bunu paylaştığımda “Bu gerçekten harika ve beklediğim bir şeydi; zamanı gelmişti” dedi. Ben ilk önce bir şey anlamadım. Sonrasında bu ayak ağrısının aslında sadece basit bir ağrı değil; uzun süredir küllendirdiğim bir üzüntümü temsil ettiğini keşfettim. Arkası çorap söküğü gibi geldi. Kendimle yüzleştim, sorunumu gördüm. Sorunumun ardında yatan kızgınlıklarımı ve korkumu gördüm. Varlığını bile anlayamadığım pişmanlıklarımı bulup çıkardım tozlu raflardan. Oysa ben hiç düşünmüyordum bu sorunum hakkında ve kendimce düşünmediğim için de yok olmuştu. Çözmüştüm onu. Oysa öyle değilmiş. Hala içimde bir rafta durmaktaymış. Üzerini öyle toz kaplamış ki göremiyormuşum. Bu konu hakkındaki üstünü örtüp en altlara sakladığım suçluluk duygum, kızgınlığım, pişmanlığım; hepsi bir olup sağ ayağımın üçüncü parmak kökünü cezalandırmışlardı.

Kendime ilgi göstermeye ve kendimi iyileştirmeye karar verdiğimde, ağrının temsil ettiklerinden kurtulmam gereken zaman gelmişti. Olsun geç oldu ama temiz oldu. Şimdi ben bu ağrıya teşekkür borçluyum. Uzun süre inat edip kendini nihayetinde bana kabul ettirdiği için. Onu kabul ettiğimde içimi görebildim. Yerleştirdiğim sıkıntı ve çer-çöpü temizledim. Ağrımı sevinçle yolcu ettim ardından da bir damla su bile dökmedim. 

Hayata göz açtığımız andan itibaren bize sunulan kalıp ve modellerle yaşayarak hastalıkları, sıkıntıları, üzüntüleri hayatımıza davet ettiysek eğer; çıkış kapısını göstermek de bizim elimizdedir.

Çıkışı gösteren yol hep aydınlık olsun, sevgiyle kalın,

Sy


5 Aralık 2011 Pazartesi

Hiçbir şeyi kişisel algılamayın.


Akşam yemekten sonra sofrayı topladım, bulaşıkları makineye yerleştirdim. Tencerede kalan yemekleri küçük kaplara boşalttım ve ağızlarını kapatmak üzere streç folyoyu aldım elime. Sonrasında ani bir sıcak dalgası yükseldi, sırtımdan terler boşalmaya başladı. Kafamın içinde bir şeyler fokurdamaya başladı. Kendimi yanardağ gibi hissettim. Beni bu hale sokan ve bir anda çıldırtan olay ise folyonun noktalı kopma çizgisinden değil de anlamsız bir yerden yamuk olarak kopartılmış olmasıydı. Benden önce kullanan kişi; öylesine özensiz bir şekilde parçalarcasına kullanmıştı ki; yamuk olarak kopartıldığı yetmiyormuş gibi bir de üstteki kısmın haricinde, alttan da kullanılmış ve çektiğiniz anda yamuk yumuk ve normalde olması gereken genişlikte değil de ince bir kat folyo haline gelmişti. Dar ve anlamsız olmuştu. Folyo gitgide daha da çirkin, özensiz ve kullanılamaz hale geliyordu.

Kendime gelmem ise kendi ses tonumun yüksekliği ile oldu: “ Bana ne kastınız var sizin? Ben bir gün böyle bıraktım mı bu folyoyu? Sizden sonra kullanan kimse olmayacak mı? Bu sizin özel folyonuz ise alın bunu benim mutfağımdan! Nedir benim her akşam ki bu çilem? Ben insan değil miyim? Niye beni sinirlendiriyorsunuz? Benim sizin bozup mundar ettiğiniz bu folyoyu kullanmamı nasıl beklersiniz? Sanki benim bu folyoyu düzeltmekten başka işim yok?” Etrafıma şöyle bir baktım, soluk almak için bağırmayı kestiğimde. Mutfakta yalnızdım. Masa ve sandalyelere bağırıyordum. Köşeye oturmuş ve gözlerini kocaman kocaman açarak bana bakan kedime takıldı gözlerim. Gözlerinde “ Manyak mısın sahip?” bakışı yakaladım. Utandım. Sustum. Etrafı dinledim. Aşağı kattan heyecanlı erkek konuşmaları geliyordu. Kulak kabarttım. Oğlumla eşim bir bisiklet yarışı videosu seyrediyorlardı ve “Off nasıl tırmandı yokuşu gördün mü baba? Heh he aynı ben!” diye neşeli bir sohbet de mevcuttu. Dolayısıyla benim bağırtılarımı duymamışlardı. Rahatladığımı hissettim.

İşimi bıraktım, ellerimi yıkadım ve kendime bir kahve yaptım. Masaya kedimi görecek şekilde konuşlandım. Gözlerimi diktim ve sordum: ”Sence benim neyim var?” Cevap olarak şöyle bir gerindi ve esnedi, yüzüme baktı. “Gergin olduğumu ima ediyorsan bunun farkındayım zaten. Peki, niye gerginim ben?” İkinci kez gerindi, yerinden kalktı ve bana bakmadan ağır adımlarla mutfağı terk etti ve beni yalnız bıraktı. Mesajı almıştım bu tüy yumağından. Ben de kendime döndüm ve “Neyim var benim? Neden böyle anlamsız bir patlama yaşadım acaba?” diye kendime soru sordum. Uzun zamandır kişisel gelişim yolunda sayısız adımlar atmaktayım. Her şeyi araştırıp kendimi geliştirmeye, kendimi tanımaya, beğenmediğim yanlarımı kabullenmeye, hatasız olmadığımı idrak etmeye, kendimden memnun olmaya ve hayattan zevk almaya çalışıyorum. Oysa bu akşam 20 santimlik bir streç folyo bana haddimi bildirmişti. Neden ben her şeyi kişiselleştiriyorum? Evet kişiselleştiriyorum. Folyonun kullanımının benim standartlarımda olmadığını fark ettiğimde bunun bana yapılmış bir komplo olduğunu zannediyorum. Gerçekten tüy yumağım bana ‘manyak mısın sahip’ diye bakmakta haklıymış. Niye her şey benimle ilgili olmak zorunda olsun ki. Belki kullanan kişinin bir eli işte bir gözü oynaştaydı o an; belki kafası dalgındı; belki gözü tırtıklı yerini fark etmemişti; belki de folyo çoktandır o durumdaydı ve o kişi de zorlanmıştı kullanırken.

Eğer hayatımızda her şeyi “kendimizle alakalı” algılar isek, savunmaya geçeriz. Kendi tepkilerimizi verirken, karşımızdakinin tepkilerini hesaba katmadan, pireyi deve yapmaya başlarız. Çok önemsiz bir konu bir anda kavgaya dönüşür. Kavganın sonucunda ise haklı çıkmak ihtiyacı belirir. Herkes haklı çıkmak ister ve fikirlerini dayatmaya başlar. Bu bencilliğin bir türüdür aslında. Olayları niye kişiselleştiririz? O kadar önemliyim ki her şey benimle alakalı diye hissederiz de ondan. Her şeyin odak noktasında ben varım diye düşünürüz çünkü her şey bizim başımıza gelmektedir; önemli insanız ya. Sonuç olarak benim bakış açım benim için kişiseldir; sizin ki de sizin için kişiseldir. Bunu kabul edersem söylenen ya da yapılanlara aldırmam çünkü kişisel algılamam. Böylece önemli ya da önemsiz hiçbir şey için acı çekmem, kırılmam, sinirlenmem, üzülmem, kıskanmam. Başkalarının söyledikleri ya da yaptıkları benim için kıstas olmaktan çıkar. Kendi seçimlerimi, kendi davranışlarımı, kendi duygularımı seçerim ve uygularım. Olayları kişisel algılamaktan vazgeçmek bana insanları oldukları gibi görebilme ve kabul edebilme becerisini de kazandırır. Özgüvenimi kazanırım.

O sırada tüy yumağımı mutfak kapısında görüyorum. "Gel gel diyorum; bu akşamdan çıkardığım ders; eğer iki adet folyo alırsam biri benim olur, diğeri de onların. Böylece sinirlenmeme gerek kalmaz!" Ağzını açıp şöyle bir esniyor ve başını sağa sola sallıyor. "Benim sahibim böyle bir sonuca varmış olamaz" der gibi bakıyor ve gitmek için arkasını dönüyor. "Şaka balım" diyorum, kucağıma alıp yanaklarını mıncıklarken kulağına: "Hiçbir şeyi kişisel algılamamaya karar veriyorum çünkü sadece kendi davranış ve düşüncelerimden sorumluyum tamam mı" diye fısıldıyorum. Yanağıma sürtünüyor ve "harikasın" dermiş gibi yüzüme bakıyor.

Sevgiyle ve iç huzurunuzla kalın,

Sy


3 Aralık 2011 Cumartesi

Hissetmek yaratmaktır.

Geçen gün dostlarımla Belgrat Ormanı’na yürüyüşe gittik. Havanın güzel olması aklımızı başımıza getirdi. Harika bir güzelliğin dibinde oturuyor olmamıza rağmen, nasıl bir basirettir bizimkisi hiç anlamadım. Düğüm düğüm üstüne atmışız ve basiretimizi bağlamışız; ormandan gayrı düşmüşüz. Yazık etmişiz kendimize!

Girişten ilerlemeye başladık ve araba aniden dar geldi. Bir an önce kendimi o yaprakların üzerine atmak istedim. Nasıl bir güzellik anlatamam size. Rengârenk yapraklar, yarı çıplak kalmış ağaçlar, kurumuş otlar ve yaprakların arasında inadına o küçücük boynunu uzatmış taptaze minik yeşil otlar. Ağaçların elbiselerini çıkartıp üşüdüğü zamanlara inat, yemyeşiller kuru yapraklar arasından boy atıyorlar. İrili ufaklı gövdeleriyle göz alabildiğine uzanan ağaçlar. En nihayetinde park yerine vardık ve indik. Yürüyüş parkuruna koyulduk. Bazı anlayamadığım sebeplerden dolayı aramızda mesafeler bırakmanın doğru olacağı hissi geldi ve belli bir düzen olmaksızın üç kişi farklı mesafelerde aynı yol üzerine dizildik. Kâh hızlı, kâh yavaş yürüyüşümüze başladık. Fark ettim ki doğa bana iyi geliyor, hatırlayıverdim aniden. Kimi deniz kenarını tercih eder, kimi yeşillik alanları. Ben yeşil alanla da yetinmeyenlerdenim. Arazi olmalı kilometrelerce, alabildiğine… 

Orman beni büyülüyor, beni şarj ediyor. Oksijen aldıkça mayışırım hemen hemen her yerde; bahçe, piknik alanı, mangal başı, teras, açık hava lokantaları vs. Ancak orman bana enerjisini aktarıyor; bütünlüyor bir şekilde beni. Oraya gittiğimde o enerjiye olan açlığımın farkına varıyorum. Yola devam ettikçe adeta büyülenmeye başladım. Sanki farklı bir gezegenden gelmiştim oraya. Geldiğim yerde ağaç ve bitki örtüsü vardı var olmasına ama sanki bu orman geçmiş zamanlardan geliyordu ve ben gelecekten gelmiştim oraya, o eskiye. Ağaçlar belli aralıklara dizilmiş yerleştirilmiş gibiydiler. Gövdeleri kimi zaman birbirine yakın, kimi zaman birbirinden uzaktı. Yerlerde hemen hemen sarının, yeşilin, beyazın tonları hâkimdi; yapraklardan bir halı serilmişti her yere. Bu yapraklar arasından benim geldiğim yerde daha önce hiç yetişmemiş açık leylak renginde oldukça zarif gövdeli, kısa boylu harika çiçekler göze çarpıyordu. Niye bunlar benim yaşadığım gezegende yoktu ki? Yoksa vardı da biz mi kıymetini bilmeyip tüketmiştik onları? Küsmüşlerdi bize herhalde. Yaprakların hışırtısı, ayaklarımın altında çıkardıkları senfoni beni aldı götürdü. Uzandım üstlerine, çıkardım ayakkabılarımı; hayatımda ilk kez böcek korkumu hissetmeden yattım boylu boyunca. Kulağımda usul usul kuş sesleri ve gözlerimi kapadım. Güzellik göreceli kavram dedi bir ses kafamın içinde. Ben de cevap verdim ‘hayır değil.’ ‘Aslında her şey güzel. Eşit derecelerde hem de.’ Bakarsın güzel dersin güzel olur; bakarsın çirkin dersin çirkin olur. İyi de neye göre güzel, kime göre çirkin. Neden her şeyi bir etiketleme halindeyiz biz? Güzel, çirkin, kısa, uzun, zayıf, şişman, parlak, mat…

Her şeyin enerjisi var. O enerjiyi hissedebilirsen eğer, her şey aynı güzellikte olur gözünde. Kalmaz birbirinden farkı. Önemli olan o şeyin güzelliği değil; o enerjiyi algılayabilecek kapasitede olman. Zaten onu o denli güzel ve beğenilir tutan da senin görüş ve algı kapasitendeki artış. Yerimden kalktım ve gözlerimi açıp güzellikleri keşfetmeye devam etmek için yürüyüşe koyuldum. Her bitkiye, her yaprağa, her ota, her suya baktım, derinlemesine baktım. Güzel olup olmadığını düşünmeksizin bütünüyle sevdim her birini.

O gün yürüyüş bitip arabaya doluştuğumuzda kalbimi ormana açtım, açtım ki onu ne çok sevdiğimi görebilsin diye. Gene geleceğim diye söz verdim, en kısa zamanda. Bu kadar harika olduğu için teşekkür ettim kendisine. Dünyama doğru yol alırken değiştiğimi hissettim. Daha canlı, daha parlak, daha dolu hissettim kendimi. Ormanın dünyasına bir kez daha hayranlık dolu bir bakış attım ve dikkatimi yola verdim.

Artık ne zaman istersem o dünyaya gidebilirdim. Orada kendimi harika hissediyorum. Bu yüzden de tekrar isteyeceğimden eminim. Tek yapacağım hissetmek istemek. Çünkü hissetmek yaratmaktır. Biliyorum.

Sevdiğiniz güzel hep aynı kalsın, sevgiyle kalın,

Sy



30 Kasım 2011 Çarşamba

“Dağ başına kış gelir, insanın başına iş gelir.”

Bugüne kadar hem haklı olan, hem çok bilen, hem kusursuz olan, hem sabırlı olan, hiç sıkılmayan, hiç stresi olmayan, hiçbir şeyi sorun etmeyen, karşısındakini dinleyen ve anlayan, hiç yargılamayan, bu ve buna benzer özelliklerin tamamını bünyesinde toplamış olan birini hiç tanımadım. Hiç karşılaşmadım böyle bir insanla. Yaratıldı da ben mi kaçırdım yoksa? Olur ya insanlık hali, atlamış olabilirim. Öte yandan, kusurlarını ve hatalarını kabul etmeyen, bunlar için suçlayacak birini arayan, en ufak sorunla karşılaştığında bile tüm dünyası yıkılan ve mükemmel olduğunu iddia eden çok insan tanıdım. Kısacası mükemmel insan tanımlamasına uyacak hiç kimseyi görmedim, duymadım, tanımadım. Ancak mükemmel olmaya çalışan veya olduğunu sanan çok insan gördüm, duydum, tanıdım…

Böylece fark ettim ki mükemmel olmaya çalışan birisinin aynı anda iç huzurunu bulabilmesi mümkün değil. Ama sahip olduğumuz değerleri ve sahip olamadığımız nitelikleri idrak edip kabullenirsek, mevcut olanaklarımızla mutlu olmamız mümkün. Aksi takdirde yaşamın güzelliğini ve hayatın bize sunduklarını kaçırırız çünkü sahip olmadıklarımızla aslında var olmayan bir süreci ve “ben” i yaratmaya çalışmakla uğraşıyor oluruz.

Bazen kendimizi öyle şeylerle üzüp hırpalarız ki; hayali çözümler ve olası senaryolar canlandırırız kafamızın içinde; şöyle dersem böyle olur, böyle yaparsa şöyle yaparım. Bir de yetinmez sağa sola anlatıp, onaylanma bekleriz. “Gerçekten çok haklısın ay nedir bu böyle, yapılır mı sana canım bu davranış?”; “Allah insanı kör eder vallahi, ne kadar nankörmüş ayol!”. Yeterli miktarda onaylanma ve haklı çıkma gazını toparladıktan sonra; kendimizi zorlayıp bu durumdan çıkmak için elimizden gelenin fazlasını yapar, kapasitemizin üzerine çıkarız ama gene de tıkanırız. Bazılarımız çıkmayı başarabilir, bazılarımız ise yaşam enerjilerinin büyük bir bölümünü harcarlar orada, her neredeyse takılıp kalınca. Durup bir saniye için gözlemci olabilsek şaşırıp kalırız bu halimize ve derhal toparlanırız. Ama nerede o bakış açısı?

Her şeyi dert etmemeyi öğrenelim o zaman. Kendimizi tanıyalım, hatalarımızı ve sınırlarımızı kabul edelim. Mükemmel olmaya çalışıp kendimizi paralamayalım; insanız neticede kusurlarımız olabilir değil mi. Böyle zamanlarda hep eskilerin sözleri aklıma gelir; “Olmayacak duaya âmin denmez”, “Her şerde bir hayır vardır”, “Ay ışığında ceviz silkilmez",  “Armudun önü, kirazın sonu iyidir, bilesin” gibi. Aslında eskilerin söyledikleri ile günümüzün modern öğretileri arasında pek bir fark da yok. “Direnmeyin, zamana bırakın”, “Sınırlarınızı kabul edin ve iç sesinizi dinleyin”, “ Sorunun ne olduğunu görün ve hatalarınızı kabullenin ve kendinizi akışa bırakın”. Hayatın herkese eşit ve sorunsuz davranması gerektiğini gösteren bir kanıtınız var mı? Benim yok. O zaman direnmeyi bırakalım, bırakalım ki sorunlarımıza da nefes alacak alan yaratabilelim, böylece zamanı gelince hallolabilirler.

Benim hayatımda da sorunlar çıkıyor elbette ancak ben sorunların çıkabileceğini kabullendim. Hiçbir sorunumuz olmazsa yaşadığımızı nasıl anlayabiliriz ki? Monoton bir hayatım olmasını istemem. Her sorun gelir, bir ders verir, ben dersimi alırım; sorun çözülür ve hayat kaldığı yerden devam eder. Bazen sorunları bizim davranışlarımız da yaratır biz her ne kadar kabullenmesek de. Bu yüzden ben bazı davranışlarımı değiştirdim. Neler mi yapmıyorum artık? Birisi bir şey anlatırken, lafının arasına girip kendi başıma gelen benzer bir şeyi anlatmıyorum. Çalışıp didinip iş bitince övgüleri, alkışları tek başıma almaktan vazgeçtim; o alkışa benden daha fazla ihtiyacı olana seve seve yer veriyorum. Ben sana demedim mi lafını kelime dağarcığımdan fırlatıp attım.  Daha sabırlı ve anlayışlı oldum çünkü dünya çok agresifleşti bari ben eksik olayım diyorum. Hemen hemen istisnasız her şeye sevgi duyuyorum, kolaylıkla özür diliyorum çünkü her konuda haklı olma isteğimi yok ettim. Kusurlarımı görüyorum ve kabulleniyorum. Her şeyi bildiğimi hiç iddia etmiyorum çünkü gerçekten bilmem mümkün değilmiş. Hayatta en önemli şeyin iç huzuru olduğunu anladım. Bu yüzden sessiz kalmanın keyfini çıkarıyorum. Ara sıra hiç konuşmadan etrafı ve insanları gözlemleyip, selamlamak ve gülümsemek harika bir duyguymuş. Yargılamadan, eleştirmeden, kendi fikirlerimin doğru olduğunu onlara kabul ettirmeden de mutlu olabiliyormuşum. Etrafımdakileri olduğu gibi kabul etmeye çalışıyorum, kimse benim gibi düşünmek veya hissetmek zorunda değil. Sinirlendiğim ya da kırıldığım zaman o anda gereken acı ve kızgınlığı yaşayıp, ardımda bırakabilmeyi öğrendim. Müthiş bir duyguymuş. Bazı yapılması gereken işlerin ben olmasam da yapılabileceğini fark ettim. Benim başarılı olduğumun göstergesi değilmiş o işleri yapmak; artık anladım. Kızgın olduğumda ya da kendimi iyi hissetmediğimde önemli konulara ve tartışmalara girmemem gerektiğini fark ettim, ne kadar kavgasız gürültüsüz bir çevrede yaşar oldum; inanılır gibi değil. Tavsiye ederim kendinizi tanımak için gözlemci olun. “Kırk yıllık Kani, olur mu Yani” demeyin, isterseniz olur.

Hayat işte! Çıkartın kâğıtları kalemleri, yazılı var deyiveriyor aniden. Her daim ineklemiş olamazsın ya bir gün önceden. Hem çalıştığın yerden geleceği ne malum? Ya geçiyorsun ya çakıyorsun bu sınavdan. “Her sakalın bir tarağı vardır” derler; bu sınavlardan geçmenin yolunu buldum ben. Artık hayattan ne beklediğimi ve ne istediğimi biliyorum; her şey bana bağlıymış. Çünkü  gün bugün dediğim sürece benim başaramayacağım bir şey yokmuş...

Unutmayın “Duvarı nem, insanı gam yıkar”. Vakit kaybetmeden her günü o gün sanki son gününüzmüş gibi yaşamayı deneyin. Böylece hayatta ertelediğiniz ve kendinizi mahrum ettiğiniz ne varsa daha rahat görebilirsiniz.

Sevgiyle kalın,

Sy