30 Eylül 2012 Pazar

Konuşmamız gerek

Hollywood filmi izleyenler bilir. O filmlerde kahramanlar en olmadık an ’da bile konuşurlar. Diğeri de dinler ve sorun çözülür. Bu filmlerin en can alıcı cümlesi “Konuşmamız gerek” tir.  Ve konuşurlar da en kısa zamanda. Oysa gerçek hayatta böyle midir? Konuşmak sorunları çözmekten ziyade daha da arttırmaya yarayan en etkili etkenlerden biri oldu son günlerde. Genellikle de sonu tatsız bitiyor bu konuşmaların. Sorunlar çözülmediği gibi artıyor da. Eskiden ne zaman bu filmlerden izlesem ve sonrasında sorunum olan kişiye ‘Bu konuyu konuşmamız gerekiyor ‘desem aldığım cevaplar hiç de memnun edici olmamıştı.  Konuşmak istediğim sorun bir kenarda kaldığı gibi, o sorun daha nerelere bağlanmıştı inanılır gibi değildi doğrusu. En sonunda kendime hep şu soruyu sorardım: “ Bu mevzuya nasıl geldik biz? Asıl sorum neydi benim? Ben ne konuşuyordum?”

Bence durmadan konuşmak doğru değil. Keza biriktirip konuşmak da.  Üstelik bazen her şeyi dürüstçe ve açıkça ortaya koyduğumuzda da sorunlar çözülmüyor. Karşımızdaki kişi bu açıklığı ve dürüstlüğü kaldıramayabiliyor. Her sorunda empati yaptığımızda her meseleyi de çözemiyoruz. Salt dinlemek başarılı olunan bir alan ancak dinlemeyi de bilmek gerekiyor. Nasıl konuşmak gerekiyor o zaman? 3 düşünüp 1’ mi konuşacağız? Yoksa konuşmadan önce sessizce 10’ a kadar sayacağız mı her seferinde? Ortam gerilimli ise konuşmak ve düşünmek eylemleri rahatça nasıl uygulanabilir ki? Tartışırken insanın aklına hiç iyi şey gelmez ne hikmetse! Olay bittikten saatler sonra içimde patlayan yığınlarca düşünce olmuştur benim her zaman. Ne yapacağım? Nasıl konuşacağım? Susmak bir çözüm mü?

İnsanlar birbirini yeterince iyi anlayamadığı zaman karmaşa oluşuyor. Sonrasında da ayak diremeler baş gösteriyor. “Senin söylediğin doğru değil, ben haklıyım “ cümleleri sıkça sarf edilir etrafımızda duyarız. Bazen olaylar çabucak tatlıya bağlanır çünkü taraflar yanlış anlaşılmayı fark ederler. Konuşurlar, anlatırlar dertlerini ve asgari müşterekte buluşulur. Önemli olan konuşmaya başlanıldığında ne istediğinizi, ne anlatmaya çalıştığınızı net olarak ortaya koyabilmektir bana kalırsa. Sonrasında da karşınızdakine bir nefeslik süre vermelisiniz ki durumunu gözden geçirsin ve direnme baş göstermesin. Yanlış anlaşılmalar oluşmasın.

Konuşurken tarafların kendi düşüncelerini bir diğerine dayatmaya çalışmaları yaygın bir davranıştır. Ancak sorunları gidermez. O kişinin düşüncelerini alt etmeye çalışmak, o kişiyi alt etmeye çalışmakla aynı şeydir bana göre. Eğri ya da doğru, istediği şekilde düşünmeye hakkı vardır herkesin. Saygı duymak gerekir. O kişinin kelimelerini, düşüncelerini, duygularını göz ardı etmeden tekrar gerisin geri kendisine sunabilir ve bu konuda düşüncesini veya tepkisini gözden geçirmesini sağlayabilirsiniz. Evet, katılıyorum ‘Hayır ben haklıyım’ demekten daha fazla zaman ve çaba gerektiren bir yöntem ancak faydalı oluyor inanın.

Bir de o kişinin söylediklerinize ne tepki vereceğini anlamak da önemli bir ayrıntıdır bana kalırsa. Birbirini iyi tanıyan kişilerin konuşmalarında bu tepkileri ölçebilmek, birbirini iyi tanımayanlarınkinden daha kolaydır. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini aşağı yukarı kestirebildiğiniz kişilerle konuşurken siz de nereye kadar gidebileceğinizi bilebilirsiniz. Karşınızdaki kişi sizin için kapalı kutu ise daha da dikkatli olmak gerekiyor. Genelde önyargılarla hareket ederiz. Bilinçaltımız harekete geçer çoğunlukla dilimizden önce. Böylece meseleler büyür. Bu yüzden açık fikirli olarak dinlemek gerekir karşımızdaki insanı. Ardından da ne istediğimizi net ortaya koyabilmeliyiz çünkü her ne kadar kapalı kutu da olsalar, mutlaka bir açık vardır her zaman. Duygusal tuzaklara yakalanmadan o noktaya ulaşmak gerekir.

Son birkaç senedir kitaplar yayınladım, yazılar yazıyorum elimden geldiğince. Bazen bir çok kişiye hitap ediyor, bazen de belli kişilere. Ara sıra çok şaşırtan, mutlu eden tepkiler alıyorum ara sıra da üzmeye çalışan. Ben konuşma üslubumun kişisel almayan, yargılamayan ve saygılı olmasına gayret ediyorum. Yazılarımda da bu üslubu ve davranışı esas alıyorum. En önemlisi de ben hep şunu söylüyorum kendi kendime: “Birbirimizi daha iyi anlasaydık, ortada mesele kalmazdı. Ben kimseyi bir şeye ikna etmeye çalışmıyorum sadece kendimi düzeltmeye ve olmam gereken hal her ne ise ona ulaşmaya çabalıyorum.” Herkesi tanımıyorum, çoğunluk kapalı kutu oluyor. Yazdığım zaman bu ayrıntıyı aklımdan çıkarmıyorum. Tepkilere bakıyorum, kutuları açmakta fayda sağlıyor. Çok işe yarıyor. Meseleler azalıyor. Konuşmalar artıyor. Dinlemeler keyif veriyor. 

Sabırla davranarak, önyargılarından arınmış, öz iradesi ve farkındalığı ile olayları çözebilen çok az insan vardır ne yazık ki. Hiçbir şeyi kişisel almadan olaylara yaklaşan, değişik bakış açısına sahip biri olmak zor mudur? Değildir bana kalırsa çünkü insan isterse yapar. Bu güç ve yetenek insanda vardır. Hatırlaması yeterli olur. Yoksa da kazanabilir bu davranış şeklini. Boşuna dememiş Atalarımız  “Zararın neresinden dönülse kardır” diye…

Sevgiyle kalın,

Sy

25 Eylül 2012 Salı

Offf boşluk var, hissediyorum!


Bakıyorsun anormal derecede öfke dolmuş karşındaki. Zıp zıp zıplıyor, ağzından köpükler saçıyor. Korkunç kelimeler sarf ediyor. Onu rahatlatmak istiyorsun bir şekilde. Oysa öfkesini alırsan ve eğer o öfkeden ayrılmaya hazır değilse korkacak. Bırakmayacak öfkesini. Direnecek sana, kendine, etrafına. Korkunun esiri olacak bu seferde. Öfkenin yerine korkuyu yerleştiriverecek el çabukluğuyla. Kaybetmemek adına elindekini ister korku ister öfke, kendini bir kozaya hapsedecek. Kalıverecek içinde. Çıkacak çıkmasına da kozadan bir gün artık ne zaman isterse, ne zaman uygun olursa kendine. Ne zamansa zamanı kendinin, işte o zamanı bekleyecek kozanın içinde. Öfkeyle…

Öfkenin yerine korkuyu, korkunun yerine başka bir duyguyu koyma arayışındaysak eğer, boşluk doldurmaktan öte geçmez bu yaptığımız işlem. Hani hep duyarız “Evren boşluk sevmez” derler ya. O misal işte. Geçmişi affettim, haydi yola devam. Offf boşluk var, hissediyorum; alıver biraz gelecekten endişe. Koy güzelce geçmişin boşalttığı yere gelecekten birkaç zaman dilimini. Ohhh yaşasın gene endişe duyuyorum! Çok şükür doldu boşluklarım. Geldim kendime. Olur mu hiç öyle geçmişe bakma, gelecekle uğraşma, an’ da kal. Hiçbir halt yok ki bu an’ da canım. Öfkeli, kızgın, kırgın, küskün, bıkkın, endişeli kısaca nasıl olursam olayım, yeter ki yaşadığımı hissedebileyim. An dediğin kaç dakika, ne anlayacağım ki o kısa süre içinde ben? Oysa geçmiş öyle mi, bak kaç yıl yaşamışım, dolu dolu… Ya gelecek? Ne kadar yaşayacağımı Allah bilir. Karşıma neler çıkacak, başıma neler gelecek? Bunları düşünsem saatlerce kurabilirim. An’ da kalınca böyle mi Allah aşkına? Kaç dakika ki, kaç saniye ki?

Toplumsal huzur içinde bireysel huzuru yakalamak müthiş bir şey olmalı. Ne kadar zaman alırsa alsın, samimiyetle çalışmaya devam etmek gerekir. Bunu oluşturmaya çalışırken de bakmak la görmek arasındaki farkı ayırt edebilmek lazımdır. Kendine baktığında ne gördüğün ya da kendini görmek için nasıl baktığın önemlidir bana kalırsa. Baktığında gördüklerini değerlendirirken, alışık olduğun kalıplar içinde değil de, farklı formatlarda değerlendirebilirsen eğer, gördüğün her ne ise de harika sonuçlar çıkartabilirsin. Eğer toplumsal huzur yok ise, bu durumun bireysel huzuru yakalayanlar tarafından iyileştirilebileceğine inananlardanım. Her zaman hastalıklar bulaşmaz, mikroplar bulaşmaz, negatiflik yayılmaz. İzin verirsek eğer, iyilik ve huzur yayılır. Hatta sevgiyle buluşur ve daha da çabuk yayılır. Yayılırken de iyileştirir, tüm yaraları sarar…

Yolunda gitmeyen her şey alınması gereken bir derstir. Hatta diyebilirim ki böylesi olaylardan daha fazla şeyler öğrenmişimdir kendi adıma. Bu tip olaylar benim büyümeme ve gelişmeme olanak vermiştir. Bunlar sayesinde hayatımın akışkanlığı oluşmuştur. Böylece hep bir seviyeyi bitirip, bir sonrakine geçebilmişimdir. Aksi takdirde, filmin karesini dondurduğumuz gibi akılı kutuda yapıyoruz ya hani televizyon izlerken- hoş bende ne akıllı kutu var, ne de çok televizyon izlerim orası ayrı bir konu ya neyse- sanki hep aynı yerden devam ediyormuşum gibi olurdum hayatıma. Bir sahneden ötekine geçecekten donup kalarak… Oysa o yaşadıklarım ve hissettiklerim sayesinde, olması gerektiği şekli her ne ise hayatımın, oraya doğru yol alıyorum. Tecrübemin bana sunduğunu kabul etmeyi beceremediğim takdirde, aynı olayları tekrar tekrar yaşarım. Ta ki o dersi alana kadar. İyisi mi bakmak, görmek ve kabul etmek üçlüsünü devreye sokmak her daim faydalı olabilir. Bana göre…

Bazen hep aynı konuları tekrar ediyormuşum gibi geliyor. Yazdıklarımı okuduğumda dürüstlük, değişim, an’ da kalmak kelimelerini sıkça kullandığımı fark ediyorum. Bunları sizden ziyade kendime tekrar ediyorum sakın üstünüze alınmayın. Değişim süresince ceplerimden çıkarıp attıklarımın yerine bir şeyleri almak durumunda hissetmemek için yapıyorum bu tekrarlamaları. Değişimin kalıcı olabilmesi için farkında olmak konumunun hep açık olması lazım. Ara sıra pilimi de şarj ediyorum ki yayınım kesilmesin…

Değişimin en güzel yanı geride bıraktıkların her ne ise bir daha gerisin geri içeri almamaktır onları. Değişiyorum deyip, sonra boşluk kalacak diye korkup, bir yere bıraktıklarını koşar adım geri gelerek toplayıp her ne bıraktıysan alıyorsan tekrar içine, değişir gibi yapıyorsundur sadece. Kandırma kendini, değişmek için dürüstlükten yardım iste. Duyacaktır seni…

Önce kendimize izin verelim. Huzuru yakalayalım ve sonrasında bırakalım evren hep yaptığı gibi, alsın bu yaydığımız huzuru, neşeyi, iyiliği, güveni, sevgiyi ve doldursun tüm boşlukları. Onarsın…

Sevgiyle kalın,

Sy

18 Eylül 2012 Salı

Ben hep sevilmek istedim…


“Ben hep sevilmek istedim” dedi arkadaşım sohbet ederken. Fark ettim ki sohbet etmiyoruz aslında. Hayatından çok önemli bir bölümle yüzleşiyordu. Her nedense öylesine zamansız ve geldiği gibi çıkmıştı içinden bu duyguları. Dinlemek gerekiyordu. Yorumsuz. Sakince. Anlayışla. Ders çıkartmak lazımdı. Bazen birine bir şey söylersin aslında kendine söylüyorsundur. Bazen birisi bir şey anlatır ve o anlatılanlar ışık saçar. İçimizdeki karanlık noktalara ulaşır. Öyle bir andı işte…

“Hep de sevildim. Ne zaman ki bana sunulan sevginin, bana özel değil, başkalarına verilenle aynı olduğunu anladım, sevgim yok oldu. Sevemedim bir daha aynı dozda. Çıkar ve beklenti girdi sevginin içine. Sevgi önemsizleşti. Arayışlar oldu, kaçınılmazdı sanki. Başkalarında aramaya başladık sevgiyi. Mutluluk peşine düştük. Eşimle sorunlarım olunca çocuklara sardım. Boşluğu onlarla doldurmak istedim. Bilemedim ki onların kendine ait dünyaları var ve ben o dünyaları ezip geçmekteyim. Fark edemedim. Benim ailem, ebeveynlerim mutsuzdular ben büyürken. Bir olamıyorlardı, ayrı ayrı bir olmaya gayret ediyorlardı. Kendi ayrı dünyalarını tokuşturup birleştiremiyorlardı bir türlü. Böyle olunca da iki ayrı dünyanın kapıları açılıyordu. O kapılar hiç aynı yere çıkmıyordu. Öyle olmayacağım dedim. Oldum. İki ayrı dünyada var oluyoruz eşimle. Ortak alan var bir tane, onlar da çocuklarımız. Mutsuzum” dedi ve sustu…

Zorlamadım devam etsin diye. O her neredeyse zihninde, bıraktım kalsın diye. Ben daldım gittim düşüncelere. Söylediklerine, söylemediklerine, söyleyemediklerine daldım gittim. Gerçekten de bazen iki ayrı kapı var mıdır? Aynı avluya mı açılır o kapılar? Bazen de tamamen farklı yerlere açılabilir mi?

Çocukken sevginin ne demek olduğunu bilmeden severiz. Öylesine. Çıkarsız, karşılıksız, bilinçsiz, koşulsuz adına her ne dersek diyelim salt sevgidir işte o duygu. İçimizden gelir, tanımlanmamıştır zihnimizde henüz. Eğer bir duyguya “sevgi” etiketini yapıştırmak istiyorsak, o tanımladığımız duyguya bir ad vermek istiyorsak; işte o andaki duygudur sevgi. Adı odur. Anlamı odur. Bana göre sevgi dediğimiz şeyin sevgi olmadan önceki halidir. Olduğu gibi...

Çocukken yaşadığımız yerdeki "sevgi” önemlidir. Kalıplarımızın istem dışı yerleştiği zamanlardır bunlar.  Otomatikleşmiş sevgi, ihtiras, aşk, seks varsa o anlarda, doluşur zihnimize. Pırıl pırıl olan zihnimiz puslanır yavaş yavaş. Sonra biz kendi ailemizi oluşturduğumuzda, çıkar gelirler önümüze. Yatarlar yaşantımızın üzerine, karartırlar bize ait olanı. Sevgisizliği, ilgisizliği, şefkati başka yerlerde aramalar başlar. Başka partnerler, keyif verici farklı yerler ve durumlar, çeşitli takıntılar gelir ardı sıra. Bu anlar nerede olduğunu, ne yaptığını fark edemediğin anlar silsilesidir. Ya da bilip de ötelediğin anlardır bunlar. Hem bilinçli hem bilinçsiz bir hal oluşmuştur. Hem dibine kadar farkındasındır, hem de değilsindir... Hayat giderek katlanılmaz bir hale gelir. Kurulu düzen, bozulmuş düzen, dağılmış düzen kavramları ortaya çıkar. Gözyaşları, uykusuz geceler, kararsızlığın karamsarlığı kaplar içimizi, dışımızı…

Evlilik, birliktelikler, ilişkiler, dostluklar, arkadaşlıklar sevgiyle büyürler. Her zaman tek kapı olmaz. Her zaman aynı yere çıkan farklı kapılar olmaz. Her zaman farklı yerlere açılan aynı kapılar olmaz. Birden fazla kapının, aynı kapının veya tek bir kapının önemi de yoktur ki… Önemli olan bazen sadece kapıyı fark etmektir. Nereye açıldığının o kadar da önemi yoktur. Önce kapıyı görmek gerekiyor bana kalırsa. Gerisi kendiliğinden gelir…

Böyle ortamlarda yetişen çocuklarda karşı cinse dair olumsuz yargı ve duygular oluşur zamanla. Sevginin gerekliliği ve sürekliliği tartışmaya açılır. Sevgi oluşan ve kaybedilen bir hale dönüşür. Oysa sevgi hep vardır içimizde. Ara sıra sıkışır sadece. Yer açmak gerekir… Sahiplenmeyle sevgi birbirine karışır, düğüm olur. Oysa aynı şey değildir ki bana göre… 

Sevgi her şeye, her yere yeter. Dört bir yanı kaplayabilir eğer istersek. Paylaştığımız takdirde sevgiyi; daha da artar, yayılır… Paylaştığından, verdiğinden fazlası sana geri döner zaman içinde veya o anda… Görmeyi bilmek, hissetmeyi tanımak yeterli olur takip edebilmek için sevginin kendine has yolunu… O yoldan şaşmamak gerek bana göre. Sevgiyi kucaklamak gerek…

Sevginin yolunda ve sevgiyle kalın,
Sy

17 Eylül 2012 Pazartesi

Çocuk ve alabildiği kadarı ve eğitim…


Sabah bir dostumla konuşuyordum. Karşılıklı nostalji yaptık, çocuklarımızın okul hayatıyla ilgili. Nasıl da birbirimizi arar, “Yeni dönem hayırlı olsun” derdik. Bizim çocuklarımız yolunu buldu, devam ediyorlar… Darısı sizlerin başına… Oğlumun ve kızının okul hayatı boyunca- üniversite de dahil- birlikte geçirdiğimiz yılları konuştuk. Şimdi baktığımda anlamsız debelenmeler ile geçirdiğimiz yıllarmış o yıllar. Çocuklar debelenmiş, biz ayrı yerde debelenmişiz. Sahi niye yapmışız acaba?

Debelenmek derken gerçek anlamda söylüyorum bu kelimeyi. Ne yaptığımızı bilmeden, söylenenleri dinlemişiz ve her ne konulmuşsa önümüze eğitim adına kabullenmişiz bir süre, çocuklarımız için.  Sonra çocuklarımızın bizi yönlendirmesi ile doğru sulara yelken açmışız. Evet, çocuklarımız buldu doğru yolu biz ebeveynler değil. Oldukça da zorlandılar açıkçası. Bakış açıları, istekleri, yaptıkları farklı olan çocuklardı bunlar. Ne istediklerini biliyorlardı. Bize kalan şey yollarında durmamaktı. O zamanlar net algılamamıştık yoldan çekilmemiz gerektiğini. Sonrasında fark etmiştik bu çocukların her ne istiyorlarsa yapacaklarını. Kendi istedikleri zaman ve yerde, hazır olduklarında… Bugün ise fazlasıyla net görebiliyoruz artık. Çocuklar ne istediğini bilir, ne zaman alması gerektiğini bilir ve ne kadar alabiliyorsa o kadarını alırlar. Zorlamamak gerekiyor. Çocuklar biliyorlar. Bu süreç ebeveyn ve çocukların birlikte keşfetmeleri gereken bir süreç bana kalırsa…

Geçenlerde bir yerlerde konuşmalar çalındı kulağıma. İki hanım çocuklarını hangi okula vermeleri gerektiği hakkında konuşmaktaydılar. Bu okul iyi, şu daha iyi, üniversite başarısı yüksek, yabancı dil eğitimi daha iyi, parası daha makul… Alfabenin her harfinin adını verdiği meşhur sınavları geçmişti bu çocuklar. İlkokul, sekiz yıllık eğitim- şimdi ise dört ve katlarından oluşan bir sistem var- ve sonrasında ortaya çıkan meşhur harfler topluluğu ile test edilen çocuklardı bunlar. İki anne konuşmaktaydı bu çocuklar için. Kendi yaptıkları araştırmalardan bahsederken, çocukları şu ana kadar eğiten herhangi bir uzmanın yönlendirmesi yoktu, mevzuların arasında. Çocukların ne istediği de yoktu bu konuşmalarda… Ortaokulda – benim zamanımda adı ortaokuldu şimdi hangi dördün nesi tam çıkaramadım-yapılan sınavlara sokmuşlar evlatlarını ve kazandıkları yerleri karşılaştırmaktaydılar. Sınav sonuçları değerlendirilirken çocuğun adı yoktu bu konuşmada… Çocuklarının bireysel becerilerini ve ilgi alanlarını, bireysel öğrenme hızlarını ve karakter özelliklerini konuşmuyordu bu anneler. Alınan sınav sonuçlarına göre okul seçme aşamasındaydılar. 

Eğitim sistemini çocuktan yola çıkarak kurmak gerektiğine inananlardanım. Doğrusu bu bana göre. Mevcut sistem uyum sağlamayanı dışlamak üzerine kurulmuş. Oysa dışlanacak çocuk yok ki… Öğrenmek isteyen çocuk var... Sisteminde bu isteğe uygun olması gerekiyor. Çocuğu neden sisteme uydurmaya çalışalım ki…

Her çocuğun bir öğrenme, alma, uygulama süreci vardır, içseldir bu süreç. Dışarıdaki mevcut sisteme uymayabilir. O zaman bu çocuk neden sistem dışına itilir ki? Neden bu çocuğa çeşitli sıfatlar yakıştırılır ki? Neden zekâsı kategorilere ayrılır ki? Neden ilaç verilmesi önerilir ki? Bu düşünce, yaklaşım ve uygulamalar, mevcut eğitim ve öğretim sistemine çocuğu uydurmak adına; çocukta doğuştan var olan kişisel sistemin; kapatılması, köreltilmesi, yok edilmesinden başka bir şey değildir bana göre… Çünkü her çocuk açık algıyla doğar. O algıları kapatan bizleriz bu eğitim sistemleri ile…

Ebeveyn olarak görevimiz çocuklarımızı -biz olmadan veya bize rağmen - ayakta durabilecek öz güvenle yetiştirmektir. Eğitimin amacı da bu konuda bizi desteklemek olmalıdır. Çocuklarımız kendi başlarına dimdik durabilmelidir. Bağımsız bireyler olmaları için teşvik edilmeliler. Amacımız onların her birinde güçlü bir kişilik ve öz denetim oluşturmak olmalıdır... Keyifle öğrenmeli, bütüne ve kendilerine hayrı olacak alanlarda yer almalılar. Sevgiyle, huzurla dolmalı çocuklar. Çocuklarımız özel çocuklar. Ne istediğini bilen çocuklar. Tek ihtiyaçları olan şey ise bizlerin bunu görebilmesidir bana göre… Gördüğümüz takdirde çocuklar kendi yollarında daha rahat yürüyebilirler. Yolu açmak gerekiyor…

 “Öğrenmek bir yük değil, zevktir “ demiş Maria Montessori. Tüm kalbimle katılıyorum ve öyle olmasını umuyorum tüm çocuklarımız adına… Ebeveynlerin, çocukların yeni eğitim yılı ışık dolsun, aydınlansın…

Sevgiyle kalın,

Sy

12 Eylül 2012 Çarşamba

Kelimelerin gücü ve çocuk olmak


Bu evrende her şeyin kendine ait bir gücü var. Keşfetmek güzel. Harflerin kendi başına gücü var. Bir araya gelip kelimeyi oluşturduklarında başka güçleri var. Onların kendi başlarına yarattıkları güce, bir de biz anlam yüklüyoruz. Daha da güçlendiriyoruz onları… Herkes okur. Okuduğunu anlar. Yorumlar. Bakış açısı getirir. Duygular oluşur ve ağzımız açılır: “Action!” Sonra, sonra kapılır gideriz… 

Herkes görür. Gözleri görmeyenler ise hisleriyle algılar. Bana göre onlar da görüyorlar. Hem de biz görenlerden daha iyiler. Ben öyle düşünüyorum. Herkes duyar. Kulakları duymayanlar da duyar. Hisleriyle, gözleriyle. Hem de bizden daha iyi duyarlar. Bana öyle geliyor… İnsanlar görür ve duyarlar. Yeterli mi görmek ve duymak?

Her kelimenin içinde barındırdığı alt anlamları var. Salt özel bir anlam içinde kullanılabilirler. Alt anlamları biz mi yükleriz onların sırtına, yoksa kendilerine mi aittir bu anlamlar da; bazen karışırım bu noktada. Yanlış anlaşılmalar ve tartışmalar. Mutsuzluklar ve anlaşılamamaktan yakınmalar. Bunlar kelimelerin yüzünden olabilir mi? Yoksa onları kullanırken bir yerlerde rotayı mı çeviririz, işimize geldiği gibi. Dedim ya karışıyorum bazen…

Acaba bütün mesele anlamlandırmaktan mı geçmekte? Hani her şeye bir etiket koyarız ya biz. Ad, soyad, nitelik, nicelik, işe yararlık ya da yaramazlık… Yoksa işin sırrı kişiselleştirmek te mi yatmakta? ‘Hiçbir şeyi kişisel almayın!’ Şık cümle aslında değil mi? Dolu dolu bir cümle… Ben bu cümlede ait olmak ve sahiplenmek anlamlarını da görüyorum. Vardır öyle bir huyumuz bizim. Kendi başına durmasına, kalmasına izin vermeyi pek sevmeyiz biz. Siz ne dersiniz?

Diyelim ki biri sinirlenmiş ve hırsını benden çıkarmakta. Zihnim bana bu cümleyi getirip açıyor yeni sekmede.” Hiçbir şeyi kişisel alma!”  Karşımdaki söylenirken, lafını güzelce oturturken, yeri gelip çeşitli beden hareketleri ile sesini desteklerken ne yapmalıyım acaba? Öyle ‘mal gibi’ durup bakmalı ve kişisel almıyorum diye düşünmeli miyim?  Galiba olabildiğince tepkisiz karşılamalıyım. Hal böyle olunca karşımdakinin sinir kat sayısı artabilir, tavan bile yapabilir. “Duvara mı konuşuyorum kızım ben?” diye dağları taşları inletebilir. “Niye cevap vermiyorsun, beni adam yerine koymuyor musun?” diye hafif bir şaşkınlık da geçirebilir, kızgınlık da.  Toparlar kendini ve kaldığı yerden sahnesine devam eder sonrasında. Kısacası türlü tepkiler alabilirim. Bunların sevimli olmayacağı konusunda da oldukça eminim. ‘Genel yaklaşım budur’ çünkü diye bir yargım var ise…Peki, ne yapmalı? Empati mi? İçinde bulunduğum sahnede, düşünmeyi, harekete geçmeden önce empatiyi kurabilme sürem nedir? Diyorum ya karışıyorum bazen…

Aslında biliyorum. Bildiğimi bilmeme hürmet etmem lazım. Otomatik pilottan çıkartmam lazım içinde bulunduğum yaşam formunu. Her şeyi olduğu gibi “görmem” ve “kabullenmem” gerekiyor. Ne ise o olmalı her şey. Zorlamadan. Harfler harf, kelimeler kelime olarak kalmalı. Kişisel olmamalı, yani onları sahiplenmemeliyim. Oluşturduğumuz cümle kendi anlamında kalmalı, farklı yerlere yollanmamalı. Duygular olmazsa olmazıdır yaşamın. Onları da yönledirmeden, başkalarının etkisinde kalmadan, kendi haline bırakmak gerekiyor. Özgür olmalılar… Ben baktım yuvarlak gördüm, sen baktın daire gördün, diğeri baktı isimlendirmedi… Anlaşılmadığı anlamına gelmez bu yorumlar o baktığımız şeyin. O şey ne ise odur. Ne hissediyorsa kendini, doğrudur kendince…

Çocuklara sorarız durmadan “ Annem çiş var mı? Acıktın mı? Susadın mı?”. Onların yerine düşünürüz, acıkırız, uykumuz gelir, susarız, canımız sıkılır, karar veririz. Oysa onlar o küçücük bedenleriyle karşımıza geçerler ve dikilirler. “ Hayır, istemiyorum” derler. Kocaman ruhlarıyla, kalpleriyle kendilerini ifade ederler. Özgünce. Kalıpsız. Yargısız. Ne hissediyorlarsa onu ifade ederler. Kelime hazineleri dardır ancak her istediklerini anlatırlar bize. Her insan görür, her insan duyar ancak nedense zamanla görmeyiz, duymayız. Bildiğimizi, kayıtlarımızı açarız hemen. Çocuk da bunlar yok. Yetinmeyiz karşı dururuz o küçük bedenlere. Benim istediğim saatte acık, susa, işe, uyu, sıkıl, eğlen… Bize bunlar yapılıyor ya, bizde başkalarına uygularız. En kolay hedef, en yakınızdaki hedeftir. Direnirler özgün ruhlar, tüm güçleriyle...

Çocuklar için her şey nettir, olması gerektiği gibidir. Adlarını bilmezler, soyadlarını bilmezler, nitelik ve niceliklerini bilmezler her şeyin. Oysa her şeyi de bilirler, olması gerektiği gibi… Her şey huzurludur, eğlencelidir, keyiflidir alabildiğine. Biz de bir zamanlar çocuktuk. Öyleydik, onlar gibiydik. Tekrar öyle olabiliriz. Kelimeleri sadece kendi anlamlarında kullanabiliriz. Yakıştırmayız, yapıştırmayız, kişisel almayız, sahiplenmeyiz. Net ifade edebiliriz kendimizi. Kendimize ve etrafa… Anlayışlı ve sevecen olabiliriz. Var olan duygularımızı açabiliriz. İçimizde sıkışıp kalmış sevgiyi çıkartabiliriz. Duyumsayabiliriz…

Kendi anlamımızı anlarsak eğer, kendimizce; kullandığımız kelimeler de anlam kazanır...

Sevgiyle kalın,
Sy

9 Eylül 2012 Pazar

Gerçek şu ki...


Geçen gün bir dostumla eve dönerken bana şöyle dedi:” Arabayı sen kullandığın için çok keyifliyim, bulutları, ağaçları, etrafımı her şeyi izleyebiliyorum. Teşekkür ederim.”

Arabayı başka biri kullandığında ben eskiden ne yapardım? Zihnimde kaybolurdum. Evet kaybolurdum. Kafamdan neler geçmezdi ki! Bilgisayarda yaptığımız gibi “Bağlantıyı yeni sekmede aç” misali gelen her düşünceyi açardım zihnimde. Onu tam açmışken bir diğeri gelirdi... Ardından bir başkası akardı... Durmaksızın akardı düşünceler zihnimde. Ne gittiğim yolu fark ederdim, ne nerede olduğumu. Çok kez şoförün sesi ile kendime geldiğimi hatırlarım. “ Adrese geldik abla.” Salak sepelek ücreti öder, inerdim arabadan. Kafam kazan gibi… Neredeyim? Niye gelmiştim buraya? Hah tamam hatırladım…

Düşünceler içinde kaybolduğumda, sekmeden sekmeye koşturduğumda genelde bir gün öncesinin, bir hafta öncesinin veya bir hafta sonrasının, ya da bir ertesi günün içinde oluyordum o zamanlar. O ne demişti, bu ne istemişti, onu yapmış mıydım, bunu yapacak mıydım, neyi yapmam gerekiyordu, aslında şöyle de cevap verebilirdim… O anda nereye gidiyordum, neredeydim, yanımda kim vardı, gökyüzünde bulut veya güneşin varlığı, ağaçların hışırtısı, kuşların cıvıltısı, yol tamiratı, karşıdan karşıya geçenler, sıkışık trafik… Yaptığımı düzeltme, yapacağımı kurgulama çabası içinde sıkışarak yolculuğum devam ederdi. Nasıl da enerjimi israf edermişim! Sanki geri koymayı, doldurmayı biliyormuşum gibi, fütursuzca harcarmışım… Faturayı kimin ödeyeceğini düşünmeksizin…

Her nereye yol alıyorsam, o süre içinde senaryomu baştan yazmakla meşgulmüşüm. Yanlış replik, doğru cevap, yerinde hareket, öyle olmasa daha iyi olurmuş, bir daha böyle yap, diyelim ki yarın seni aradı fırsatı kaçırma yapıştır lafı, alamadın mı öcünü o zaman bir fırsat kolla, sakın unutma yaz bir kenara… Hangi mevsimdeyiz, ağaçların yaprakları sararmış mı? Bulutlar nasıl da akıyor… Güneşin çabasına bak, bulutlardan sıyrılmaya çalışıyor… Geçen haftaki yol çalışması bitmiş, çukurlar kapanmış… Aaa yeni çiçekler ekmişler, yol şenlenmiş… Kim görecek, kim fark edecek bunları? Aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor…

Yol da ne kadar uzadı. Ne yaptı bu adam nereden gidiyor? Tamam, doğru yoldan gidiyor trafik yoğun sadece sen devam et labirentlerde koşturmaya. Doktorun söylediklerini abartarak anlat çalan telefonuna. Arayanın gününü karart, seninki yeterince kara çünkü… Tüm dünya omuzlarında şu an, kıpırdama düşürürsün. Senin belin ağrıyor o yüklerden, bırak arayanınki de ağrımaya başlasın. Bulaştır ona sendeki umutsuzluk, karamsarlık ağlarını. Hatta şoförün bile dikkatini çek. Çek ki başlasın anlatmaya; “Geçen gün aldığım bir müşteri de sizden iyi olmasın abla, aynı dertlerden…” Akşama ne yemek yapacağın, markete uğramak zorunda oluşun bile dert olsun sana…

Ara sıra nadiren de olsa gittiğim yol uzardı ancak dönüş yolum oldukça kısa sürerdi. Böyle anlarda ne yapardım da yol kısalırdı? Radyoda çalan parçayı dinlerdim, parçaya eşlik ederdim, sesini açar iyice girerdim müziğin içine… Etrafa bakardım. Varsa yağmuru izler, sileceklerin çıkardığı ritmik sese verirdim kulağımı… Duraklara yakın geçerken arabanın yavaşlamasını ve bekleyen varsa su sıçratmamasını dilerdim şoförün… Olurdu… Kimse ıslanmazdı… Araba açıktan alır veya yavaşlardı… Hafifçe arkaya kaykılır, cama yanağımı yaklaştırıp, gökyüzüne bakardım… Dalardım bulutlara hiçbir şey düşünmeksizin... Bir süre boş bakardım… Aklıma gelen, üşüşen düşünceleri izlerdim… Takılmadan… Birbiri ardına resmigeçit yaparlardı zihnimde… Geçmiş, gelecek takılmazdım… Tanık olurdum… Bilinçsizce… An’ın tadına varırdım…

Gerçek şu ki arabayı kimin kullandığı önemli değil. Önemli olan kullanan da olsam, yolcu da olsam ne yaptığımın, nerede olduğumun farkında olmak... Olanın farkına varabilmek… Mevsimler değişiyor… Hayat akıyor… Gece oluyor… Gündüz oluyor… Hayatım karışıyor… Sonra düzeliyor… Alt üst oluyorum… Tekrar yoluna koyuyorum… Akıyorum hayatla… Akışı yakalıyorum… Akışın farkına varıyorum… Olmam gereken, yapmam gereken, olmak zorunda olan, yapmak zorunda olduğum yok… Hata, suç, yanlış, kötü kimine göre var; kimine göre yok… Herkesin bir penceresi var baktığı. Kiminin camı puslu, kiminin camı parlak… Kime göre? Neye göre? Bana göre… Sana göre… Aslında bize göre olması gereken… Düzeltmemiz gereken… Suçlu kim? 

Sevdiklerimiz var, hoşlandıklarımız var. Nefret ettiklerimiz, öfke duyduklarımız ve asla affedemeyeceğimizi hissettiklerimiz var. Gündelik yaşam akarken zorluklarımız var, sıkıntılarımız var. Bir yandan yaşamakta olduklarımız var, diğer yandan koşullandırıldığımız yüklerimiz var. Yükler karmaşası altında ezilerek, sürünerek yol açmaya çalışan bir insanız. Bunu değiştirebiliriz. Yeter ki farkına varalım. Gerçekten sevdiğimiz nedir? İstediğimiz nedir? Hayatımızdan çıkarmamız gerekenler nelerdir? Ardımızda çoktan bırakmamız gerekenleri fark edebildik mi? Kendimizle yüzleşebildik mi? Dürüst olabildik mi kendimize? Belki de seviyorum ya da sevmiyorum diye etiketlediklerimiz bizi biz yapan değerlerdir. Göz atabildik mi bu değerlere? Baktık mı penceremizden içeri? Hiç duymayı denedik mi içimizdeki sesi? Dış sesleri susturmayı istedik mi hiç?

Bırakalım aksın hayat. Yularına asılıp zorla döndürmeye çalışmayalım. Bir parça esneklik olsun. Hem o yol olabilir, hem de bu yol… Seçecek özgür irademizin olduğunun farkına varalım… Hırslanmayalım hayata ve kendimize…Koşulsuz sevelim kendimizi… Verildiği, dikte edildiği, öğretildiği gibi değil; kendimizce sevelim… Sevmeyi öğrenelim yeni baştan…

Sevgiyle kalın,

Sy

4 Eylül 2012 Salı

Hazır mısın?


Hayatımızın her aşamasında bu soru karşımıza çıkar. Okula gitmeye hazır mısın? Evliliğe hazır mısın? Anne olmaya hazır mısın? Baba olmaya hazır mısın? Üniversiteli olmaya hazır mısın? İş hayatına hazır mısın? Kendi işini kurmaya hazır mısın? Bu soruları çoğaltmak mümkün. Her iki cins içinde alabildiğine bir hazır olma durumu var anlayacağınız. Bir de bu durumun, hazır olup olmadığımızın kontrolü var. Hazır mısın? İyi de hazır olmak gerekli mi? Hayatta her şeye hazırlıklı olmak mümkün mü? Kime neye göre hazır olmalıyız?

Hep bir hayata adapte olma peşindeyiz veya adapte edilme durumundayız. İçinde bulunduğumuz her dönemi sağlıklı atlatabilmek çabasındayız veya öyle yapmamız gerektiğini dikte ediyorlar. Her dönemimizi başarıyla tamamlamamız bekleniyor bizden. Verimli olmamız isteniyor. Genel olarak nedense sözde var olan ancak uygulamaya gelince tamamen fos çıkan bazı beylik laflar eşliğinde hayatta yol almamız isteniyor. “ İş birliği içinde olun, takım çalışması yapın, empati kurun, inisiyatif kullanın, sorumluluk alın, uyumlu olun, analitik düşünce yapısı içinde olun, çözüm odaklı olun gibi şık cümleler kuruyor herkes. Veli, eğitmen, işveren, eş, dost… Uygulamaya geçince ne oluyor? Bu dikte edilenleri bazılarımız canla başla uygulamaya koyarken neler oluyor? Karşılık bekleyip de alamayınca neler oluyor? Çözülüyor muyuz? Dağılıyor muyuz? Çoğunluğa uyum sağlayıp sistemden farklı gözükmeme gayreti iliklerimize kadar işliyor mu? Nasıl çıkıyoruz işin içinden? Hazır mıyız?

Oğlum bu pazartesi iş hayatına atıldı. Çok yoğun duygular yaşadım kendisini yolcu ederken. Doğduğu an ile şimdiki an arasında yayınlanan filmi soluksuz izledim zihnimde. Allah herkese nasip etsin, güzel anlardı. “En önemli başlangıç, bir yerden başlamaktır. Neyle başladığın önemli değildir. Bana göre asıl önemli olan neye dönüşmeye çalışacağındır. Her ne yapıyorsan o yaptığına ait olmaya çalış. Böylece istediğin şey her ne ise onu olabilirsin. Geleceğini, geçmişi anlatıp örnek verenlerle değil, kendi düşüncelerinle şekillendir. Her ne yapıyorsan severek yap. Annen olmamı seçtiğin için teşekkür ederim” dedim kendisine. 

Bundan sonra da her nerede olursa olsun, onunla olacağım, takdir edeceğim, destekleyeceğim kendisini. Bugüne kadar yapmış olduğum gibi. Düştüğünde kalkıp kalkmadığına göz atacağım. Biliyorum ki hayatını şekillendirecek ve kendisi için en iyi olan şekliyle, olması gerektiği gibi hayatını kuracak. Güveniyorum oğluma, güveniyorum gençliğe. Yoldan çekilme zamanını bilmek gerek. Ara sıra göz atmayı bilmek gerek. Göz atmakla yetinmeyi bilmek gerek. Hazır olup olmadıklarına bakmaları için onlara izin vermek gerek…

Sevgiyle kalın,

Sy