2 Kasım 2013 Cumartesi

2013 Güney &Güneydoğu Fransa Provence ve Katalan Bölgesi Turu Bölüm 2

Andorra Fransa ve İspanya arasına sıkışmış küçücük bir ülke. Birbirine çok yakın bir kaç şehri ve kışın karın eksik olmadığı bir ülke aynı zamanda. Merkeze kadar kayak pistlerinin bolca bulunduğu küçük kasabalardan geçiyorsunuz. Merkezi dört bir yanından sarmış olan bu kasabalar kayak turizminde burayı önemli bir sıralamaya yerleştiriyor. Andorra tarih boyunca varlığını sürdürmüş, küçük bir ülke.  Ülke 1200'lerden itibaren Fransa-İspanya ortaklığı ile yönetilmiş, Andorra’nın bugünlere kadar bağımsız kalmasında bu güç dengesi başrolü oynamış. Devlet başkanlığı bugünde-sadece sembolik olarak devam etse de- İspanya’nın Urgell şehri Katolik Piskoposu ile Fransa Cumhurbaşkanı arasında paylaşılıyor. Hükümet başkanını ise Andoralı’lar seçimlerde belirliyor. İspanyol iç savaşı ve ikinci dünya savaşı sırasında Fransa-İspanya arasında kaçakçılık yaparak küçük ama güçlü bir ticaret sınıfı yaratan Andorra, bugün bölgenin en büyük duty-free alışveriş merkezi. Ana gelir kaynağı olarak turizm ve alışveriş üzerine yoğunlaşan Andorra, son yıllarda off-shore bankacılık yönüne de gitmeye başlamış.

Bu ülkede 4 dil konuşulmakta; Katalanca, İspanyolca, Portekizce ve Fransızca.Bu dört dilin tamamını bilen ve konuşanların yanı sıra, tek dil konuşan ve diğer dilleri konuşmayıp ancak anlayan ve kendi dilinde cevap veren bir halkla karşı karşıya kalıyorsunuz. Dolayısıyla kulaklarınızda bir müzikal tını duyuyorsunuz dört bir yandan, farklı diller, farklı ezgiler. Ülke topraklarının büyüklüğü ise 485 km. kare. Bu toprakların büyük kısmı dağlık olması nedeniyle; tarım, hayvancılık ve sanayi yapılamamaktadır. Birçok şey ithal edilmektedir. Ülkenin en büyük şehri: Andorra La Vella. Bu şehir 1023 metrelik rakımı ile Avrupa’nın en yüksek başkenti olarak öne çıkmaktadır. Başkentin nüfusu 20 bin kişi iken, ülkenin toplam nüfusu yalnızca 60 bin kişidir.
Dev bir açık hava alışveriş merkezinde dolaştığınızı düşünün. İşte Andorra böyle bir yer. Sağım, solum, önüm, arkam her yer dükkân, her şeyi bulabileceğiniz dev bir market gibi burası. Benim gibi alışverişle pek aranız yoksa Andorra'da dolaşacak pek bir yer yok. Eski şehrin kurulduğu bölgeye gittiğimde, dar birkaç sokak,1200'lerde kurulmuş bir kilise ve parlamento binası dışında pek fazla bir yer bulamıyorum.  Bütün şehir turu yaklaşık yarım saat, kırk dakikada bitince akşam yemeği için bir restoran seçiyoruz ve harika yemekler yiyoruz. Yarı Fransız, yarı İspanyol gibi hissediyorum kendimi. Katalancayı öğrenmek istiyorum aniden. Rüyamda sular seller gibi konuştuğumu görüyorum. Ben bu dili daha önce konuştum, hissediyorum. Daha önceki yaşantılarımdan birinde… Ertesi sabah dönüş yoluna geçeceğiz. Akşam haritaya bakıyoruz, GPS’e adresleri giriyoruz ve istikamet Girona deyip yatıyoruz.

Girona Barselona’ya 100 km. uzaklıkta ve Katalonya’nın, Barselona’dan sonraki ikinci büyük şehri.  Onyar nehri, şehri; eski ve yeni şehir olarak ikiye bölüyor. Riu Oynar nehri üzerine yapılmış geniş bir köprüye geliyoruz. Bu köprü üzerinden kasabanın görüntüsü çok sevimli duruyor. Pastel renkli binaların su üzerinde yükseldiği şehrin, sudaki yansıması çok güzel görünüyor. Bu bölge büyük surlarla çevrili. Dar sokaklarda yürüyor, taş evler arasından geçiyorsunuz. Ayrıca pek çok sayıda kilise var. Şehrin en büyük kilisesi: Girona Katedrali. Tam bir mimari harikası. Kalenin surları üzerine çıkınca, muhteşem bir manzarayla karşılaşıyorsunuz.
Girona, İspanya'nın 17 bölgesinden biri olan Katalonya'nın şehirlerinden birisi. Zengin ve oldukça dramatik bir tarihe sahip. İlk yerleşenler İberler. Daha sonra Romalılar, en son da Kutsal Roma İmparatorluğu kenti kontrolü altına almış. 1492 de Katolik Papaların baskısı ile Yahudiler ülkeyi terk etmeye zorlanmış, terk etmeyenler katledilmiş, kalanlar ise - sözde din değiştirip- buradaki gibi Gettolar oluşturup içine kapalı bir yaşamı seçmişler.
Llibertat Caddesi (Rambla de la Llibertat) işlek mağazaları ve kafeleri ile dikkatimizi çekiyor. Trafiğe kapalı olan ağaçlarla kaplı caddede ilerliyoruz. Yol gittikçe daralıyor ve ara sokaklara giriyoruz. Gezmeyi hedeflediğimiz Katedral ‘in kulelerini takip ederek Girona Katedral’ ine ulaşıyoruz. Oldukça etkileyici olan bu yapının içini gezdikten sonra, Katedral’ in diğer yöndeki kapısından çıktığımızda onlarca basamaklı bir merdivenin aşağıya doğru uzandığını görüyoruz. Esglesia de Sant Feliu kilisesi ile hoş bir sekizgen kubbe ile aydınlatılan Arap Hamamlarını gördükten sonra içinde bir havuz da bulunan Katedral ‘in geniş bahçesini geziyor ve daha sonra eski kenti çeviren ve arkeolojik yürüyüş yolu haline getirilen büyük bölümü sağlam kalmış surlara çıkıyoruz. Surların üzerinde gerçekten çok güzel bir Girona manzarası ile karşılaşıyoruz. Surlardan indikten sonra tekrar ara sokaklara dalıyoruz. Sokaklar öylesine dar ki.
Karnımız acıkınca İspanya’nın olmazsa olmazlarından Paella yemeğe karar veriyoruz. Paellanın temel malzemesi pirinç ve safran. İçine çeşitli etler veya deniz ürünleri konularak hazırlanan birçok çeşidi var. Yemeğin ardından Figueres’e gitmek üzere kalkıyoruz. Sırada bütün ihtişamıyla Salvador Dali var.
Tren istasyonundan bilet alıyoruz ve yaklaşık 30 dakika sonra Figueres’e varıyoruz. İstasyondan 10 dakikalık bir yürüme mesafesindeki müzeye hayran olmamak elde değil. Giriş için iki bilet veriyorlar. Bu ikinci biletle başka bir binada yer alan Dali Mücevherleri Müzesine girebiliyorsunuz. Müzede, Dali'nin tasarladığı; boyama, çizim, yontma, kuyum, hologram, stereoskopi, fotoğrafçılık ve benzeri tekniklerle yapılmış dört binden fazla eseri bulunuyor. Dali'nin mezarı sonsuza kadar kalmak istediği müzede cam kubbenin tam altındaki mahzende yer alıyor. Eserleri anlatmak için kelime bulamadım şu an. Öyle bir dünyaya dalıyorsunuz ki, sanata ve sanatçılara olan sevginiz tutkuya dönüşüyor sanki. Barcelona’ya yolunuz düşerse- Girona’dan daha yol üstü olduğu için- mutlaka gidip müzeyi gezin. Oradan da trenle ulaşmanız mümkün. Müze gezmeyi sevmem demeyin, burası bir müze değil. Başka bir şey… Trenle geri dönerken ertesi gün Aix en Provence’e gitmeye karar verdik. Akşam yemeğinde haritalarımızı açtık ve rotamızı GPS’e girdik. Rüyamda Dali ve ben sohbet ediyorduk…
Bu arada İspanyol’lar ile Katalan’ların süregelen çatışmaları Girona’da neredeyse her eve asılmış olan Katalan bayraklarıyla ayyuka çıktığı için bu konuda bilgilerimi tazelemek istedim. Aslında Barselona’ya gidenler de hatırlayacaktır; duraklarda, tabelalarda önce Katalanca sonra İspanyolca anonslar, yazılar geçer. Bayrakları sarı kırmızı çizgili ve en önemlisi  Katalan’lara yanılıp da İspanyol derseniz ağzınızın payını alıyorsunuz. Girona’da hediyelik eşya dükkânında bir tartışmaya şahit olduğum için, gezi boyunca dikkatli davrandım. Katalan milliyetçiliği, Katalonya için daha fazla politik özerklik veya tam bağımsızlığını isteyen siyasi bir hareket. Katalan milliyetçiliği Birinci Cumhuriyet'te başarısız olmuş İspanya içerisinde federal bir devlet kurma girişiminden bağımsız olarak düşünülür. Valentí Almirall ve diğer entelektüeller bu süreç içerisinde 19. yy ‘da yeni bir politik ideoloji benimsemişler. Bu Katalan dilinin tanınmasına yardımcı olmak kadar özyönetimini de sağlamayı içeriyordu. Bu talepler 1892'de belirtilen Bases de Manresa'da özetlenmiş. Başlangıçta çok az destek görmüş. Fakat bu Katalan milliyetçiliğinin ilk evreleri Amerika'nın son İspanyol kolonilerini işgal etmesi ve topraklarına katması ile sonuçlanan Amerikan-İspanyol savaşından sonra destek kazanmış. Bunun sebebi çoğunlukla İspanya'nın savaş sonrasında uluslararası pozisyonunun zayıflaması ve Katalan ihracatının en önemli iki varış noktası olan Küba ve Porto Rico'yu kaybetmesi ile de ilintili.

Aix en Provence, Marsilya’dan uçağa bineceğimiz için dönüş yolunda tercih ettiğimiz bir kent. İnternette yaptığım araştırmalar çok hoşumuza gittiği için konaklama yapmaya karar vermiştik. Sonuçta o kadar çok hoşumuza gitti ki 3 gece kaldık. Kaldığımız otel Les Lodges Saint Victoire, bir spa oteliydi. Adresi: 2250, route Cézanne- 13100 Le Tholonet. Saint Victoire Dağına 10 km, Aix en Provence şehrine ise 5 km uzaklıktaki bu otel, üzüm bağları ve zeytin ağaçlarının bulunduğu 5 hektarlık bir parkın içinde yer almaktadır. Otelin sahibi aynı zamanda arazinin de sahibiymiş. Spa imkanı ve 2 yüzme havuzu sunan bu tesis, geçmişi 18. yüzyıla uzanan bir binada bulunmaktadır. Ayrıca otelin içinde bir de gurme restoranı mevcut. Bir gece orayı deneyip daha sonra her gece şehre indik yemek için. Bir kez daha anladım ki ben basit yemeklerin insanıyım.
Akdeniz ikliminin egemen olduğu bu şehir Galya bölgesinde, Romalılar tarafından ilk kurulan şehirmiş. Romalılar, buradaki yerleşim yerini, MÖ.126 yılında “Sextiae” ismiyle kurmuşlar. İklimin elverişli olması nedeniyle, burada zeytin üretimi başlatılmış ve gelişen dönemle birlikte bölge, Fransa’nın zeytin üretim merkezi haline gelmiş. Aix-en-Provence şehrinin kuzeyinde kalan kısımlarda özellikle Puyricard'da burjuva kesiminin yaşadığı söylenirken, bu şehirdeki evlerin Fransa'da en pahalılar arasında olduğu söyleniyor. Aix-en-Provence'ın 10 km kuzeyinde Cezanne ve Picasso'nun tablolarını yaptığı lavanta tarlalarıyla kaplı St. Victoire Dağı bulunmaktadır. Picasso'nun yaşadığı şato ise ziyaretçi kabul etmemektedir. Yeraltı suları, sabunları, Cezanne'ı, lokumu, sucuğu ve dünya tatlısı keçileriyle oldukça ünlü bir şehir doğrusu. Şehir 200'ün üzerinde çeşme ve dört üniversiteyi de barındırmaktadır. Yazarlara ve ressamlara esin kaynağı olmuş bu bölgede etrafı gezdikçe, bu kadar sanatçının neden burayı resmetmek istediğini daha iyi anlıyorsunuz. Hatırlarsanız Russel Crowe’un bir filmi vardı A Good Year. İşte bu bölgede çekilmişti. O filmde doğanın güzelliğine az da olsa şahit oluyordunuz. Ama yakından daha da muhteşemmiş.
Dar sokakları, birbirinden güzel eski binaları, renkli çiçekler ile donatılmış balkonları, irili ufaklı meydanları, her biri sanat eseri çeşmeleri ile şık bir kent burası. Fransa’nın güneyinde, Marsilya’ya sadece 25 km uzaklıkta, mevsiminde gelirseniz eğer Temmuz- Ağustos aylarında; lavanta kokulu bir kent burası. Kenti gezmeye en büyük meydanın bulunduğu Rotonde bölgesinden başladık ve en geniş bulvarı olan Cours Mirabeau’da salındık. Kent, sahip olduğu termal su kaynaklarıyla kısa sürede gelişmiş ve bu kaynaklar sayesinde paha biçilmez birer sanat eseri olan 200’den fazla çeşme ortaya çıkmış. Bu çeşmelerden en ihtişamlısı ise La Rotonde meydanında yer alıyor.
Cours Mirabeau,  iki yanı çınar ağaçları ile süslü geniş bir bulvar. 17. yy ‘da at arabalarının rahatlıkla geçebilmesi için yapılmış. Bulvarı çevreleyen görkemli malikâneler ve şık binalar geçmişteki ihtişamını koruyarak dimdik duruyorlar. O devirlerde Aix en Provence sakinleri bu binaların hemen girişinde bulunan kafelerde oturup sohbet ederlermiş.  17. yy’dan bu yana gelenek hiç değişmemiş.  Bulvar boyunca sayısız kafe ve restoran bulunmakta.
Bulvarın başından her saat başı kalkan küçük gezi trenleri ile şehri yorulmadan keşfe çıkabiliyorsunuz. Cours Mirabeau’nun arka sokaklarında bulunan şık butikler ise oldukça davetkarlar. Belediye meydanı en güzel yerlerinden diyebilirim. Astrolojik saati ve mevsime göre değişen döner figürleriyle gotik çan kulesi ile belediye sarayı ve karşısındaki tarihi postane 18. yüzyıldan kalma ve oldukça bakımlı.
Cezanne’ın kenti burası. Paul Cezanne 1839 yılında burada doğmuş. Cezanne için 20 yy sanatının temelini 19 yy’da atmış deniyor. Doğrusu tablolarına hayran kalmamak  mümkün değil. Aix-en-Provence deki renk ve ışıklar, Cézanne’ın yanı sıra Van Gogh’a ve daha pek çok ressam ve yazara da ilham kaynağı olmuş. Cezanne 1897 yılında bölgede yaptığı doğa gezilerinden öylesine etkilenmiş ki Saint Victoire dağında bir atölye kiralayıp, burada çalışmaya başlamış. Bu dönemde yaptığı resimlerin Kübist akımın ilk tohumları olduğu söyleniyor. Bu atölye şu an müze olarak hizmet veriyor. Kentteki Granet Müzesi’nde de Cézanne’ın bazı tablolarına rastlayabilirsiniz. Önemli müzeleri arasında Granet Müzesi, Arbaud Müzesi, Tapestyr Müzesi, Cézanne’ın atölyesi ve Doğa Tarihi Müzesi yer almaktadır.
Şehirde kaldığımız günler boyunca sıcaklık 22 dereceler civarındaydı. Dağın yamacında yer almasına rağmen karla tanışmıyor bu kentin sakinleri. Yılda sadece 3 ay yağmur, gerisi hep güneşli günler; harika doğrusu. İklimin bu elverişli hali leziz zeytinlerin sırrını açıklıyor aslında. Oteldekilerin yönlendirmesi ile kentte kurulan pazarları ve Provence Bölgesinde yer alan bazı yerleri gezme imkanı bulduk. Zeytinler, şekerlemeler, ekmekler, meyveler oldukça renkliydi doğrusu. Ayrıca Silvacane Manastırı La Roque d’Antheron, Gorges de Regalon, Chateau de Floran civarda yer alan diğer görülecek yerler. Altınızda araba varsa buralara ulaşmanız daha kolay olur. Luberon bölgesi ise tamamen lavanta tarlaları ile kaplı olurmuş temmuz ve ağustos ayları arasında görülmesi gerekirmiş. Oraya gitmek yerine Cézanne’ın tablosuna baktık bizde.
Son günü şarap bağlarını gezmeye ayırmak istedik. Oteldekilere danışınca bizi Chateau La Coste’a yönlendirdiler. Orayı gezmek bütün gününüzü alır zaten diye de eklediler. Açıkçası oraya gidene kadar ne göreceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Aix en Provence’den çıktık ve Chateau La Coste’a varana kadar geçtiğimiz yolların, doğanın güzelliğine bakmaktan sarhoş oldum. Bu kadar güzelliği bir arada uzun zamandır görmemiştim doğrusu. Motoru o kadar yavaş kullandık ki, manzarayı içimize iyice sindirdik.
2004 yılında şarap, sanat ve mimari üçlemesi olarak doğmuş burası. İrlandalı bir mimar, buraya gezmeye gelip çok beğendiği bu torakları satın almış. Amacı çok özel bir yer yaratmakmış. Bana kalırsa hedefine fazlasıyla ulaşmış. Dünyanın çeşitli ülkelerinden sanatçı ve mimarları buraya bir göz atmaları için davet etmiş. Daha sonrada bu sanatçıları tamamen özgür bırakmış ve her ne eser yaratmak istiyorlarsa onlara arazide özel yerler tahsis etmiş. Günümüzde hala tamamlanmamış projelerin yanı sıra eklenecek yığınlarca projeleri daha varmış.
Özel yollardan geçip bir haritayı izleyerek yaklaşık 3- 3,5 saatlik bir sürede bu parkuru tamamlıyor ve doğaya serpiştirilmiş olan bu eserleri izleme olanağı buluyorsunuz. Bu parkuru yaparken dört bir yanınız beyaz, kırmızı ve pembe şarap için özel ekilmiş bağlarla dolu. Elinizdeki haritada hangi bağdan ne renk şarap üretildiğini de not düşmüşler. Turu tamamladıktan sonra sizi şarap imalathanesine götürüp ayrıca bir tur daha yaptırıyorlar. Sonunda sıra tadım kısmına geliyor. Bu sefer bu bölümü pas geçiyorum çünkü motor ve şarap ikilisi bana uygun değil. Her ne kadar şarap tadımı yapmamış olsak da, arazinin güzelliğinden dolayı sarhoş hissederek otelimize geri dönüyoruz.


Ertesi sabah erkenden La Seyne de la Mer’e geçip gemiye motorlarımızı yüklüyoruz. Oradan da trenle Marsilya’ya geçiyor ve alanda bekleyiş sona erince de uçağımıza binip evimize geri dönüyoruz.

Gezerek ve sevgiyle kalın,

Sy

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder