Andorra Fransa ve İspanya arasına sıkışmış küçücük bir ülke. Birbirine çok yakın bir kaç şehri ve kışın karın eksik olmadığı bir ülke aynı zamanda. Merkeze kadar kayak pistlerinin bolca bulunduğu küçük kasabalardan geçiyorsunuz. Merkezi dört bir yanından sarmış olan bu kasabalar kayak turizminde burayı önemli bir sıralamaya yerleştiriyor. Andorra tarih boyunca varlığını sürdürmüş, küçük bir ülke. Ülke 1200'lerden itibaren Fransa-İspanya ortaklığı ile yönetilmiş, Andorra’nın bugünlere kadar bağımsız kalmasında bu güç dengesi başrolü oynamış. Devlet başkanlığı bugünde-sadece sembolik olarak devam etse de- İspanya’nın Urgell şehri Katolik Piskoposu ile Fransa Cumhurbaşkanı arasında paylaşılıyor. Hükümet başkanını ise Andoralı’lar seçimlerde belirliyor. İspanyol iç savaşı ve ikinci dünya savaşı sırasında Fransa-İspanya arasında kaçakçılık yaparak küçük ama güçlü bir ticaret sınıfı yaratan Andorra, bugün bölgenin en büyük duty-free alışveriş merkezi. Ana gelir kaynağı olarak turizm ve alışveriş üzerine yoğunlaşan Andorra, son yıllarda off-shore bankacılık yönüne de gitmeye başlamış.
Bu ülkede 4 dil konuşulmakta; Katalanca, İspanyolca, Portekizce ve Fransızca.Bu dört dilin tamamını bilen ve konuşanların yanı sıra, tek dil konuşan ve diğer dilleri konuşmayıp ancak anlayan ve kendi dilinde cevap veren bir halkla karşı karşıya kalıyorsunuz. Dolayısıyla kulaklarınızda bir müzikal tını duyuyorsunuz dört bir yandan, farklı diller, farklı ezgiler. Ülke topraklarının büyüklüğü ise 485 km. kare. Bu toprakların büyük kısmı dağlık olması nedeniyle; tarım, hayvancılık ve sanayi yapılamamaktadır. Birçok şey ithal edilmektedir. Ülkenin en büyük şehri: Andorra La Vella. Bu şehir 1023 metrelik rakımı ile Avrupa’nın en yüksek başkenti olarak öne çıkmaktadır. Başkentin nüfusu 20 bin kişi iken, ülkenin toplam nüfusu yalnızca 60 bin kişidir.
Dev bir açık hava alışveriş merkezinde dolaştığınızı düşünün. İşte Andorra böyle bir yer. Sağım, solum, önüm, arkam her yer dükkân, her şeyi bulabileceğiniz dev bir market gibi burası. Benim gibi alışverişle pek aranız yoksa Andorra'da dolaşacak pek bir yer yok. Eski şehrin kurulduğu bölgeye gittiğimde, dar birkaç sokak,1200'lerde kurulmuş bir kilise ve parlamento binası dışında pek fazla bir yer bulamıyorum. Bütün şehir turu yaklaşık yarım saat, kırk dakikada bitince akşam yemeği için bir restoran seçiyoruz ve harika yemekler yiyoruz. Yarı Fransız, yarı İspanyol gibi hissediyorum kendimi. Katalancayı öğrenmek istiyorum aniden. Rüyamda sular seller gibi konuştuğumu görüyorum. Ben bu dili daha önce konuştum, hissediyorum. Daha önceki yaşantılarımdan birinde… Ertesi sabah dönüş yoluna geçeceğiz. Akşam haritaya bakıyoruz, GPS’e adresleri giriyoruz ve istikamet Girona deyip yatıyoruz.
Girona, İspanya'nın 17 bölgesinden biri olan Katalonya'nın şehirlerinden birisi. Zengin ve oldukça dramatik bir tarihe sahip. İlk yerleşenler İberler. Daha sonra Romalılar, en son da Kutsal Roma İmparatorluğu kenti kontrolü altına almış. 1492 de Katolik Papaların baskısı ile Yahudiler ülkeyi terk etmeye zorlanmış, terk etmeyenler katledilmiş, kalanlar ise - sözde din değiştirip- buradaki gibi Gettolar oluşturup içine kapalı bir yaşamı seçmişler.
Llibertat Caddesi (Rambla de la Llibertat) işlek mağazaları ve kafeleri ile dikkatimizi çekiyor. Trafiğe kapalı olan ağaçlarla kaplı caddede ilerliyoruz. Yol gittikçe daralıyor ve ara sokaklara giriyoruz. Gezmeyi hedeflediğimiz Katedral ‘in kulelerini takip ederek Girona Katedral’ ine ulaşıyoruz. Oldukça etkileyici olan bu yapının içini gezdikten sonra, Katedral’ in diğer yöndeki kapısından çıktığımızda onlarca basamaklı bir merdivenin aşağıya doğru uzandığını görüyoruz. Esglesia de Sant Feliu kilisesi ile hoş bir sekizgen kubbe ile aydınlatılan Arap Hamamlarını gördükten sonra içinde bir havuz da bulunan Katedral ‘in geniş bahçesini geziyor ve daha sonra eski kenti çeviren ve arkeolojik yürüyüş yolu haline getirilen büyük bölümü sağlam kalmış surlara çıkıyoruz. Surların üzerinde gerçekten çok güzel bir Girona manzarası ile karşılaşıyoruz. Surlardan indikten sonra tekrar ara sokaklara dalıyoruz. Sokaklar öylesine dar ki.
Karnımız acıkınca İspanya’nın olmazsa olmazlarından Paella yemeğe karar veriyoruz. Paellanın temel malzemesi pirinç ve safran. İçine çeşitli etler veya deniz ürünleri konularak hazırlanan birçok çeşidi var. Yemeğin ardından Figueres’e gitmek üzere kalkıyoruz. Sırada bütün ihtişamıyla Salvador Dali var.
Tren istasyonundan bilet alıyoruz ve yaklaşık 30 dakika sonra Figueres’e varıyoruz. İstasyondan 10 dakikalık bir yürüme mesafesindeki müzeye hayran olmamak elde değil. Giriş için iki bilet veriyorlar. Bu ikinci biletle başka bir binada yer alan Dali Mücevherleri Müzesine girebiliyorsunuz. Müzede, Dali'nin tasarladığı; boyama, çizim, yontma, kuyum, hologram, stereoskopi, fotoğrafçılık ve benzeri tekniklerle yapılmış dört binden fazla eseri bulunuyor. Dali'nin mezarı sonsuza kadar kalmak istediği müzede cam kubbenin tam altındaki mahzende yer alıyor. Eserleri anlatmak için kelime bulamadım şu an. Öyle bir dünyaya dalıyorsunuz ki, sanata ve sanatçılara olan sevginiz tutkuya dönüşüyor sanki. Barcelona’ya yolunuz düşerse- Girona’dan daha yol üstü olduğu için- mutlaka gidip müzeyi gezin. Oradan da trenle ulaşmanız mümkün. Müze gezmeyi sevmem demeyin, burası bir müze değil. Başka bir şey… Trenle geri dönerken ertesi gün Aix en Provence’e gitmeye karar verdik. Akşam yemeğinde haritalarımızı açtık ve rotamızı GPS’e girdik. Rüyamda Dali ve ben sohbet ediyorduk…
Cours Mirabeau, iki yanı çınar ağaçları ile süslü geniş bir bulvar. 17. yy ‘da at arabalarının rahatlıkla geçebilmesi için yapılmış. Bulvarı çevreleyen görkemli malikâneler ve şık binalar geçmişteki ihtişamını koruyarak dimdik duruyorlar. O devirlerde Aix en Provence sakinleri bu binaların hemen girişinde bulunan kafelerde oturup sohbet ederlermiş. 17. yy’dan bu yana gelenek hiç değişmemiş. Bulvar boyunca sayısız kafe ve restoran bulunmakta.
Bulvarın başından her saat başı kalkan küçük gezi trenleri ile şehri yorulmadan keşfe çıkabiliyorsunuz. Cours Mirabeau’nun arka sokaklarında bulunan şık butikler ise oldukça davetkarlar. Belediye meydanı en güzel yerlerinden diyebilirim. Astrolojik saati ve mevsime göre değişen döner figürleriyle gotik çan kulesi ile belediye sarayı ve karşısındaki tarihi postane 18. yüzyıldan kalma ve oldukça bakımlı.
Cezanne’ın kenti burası. Paul Cezanne 1839 yılında burada doğmuş. Cezanne için 20 yy sanatının temelini 19 yy’da atmış deniyor. Doğrusu tablolarına hayran kalmamak mümkün değil. Aix-en-Provence deki renk ve ışıklar, Cézanne’ın yanı sıra Van Gogh’a ve daha pek çok ressam ve yazara da ilham kaynağı olmuş. Cezanne 1897 yılında bölgede yaptığı doğa gezilerinden öylesine etkilenmiş ki Saint Victoire dağında bir atölye kiralayıp, burada çalışmaya başlamış. Bu dönemde yaptığı resimlerin Kübist akımın ilk tohumları olduğu söyleniyor. Bu atölye şu an müze olarak hizmet veriyor. Kentteki Granet Müzesi’nde de Cézanne’ın bazı tablolarına rastlayabilirsiniz. Önemli müzeleri arasında Granet Müzesi, Arbaud Müzesi, Tapestyr Müzesi, Cézanne’ın atölyesi ve Doğa Tarihi Müzesi yer almaktadır.
2004 yılında şarap, sanat ve mimari üçlemesi olarak doğmuş burası. İrlandalı bir mimar, buraya gezmeye gelip çok beğendiği bu torakları satın almış. Amacı çok özel bir yer yaratmakmış. Bana kalırsa hedefine fazlasıyla ulaşmış. Dünyanın çeşitli ülkelerinden sanatçı ve mimarları buraya bir göz atmaları için davet etmiş. Daha sonrada bu sanatçıları tamamen özgür bırakmış ve her ne eser yaratmak istiyorlarsa onlara arazide özel yerler tahsis etmiş. Günümüzde hala tamamlanmamış projelerin yanı sıra eklenecek yığınlarca projeleri daha varmış.
Özel yollardan geçip bir haritayı izleyerek yaklaşık 3- 3,5 saatlik bir sürede bu parkuru tamamlıyor ve doğaya serpiştirilmiş olan bu eserleri izleme olanağı buluyorsunuz. Bu parkuru yaparken dört bir yanınız beyaz, kırmızı ve pembe şarap için özel ekilmiş bağlarla dolu. Elinizdeki haritada hangi bağdan ne renk şarap üretildiğini de not düşmüşler. Turu tamamladıktan sonra sizi şarap imalathanesine götürüp ayrıca bir tur daha yaptırıyorlar. Sonunda sıra tadım kısmına geliyor. Bu sefer bu bölümü pas geçiyorum çünkü motor ve şarap ikilisi bana uygun değil. Her ne kadar şarap tadımı yapmamış olsak da, arazinin güzelliğinden dolayı sarhoş hissederek otelimize geri dönüyoruz.
Özel yollardan geçip bir haritayı izleyerek yaklaşık 3- 3,5 saatlik bir sürede bu parkuru tamamlıyor ve doğaya serpiştirilmiş olan bu eserleri izleme olanağı buluyorsunuz. Bu parkuru yaparken dört bir yanınız beyaz, kırmızı ve pembe şarap için özel ekilmiş bağlarla dolu. Elinizdeki haritada hangi bağdan ne renk şarap üretildiğini de not düşmüşler. Turu tamamladıktan sonra sizi şarap imalathanesine götürüp ayrıca bir tur daha yaptırıyorlar. Sonunda sıra tadım kısmına geliyor. Bu sefer bu bölümü pas geçiyorum çünkü motor ve şarap ikilisi bana uygun değil. Her ne kadar şarap tadımı yapmamış olsak da, arazinin güzelliğinden dolayı sarhoş hissederek otelimize geri dönüyoruz.
Ertesi sabah erkenden La Seyne de la Mer’e geçip gemiye motorlarımızı yüklüyoruz. Oradan da trenle Marsilya’ya geçiyor ve alanda bekleyiş sona erince de uçağımıza binip evimize geri dönüyoruz.
Gezerek ve sevgiyle kalın,
Sy
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder