5 Mayıs 2012 Cumartesi

Bazı şeyler, Her şey, Hiçbir şey, Her birimiz…


Her şeyde geçerli olanı arayıp duruyoruz. Denge peşindeyiz. Mantık ve kalp arasında bir hat var ki çalışan gece gündüz hiç durmuyor...

Her şeyi kontrol altına almaya çalışıyoruz. Hissetmeye çalışıyoruz, anlamaya çalışıyoruz, görmeye çalışıyoruz ve bir yandan da aralıksız düşünüyoruz. Nasıl yapmalı, ne etmeli, nereye kadar gitmeli, nerede durmalı; çalışıyoruz ruhen ve bedenen…

Her birimiz acıyı tatmışızdır. Hepimizin acıları bir numaradır. İnişlerimiz olmuştur paldır küldür. Çıkışlarımız olmuştur yavaş yavaş ya da koşar adım. Hatalarımızı fark edene kadar aynı hatalar içinde sıkışıp kalmışızdır. Tekrar tekrar yaşamışızdır aynı kısır döngüleri bir kafes içindeymişçesine.  İş sorunları, geçim sorunları, aşk meşk sorunları, sağlık sorunları derken ne kendimize vakit ayırmayı becerebilmişizdir ne de sevdiklerimize. Ne zaman acılar içinde birini görsek hemen kendi acılarımıza sarılmışızdır sıkı sıkıya. Karşımızdakinin acısını ezip geçmek ve kendi acımızı yüceltmek için elimizden geleni ardımıza koymamışızdır. Niyeyse…

Sonrasında aniden bastıran yağmur gibi bir tükenmişlik çöker üzerimize. Bitkin, bıkkın dolanıp dururuz sağda solda. Sonrasında ufaktan bir boşluk gelir, yerleşir hayatımıza. Daha fazla sevmeye, daha fazla çalışmaya, daha fazla düşünceli olmaya, daha fazla yararlı olmaya çabalarız. Ama nafiledir boşluk oradadır…

Ok yaydan çıkmıştır bir kere. Çalıntı ve taklit bir yaşam sürmekte olduğumuzu fark ederiz aniden. Eğer duygularımızı ve kendimizi okumayı başarabilirsek tabii ki…

Kızgınlık bulutları kaplar gökyüzünü. Öfke şimşekleri çakar gözlerimizde. “Bunun sorumlusu kim?” diye avazımız çıktığı kadar haykırırız aynada bize bakmakta olan yabancı yüze. Sağdan soldan kulağımıza çalınan cevapları duymayız, dinlemeyiz. Her şeyden ve herkesten nefret ederiz artık. İşimize geldiği gibi konuşuruz sadece. Ne dediğimizi duymadan öylesine otomatiğe bağlarız çenemizi. İlkinden daha büyük, daha kocaman bir boşluğun içine yuvarlanırız. Kafamızı gözümüzü çarpa çarpa ineriz en dibe.  Ve bırakırız kendimizi her ne oluyorsa ona…

Yavaş yavaş açarız gözlerimizi. Nefes alıp veririz. “Neden buradayım?” deriz inlercesine."Bunun olması için işte” diye cevaplarız aynı tonda kendimizi. “Nefes almak, hayatı tanımak, yaşamı test etmek” için diye ekleriz soluğumuz kesilircesine. “Kalk ayağa, kalk; nasıl düştüysen öyle kalk” deriz ve bir şekilde çıkarız o boşluktan. Kim olduğumuzun, ne yaptığımızın, nerede olduğumuzun, neler yapabileceğimizin ağır ağır farkına vararak…

Sonuçta ne mi olur? Herhangi biri olmak yerine kendimiz olmayı seçeriz. Başarı kazanmak ve gelir elde etmek yerine sağlıklı, mutlu olmayı seçeriz. Suçluluk ve sorumluluk duymak yerine gerektiği kadar OLmayı seçeriz. Sığ sularda debelenmek yerine derin sularda yüzmeyi seçeriz. Her zaman mutlu olmak için direnmek yerine ara sıra da olsa elimizde o an olanla yetinip o an’ da ki mutluluğu yaşamayı seçeriz. Gerçeklerle hayallerimizin; duygularımızla düşüncelerimizin aynı frekansta olmalarını seçeriz. Başkalarının sorumluluğunu almak yerine kendi eylemlerimizin ve düşüncelerimizin yarattıklarının sorumluluğunu almayı seçeriz. Düşünürüz, yaratırız ve seçeriz. Ya da orada kalmayı seçeriz. Seçer miyiz? Kim bilir....

“Sevgililer birbirlerinden çok aralarındakini kucaklar” der Halil Cibran. Ben de önce kendimi kucaklarım, sonra içimi, özümü, ruhumu kucaklarım sonra severim. Alabildiğine severim kendimi, ruhumu ve aramızdakini…

Sevgiyle kalın,

Sy

1 yorum :

  1. Harika ...Yaşadıklarımızın bize en büyük hediyesi gücümüzü fark edebilmemiz olsa gerek:)Sevgiler.
    Sulhan

    YanıtlaSil