30 Ocak 2012 Pazartesi

Özgür nesiller yetiştirmeliyiz.


Çocuklarımızı büyütürken onları korumak, kollamak, karınlarını doyurmak, sıcak bir yuva vermek, sevgi vermek görevlerimiz arasında yer alır. Bana kalırsa en önemli görevimiz özgürce düşünen ve hareket eden, ayakta durabilen çocuklar yetiştirmek olmalıdır. Böyle çocuklar etraflarındaki insanlara ışık ve umut saçarlar; onları zorlamak ve yanlışa sürüklemek kolay değildir. O zaman çocuğu doğur, besle ve büyüt modeli yetersiz kalmaktadır. Ruhunu ve aklını da beslemeli ve büyütmeliyiz.

Değişime ve yeniliğe açık, ne istediğini bilen, yeri geldiğinde eğilen ama ödün vermeden kırılmadan eğilmesini bilen, merhametli, sevgi dolu ve üretken bir nesil yetiştirebilirsek şu an içinde yaşadığımız dünyanın sorunlarının çözülmesine katkı sağlayabiliriz. Eğer bu dünyaya niye geldim ki diye kendinizi bıkkınlıkla sorguluyorsanız; bu çözüm size uygun olabilir. Niye mi? Çünkü siz değişirseniz dünya da değişecektir de ondan…

Eğitim sistemimizde yukarıda saydığım özelliklerin birçoğu uygulanamamaktadır. Sistemdeki aksaklıklar yüzünden pırıl pırıl zihinlerle teslim ettiğimiz çocuklarımız zaman içinde okumaktan nefret eder hale gelmektedir. Hayatları hep bir sınav ve not sistemi üzerinden değerlendirilmekte, üreticilik ve yaratıcılık yetenekleri köreltilmektedir. İşte bu yüzden bize aile içinde daha fazla görev düşer. Hastalık ve yarattığı ağrılar büyük ama tedavisi gözümüzde büyümemelidir. Biz tedaviye evde başlayalım gerisi gelecektir inanın.

Kolaya kaçmayalım ve çocuğumuza doğru bilgi aktaralım yaşına uygun şekilde. Başımızdan savmayalım vakit ayıralım onlara. Evet, hayat koşturmacası içinde biraz zor gibi gelse de; daha verici ve daha anlayışlı olduğumuz; daha doğrusu onları kale aldığımız zaman; kendilerini önemli hissedeceklerdir. Nasıl ki bir işi, bir evliliği yürütmek için veya başarılı ve mutlu olabilmek için çaba gerekiyorsa ve kolaya kaçmak çözüm değilse; çocuğumuzu cevaplarken de kolaya kaçmayalım ve başımızdan savmayalım.

Çocuğa özgürlük verelim ancak onun özgürlüğünün başkalarının özgürlüğünü kısıtlamaması gerektiğini de öğretelim, vurgulayalım. Aksi takdirde başına buyruk, sadece kendi özgürlüğünde sınır tanımayan duyarsız bir tipe dönüşebilmesi kolaydır. Her şeyi düşünmek onun özgürlüğü olabilir, ancak nereye kadar gidebileceğini bilmesi gerektiğini de aktarmamız gerekir. Yoksa ileride ağzına geleni söyleyen, hakaret eden ve yeri gelince şiddete başvurabilen birine dönüşebilir. Değer yargılarını oluşturabilirsek, ahlaki değer kavramlarını doğru aktarabilirsek ve eleştiri ile empati düzeylerini yukarıya çekebilirsek, o zaman tadından yenmez diye düşünüyorum.

Neye rıza gösterip neye tepki vereceğinin sınırlarını belirlemesi için tohumları aile içindeyken atarsak ileride mutsuz olması durumunu engelleyebilecek gücü de vermiş oluruz. Düşünceleri bulanık ve iki arada bir derede kalmaz. Başkalarının ne yaptığıyla değil kendisinin ne yaptığıyla alakalı birisi olur. Her şeye nefretle bakmayı bir kenara bırakır. Başkalarının düşüncelerinin ipleri onu sarıp sarmalamaz ve elden ele gezen patlamaya hazır bir fişek olmaz. Yapıcı olur, çözüm odaklı olur, barışçıl bir bakış açısına sahip olur. Maddelere bağımlı olmaz, mutluluğunu inşa ederken başkalarının mutsuzluğuna ya da para denen illete sarılan biri olmaz. Mutlu olmak için, hayatına mana katmak için çeşitli anlamlarda gezinmez; kendine ait bir yolu olur. Günümüzde manayı kaybetmek kolay; delirmiş bir dünyanın üzerinde son sürat koşarken. Olaylara bağımlı, başkalarının manipülasyonuyla yol almak nereye kadar? Bizler böylesi bir bağımlıya dönüşmüşlükten çıkabilirsek  eğer çocuklarımızı da oradan çekip almamız kolaylaşır.

Ne olursa olsun kendinize sorun;  “Yaşamım nasıl ve bu yaşamın hangi kısmını çocuklarıma devretmek istiyorum?” Oyuna dahil olduysanız bile çıkma özgürlüğünüz olduğunu unutmayın. Kendi oyununuzu oynayın. Çocuklarınıza örnek olun, yol gösterin ancak o yola sokmaya çalışmayın. Bırakın onlar da kendi yollarını bulsunlar. Siz sadece bir co-pilot vazifesi görün onların yaşamlarında. Neticede direksiyon hâkimiyeti onlarda olsun. Çocuklarınıza farklı olmalarını öğütleyin çözüme gitmek buradan geçiyor sanki…

Önce kendi hayatınızı ve hayatınızın anlamını kavrayın, sonra izleyin çocuklarınızı keyifle ve mutlulukla; güzeldir göreceksiniz…

Sevgiyle kalın,

Sy

Tüm deneyimlerin amacı nedir?


Hayatımızda yaşadıklarımız bize mi aittir yoksa kolektif bilinç sayesinde mi yaşanır? Bu soruyu ilk duyduğum zaman şöyle düşünmüştüm:” Ben koyun muyum?” Sonra soruların ardı arkası kesilmedi zaten. Her bir soru başka bir soruyu doğurdu. Ben hala o soruları kendime sormakta ve çeşitli yanıtlar aramaktayım. Bir aralar da koyun olduğumu fark ettim bu arada…

Kolektif bilinç sözü bana çok şık geldi doğrusu. İlk defa Emile Durkheim tarafından kullanılmış ve onun sosyolojisinin köşe taşlarından birini oluşturmuş bu kolektif bilinç terimi. Tanımı ise şöyledir: "İnsanda, birey olarak ruhi hayata ait olayları aşan ve zümrenin ortak düşünce, istek ve heyecanlarını temsil eden ortak bir bilinç.” Kolektif bilinç Durkheim'a göre temelde bireyin dışında olan toplumsal bir olaydır. Terim, grup üyelerinin nasıl düşünüp davranacaklarına karar veren ve onları zorlayan bir normatif düzeni ya da toplumsal bir olguyu anlatır. Bulduğum açıklamalar bu doğrultuda devam ediyordu. Bu açıklamaları internet üzerinden çabucak bulmuştum. Şimdi ise kendi üzerimdeki etkilere ulaşmaya sıra gelmişti. İşte bu zaman aldı dostlar…

Öyle kanıksamışız ki bilinçaltımıza yerleşmiş olanları, neler var neler… Başladım ayıklamaya ancak çıktıkça çıkıyor, geldikçe geliyor. Bugün bile ara ara yoklama çeken düşünceler yok değil inanın; ancak artık kendi deneyimlerimi yaşadığıma inanıyorum. Çünkü şimdide anda kalmayı öğrendim.  Geçmişteki Ben sessiz artık, gelecekteki Ben’i ise henüz oluşturmadığım için; Şimdiki Ben’le inanılmaz bir uyum içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Geçmiş ve gelecek zaman dilimlerinde kaldığımız sürece şu andan uzaklaşıyoruz ve böylece kolektif bilinç bizi daha çok tutsak ediyor kendine. Bunu anladım…

Toplumsal bilinç kuvvetlidir, çok kuvvetlidir. Hiç kimse tesadüfen karşınıza çıkmaz, hiçbir olay öylesine başınıza gelmez, şans eseri size denk gelen bir şey yoktur; tamamı kolektif bilincin yani toplumun yönlendirdiği seçimlere uygun tezahür eder. Yaşadığımız hayatta kendi deneyimlerimizin yerine, yaşayan herkesin ürettiği toplam deneyimlerden payımıza düşeni alarak, kendimize çekerek bir hayat oluştururuz. Hepimiz bir çevreye ait olarak yaşarız ve bu çevrede de bu bilince uygun gruplar vardır. Bizler de otomatik olarak o grupların içine sığışır kendimize orada bir yer edinir ve gönül rahatlığı ile “yaşadığımızı” zannederiz. Yaşamıyoruz aslında “sürükleniyoruz “ bu yaşamda… Böylesi bir durumdan memnun kalmaktayızdır ancak bir süre sonra öylesine sıkışırız ki geçmiş ve gelecek kaygıları içinde nefes alamamaya başlarız. Böylece ufukta beliriverir; şimdiki an

Kurtarıcı sözcük budur işte. Çünkü şimdiki an ‘da kalmayı başarırsak kendi duygu ve düşüncelerimizin oluşturduğu, iç sesimizin desteklediği kendi dünyamız, kendi yaşamımız filizlenmeye başlar. Böylece birbirinin aynı gözüken hayatları, fark yaratarak, farklı zamanlarda yaşayabiliriz. Geçmişimizdeki kendimizden sıyrılabiliriz. Geleceğe gitmemize veya onu düşünmemize gerek yoktur çünkü şimdi ‘de kalarak gelecekteki kendimize seçeceği yaşamlar sunabiliriz. Sanki farklı Ben’ler varmış gibi algılanıyor ancak sadece bir Tek Ben var. Bu tek Ben, geçmişteki Ben’e ve gelecekteki Ben’e yardım elini uzatıyor sadece. Böylece BİR olabiliyorlar.

Gerçekten bu yaşamda Geçmiş, Şimdi ve Gelecek kavramlarını tek bir sıraya diziyoruz. Birbirlerinden ayıramıyoruz. Bazen içime bir his doğar ve bana bir konuda dikkatli olmamı söyler. Durup düşünürüm; acaba bu yaşamış olduğum gelecekteki bir farkındalık mı yoksa önsezim mi? Bazen de geçmişle alakalı bir duygum ve akabinde bir düşüncem gelir karşıma. Durup dinlerim kendimi. Geçmiş ve gelecek, şimdiyi anlamam ve yaşamam için bana yardımcı oluyordur ve yaşarım bu sunulan anı.

Gerçekten de KİM OLduğumuza karar vermek Onu OLmak için şimdiki anın duygu ve düşüncelerini takip etmemiz gerekiyor. Şimdi ve burada…

Hepimiz için tek bir şey varsa öğrendiğim o da hepimizin BİR olduğudur.

Sevgiyle ve şimdide kalın,

Sy

29 Ocak 2012 Pazar

Açıklık gerçeği

Kaybetme korkusu güçlü bir korkudur. Özel ilişkilerde ve tüm ilişkilerde kimse elindekini yitirmek istemez. Bu yüzden kimse kalbindekini dile getiremez çoğu zaman. Doğruyu söylerse tüm çıplaklığıyla kaybedeceğinden korkar. Bu yüzden beyaz yalanlar ya da pembe yalanlar, adına her ne derseniz deyin onlar ortaya çıkar. Bir tür sığınak gibi…

El altından yapılan işler, gizli kapaklı diye tabir ettiğimiz mini dönme dolaplar etrafımızda uçuşurlar. Peki, o zaman aslında kandırdığımız karşımızda ki mi yoksa kendimiz miyiz? Bunu sordunuz mu kendinize hiç? Hemen hemen her insanın sakladığı bir şeyler vardır. Kendi özel hayatıyla ilgili, işiyle ilgili, geçmişiyle ilgili vardır hep ufak tefek saklananlar… Birini veya bir şeyi kaybetme korkusu ile veya gözünden düşme korkusuyla. Sağlıklı mıdır peki bu tür bir ilişki içinde olmak?

Bana göre değildir. Çünkü sağlıklı bir ilişkide, bu ne tür bir ilişki olursa olsun; iş ya da özel hayat hiç fark etmez benim için; her şey şeffaf olmalıdır. Ben gerçeğin insanı özgür kılacağına inanırım. Rahatlatıcıdır tıpkı masaj gibi gevşetir insanı. Hiç saklayıp da bir anda ağzınızdan dökülen ve ortaya çıktıktan sonra sizi acayip rahatlatan bir sırrınız olmadı mı? Benim oldu… O günkü huzurumu anlatmaya kelimeler yetmez. Sırtımdan kilolarca yükler kalktı, hafifledim bir anda. İnanılmazdı…

Bu tabii ki aklından geçir ve dilinden dökülsün kıvamında bir olay değil. Daha doğrusu her duygunu, her düşünceni yerli yersiz söyle anlamında değil. Bu bahsettiğim şey daha farklı. Bazen karşınızdakinin duymak istemeyeceği türden olaylar silsilesi de vardır. Her özel düşünce ve durumdan, her eleştirinizden, her korkunuzdan ya da her planladığınızdan söz etmiyorum. İfade etmeye çalıştığım şey dürüst bir ilişki, dürüst bir iletişim. Yani kendini olduğun gibi kabul et ve göster demek aslında…

Kendini olduğun gibi kabul edersen kendini olduğun kişi olarak seversin. Böylece başkalarına seni sevsinler diye farklı görünmeye çalışmazsın. İşinde dürüst ol; her şey kitabına uygun olursa kimseye farklı senaryolar anlatmak zorunda kalmazsın. Bir iş yerinde karlılığı arttırmak adına çevireceğin dolaplara ihtiyacın olmayıversin; kazandığınla yetinirsen öz saygını yitirmezsin. Dün akşam sizin evden çok gürültü geldi hayırdır diyen komşuna; eşimle atıştık biraz dersen bir şey kaybetmezsin; televizyonda çocuklar film izliyorlardı dersen asıl dürüstlüğünü sorgularlar. Senin için yalancı mı densin istersin; yoksa eşiyle tartışmışlar galiba mı desinler? Seç…

Olduğumuz gibi görünmek ve göründüğümüz gibi olmak zor bir denklem değildir aslında. Kazancı çok fazladır bana göre. Cesaret ister katılıyorum. Açıklık kendini, içini olduğun gibi görebilmek demektir. Seni önce sen sevmelisin ve kabul etmelisin ki; diğerleri de seni sen olarak görsün ve kabullensin. Yoksa senin etraftaki diğer suretlerden hiçbir farkın kalmaz…

Düşüncelerinizde kökten bir değişim size gerçek sizi gösterecektir.

Sevgiyle kalın.

Sy





Kaybetmenin acısı...


Köpeğim kayıp…
Tam on beş gündür kurt köpeğim kayıp. Öyle üzgünüm ki anlatamam. Gözümün önüne hep o kocaman kafası geliyor, bir de site kapısına saptığım andaki uluması…

Geçen sene yılbaşında kapı telefonumuz çaldı ve güvenlikten aradılar. Montlarımızı kapıp koştuk eşimle beraber. Bekçi kulübesinin yanına kadar gelmişti ve oraya yığılmıştı. Hiç kuvveti kalmamıştı. Bütün vücudunu uyuz kaplamış, her yerinde yaralar açılmıştı. Sırılsıklam ve neredeyse yarı baygındı. Hemen ona orada bir yer yaptık derme çatma çünkü diğer bekçi köpeğine hastalık bulaşmasından korktuk. Karnını doyurduk ve ertesi sabah için veteriner ayarlamalarını yaptık. Eve döndük.

Bekçi köpeğimizi de altı aylıkken Sarıyer’in sırtlarında bulmuştum. Tam o sırada bizim sitenin köpeği ölmüştü ve yeri boştu. Bekçi köpeği olmak üzere bal gözlü yavruyu sahiplenmiştim.  Dört senedir bizimle kızımız, hem de yaman bir bekçi köpeği oldu. Sitenin resmi güvenlik köpeği kendileri… İş güç sahibi anlayacağınız… Adı Reyna, bal gözlü Reyna…

Ertesi sabah eşimle birlikte özel bir battaniye ayırdık ve arabanın bagajına serdik ve kurdu veterinere götürdük. . Bu arada azami dikkatli davranıyorduk çünkü kendi evimizdeki köpeğimize ve kedilerimize herhangi bir şey bulaştırmak istemiyorduk. Tüm aşıları yapıldı, ilaçlı banyo yapıldı ve tedavisi başladı. Bizim de tam üç aylık mesaimiz başlamış oldu. Her Pazar eşim onu ilaçlı banyo için veterinere taşıdı. Ah bir görseydiniz gün geçtikçe güzelleşmeye başladı. Tüyleri tekrar çıkmaya ve yele yele uzamaya başladı. Kaşıntıları azaldıkça keyfi yerine geldi. Adını Kurt koyduk ancak site görevlileri çileli bakışlarından dolayı Garip de diyorlardı. Gerçekten de Garip Kurt çok çileler çekmişti. Gözleri o kadar efkârlı bakardı ki. Hayatın tokadını yemişti besbelli, atılmıştı evinden barkından sokaklara… Terk edilmenin acısını gözlerinde taşırdı kazınmışçasına…

Hiç tasma taktırmadı boynuna Kurt. Çok özgür ruhluydu. Tasma taktığımız ya da bağladığımızda sabaha kadar ulurdu, kıyamazdık ona; çıkartırdık. Bir de sitenin diğer sakinlerinden şikâyet gelirdi gürültü oluyor diye. Reyna ise alışkındı tasmaya ve zincire. Onları bizi köpeğimizle birlikte dolaşmaya çıkardığımda Kurt tasmamız olarak yürürdü yanımda, diğerleri tasmayla. Kurt daireler çizerdi; döner bir Tarçın’a bir Reyna’ya dalaşırdı; oyuna davet ederdi. Anlayacağınız ben sürü çobanı dolanırdım onlarla çayırda çimende. Dönerdik evimize hep beraber. Hiç uzaklaşmazdı yanı başımdan.

Reyna ve Garip Kurt on beş gün öncesine kadar çok mutluydular. Birlikte yaşıyor, birlikte oynuyor, birlikte yemek yiyorlardı. On beş gün önce kulübelerinin olduğu çitin kapısı bir ara açık kalınca gitti Kurt. O gün bugündür deliler gibi onu arıyorum. Bulamadım hiçbir yerde. Az önce bir dostum aradı civardaki bir köyün girişinde kurt gördüm dedi. Eşimle beraber atladık arabaya gittik ancak elimiz boş döndük. Garip Kurt değildi orada ki. Ne yazık ki…

Sevgili Garip seni çok özledim ve gözümde tütüyorsun inan.  Aklıma kötü bir şey getirmiyorum ve özellikle dikkat ediyorum; umarım seni seven birilerinin yanındasındır. Sen yeter ki gittiğin yerde huzurlu ve mutlu ol; ben seni özlemeye razıyım. Her neredeysen sana enerji yolladım; ihtiyacın varsa kullanman için ve bana geri dönmek istersen sana yol göstersin, kuvvet versin diye. Sen bana sabır ve sevginin ne demek olduğunu öğretmiştin biliyor musun? Seni veterinere götürdüğümüzde o kadar kötüydü ki durumun, yaşamaz; düşük bir ihtimal; isterseniz uyutalım demişlerdi. Bense senin gözlerine baktığımda yardım isteğini ve yaşama isteğini görmüştüm. Bana öyle bir bakmıştın ki senden vaz geçemezdim. Birbirimize destek olduk ve sen hayata tutundun. Dört patayla sarıldın yaşama koca kafam. O yüzden biliyorum ki her neredeysen o tutkuyla devam edersin hayatına.

Her zaman kalbimdesin ve hep gözüm yollarda, kendine iyi bak lütfen.

Seni seviyorum Garip,

Sy

24 Ocak 2012 Salı

Nevi şahsına münhasır çocuk olmak…

Çocuklarımızı çok seviyoruz.  Hayatımızın önceliklerinde en üst sıraya oturuyorlar. Onlar hayatımıza girdikten sonra hayatımız iki bölüme ayrılıyor;  öncesi ve sonrası. Bazen durup düşünürüm ben oğlum doğmadan önce ne yapardım diye. Öyle aman aman heyecan verici bir şeyler hatırlayamam. Hayat sanki daha bir durağan gibi gelir bana onsuz… Sıradan… Oysa doğumdan sonrası her an her şey yerinden oynayabilir, tüm ayarlamalar değişebilir, tüm planlar iptal olabilir şeklinde daha bir hareketli ve kıpır kıpırdır. Düşünsenize sizi her daim ters köşeye yatırabilecek birine asla kızmaz, kin duymaz ve ondan asla vazgeçemezsiniz. Garip bir hal doğrusu…

Geçen akşam oğlum mezuniyet sonrası iş hayatı hakkında babası ile sohbet ediyordu. Kulak kabarttım, o kadar tatlıydı ki anlatamam size. Heyecanlı, idealist bir “delikanlı”. Bu kelime gerçekten de o yaş grubuna o kadar iyi oturuyor ki; her geçen gün bunu daha iyi algılayabiliyorum. Allah herkesin evladına hayırlı yollar çizsin. Bazen sokakta bir yerlere gidip gelirken gözüm oğlumun yaşıtlarına takılır ve içimde bir gülümseme ile izlerim onları. Her birinde oğlumu görürüm. Kimi zaman bakışlarımız buluşur ve gülerim hafifçe. Onlar ise hafif çatık bir kaş ve “Hayırdır bir şey mi var?” ifadesi ile karşılık verirler. Bazıları ise utangaç ve kimseye çaktırmamaya çalışarak hafifçe kıvırırlar dudaklarını yalandan bir gülümse ile. Sevgili çocuklar her ne kadar “delikanlı” hissetseniz de anneler için hala sevilebilir ve öpülebilir bir yaştasınız bunu unutmayın. Anneleriniz öpmek veya sarılmak için size yanaştığında izin verin onlara. Çünkü dünyaları veriyorsunuz bir sarılmayla ah bir bilseniz…

Çoğu zaman duyarız sağdan soldan “Ay tıpkı babası!”, “Hık demiş amcasının burnundan düşmüş!”, “Aynı teyzesi yürüyüşü bile aynı!”, “Yok canım aynı rahmetli babam sağ ayağı bile hafif içe basıyor baksana!”.  Bu çocuklar hayatlarında kimi zaman dedelerini tanıyamazlar bile; amcalarını veya teyzelerini ara sıra görürler. Hayat şartları ve mesafeler; yaşadığımız şehrin büyüklüğü, akraba ilişkilerini eski zamanlarda olduğu gibi geliştirmemize olanak vermez. Bu yüzden çocuklarımıza taktığımız sıfatlar veya yaptığımız benzetmeler sadece bizim bildiğimiz, hatırladığımız anılardan ibarettir. Çocuklarımız eğer bu davranışları sergiliyorlarsa bu bizim bebeklikten itibaren onlara yaptığımız "koşullandırmalar” sonucu oluyordur. Bunları duyarak büyüyen bir çocuk zamanı gelince bilinçaltından bu kalıpları çıkartır ve kullanmaya başlar. Biz de cıvıldarız ”Ay sanki konuşan dayım rahmetli, nasıl da halli halli şuna bak annem benim yerim ben seni!” Biz cıvıldayınca çocuklarımız da bizi mutlu ettiklerini sanıp aynı tarz davranış ve düşünce kalıplarını sergilemeye devam ederler.

Çocuklarımız birer şahsiyettir, doğdukları andan itibaren hem de. Kendilerine ait bir hayatları olmalıdır, kimseye benzemeyen, herkesten farklı. Kendilerini oluşturmaya başladıklarında bizim garip tepkilerimize maruz kalırlar.  "Katır gibi inatçı ağzına bir kaşık mama veremiyorum, yemek istemiyorsa ağzını açmıyor ya!” Peki, bu çocuk niye katır gibi olsun ki şimdi? Katırın inatçı olduğunu nereden biliyorsunuz peki? Hayvan sadece kendi istediğini yapmaya çabalıyor olamaz mı? Bu çabanın sonucunda bizim istediğimizi yapmıyor diye güzelim hayvana bir sıfat iliştiriveriyoruz. Peki, reva mı bu sıfat çocuğa? Bazen de şu benzetmeyi duyarız sık sık. Banyo zamanıdır, ancak bize göre uygun bir zamandır, çocuğa değil. “Banyoya sokacağım ceylan gibi çevik şuna bak, nasıl da kaçıyor,  yarım saattir razı edemedim; gel buraya bak fena yapacağım şimdi!” Hiç ceylanın korktuğu için çevik olduğunu düşündünüz mü? Bazen sıfatların alt anlamları da olabilir değil mi?

Bırakalım benzetmeleri, sıfatları bir kenara. İzin verelim çocuklarımıza kendileri olsunlar. Onlar sadece kendilerini bulmaya çalışıyorlar. Aslında korkuyoruz çocuklarımızın saflığından, özgüvenlerinden ve başarılarından; o yüzden sıfatlar takıyoruz ve benzetmeye çalışıyoruz akrabaya, eşe, dosta. Ancak öyle emniyette hissedebiliyoruz kendimizi çünkü. Birine benzemeli ki biz de huzur bulabilmeliyiz.Çünkü işin aslı bilmiyoruz nasıl bir duygudur kendimiz olmak. Bilmiyorsak öğrenelim,nasıldır kendin olmak… Yaşamamışsan böyle bir duyguyu bir an önce başla yaşamaya, deneyimlerini oluştur. Her zaman sen örnek olmayacaksın ki çocuğuna, bırak yeri gelmiş o sana örnek olsun. İzin ver…

Hayatın içinde en gerekli olan duyguyu bulur çocuklarımız hem de kendi başlarına. Nevi şahsına münhasır olurlar. Ne mutlu onlara, ne dendiğine aldırmazlar; kendi doğruları vardır. Hata yapmak lüksü tanırlar kendilerine ve öğrenirler. Seçtikleri yolda ilerler ve engel tanımazlar. Ah bir de bize toslamasalar, dolaşmasak ayaklarına ara sıra… Bilmeyince korkarız ve işimize gelmez yapıştırıveririz; “Katır gibi inatçı bu da!” Oysa katır da kendi istediğini yapmak için direnmektedir sadece…

Çocuklarımıza daha çok güvenelim ve izin verelim kendileri olsunlar, sevgiyle kalın.

Sy




23 Ocak 2012 Pazartesi

Olduğun gibi görün…

Bir tiyatro sahnesinde gibiyiz hayat sahnesinde. Her gün izleyici karşısına çıkıp oyunumuzu oynuyoruz. Tiyatro oyunları sezonluk olur oysa bizim yer aldığımız oyun neredeyse her gün değişiyor. Sanki bir oyunun değişik sürümlerine hayat verir gibiyiz, her gün, her an, her saniye… Öyle değişkeniz ki anlaşılır gibi değil… Oynuyoruz, rol yapıyoruz; rol çalıyoruz…

Olduğu gibi olmalı insan, yanardöner olmamalı. Ne düşünüyorsa, ne hissediyorsa; onları çekinmeden aktarabilmeli. Hoşuna gideni, gitmeyeni dürüstçe ortaya koyabilmeli. Duygularına gem vurmamalı, düşünce ve isteklerini hayata geçirebilmeli. Tıkanıp kalmamalı, sıkışmamalı bir yerlerde ve en önemlisi nefessiz kalmamalı…

İşimizi sevmeli, işverenimizle diyalog içinde olabilmeliyiz. Ailemizle olmaktan mutlu olmalıyız. Sorumluluklarımız sadece bize ait olmalı. Eğer üstlenmek zorunda olduğumuz farklı sorumluluklar var ise zamanı gelince sırtımızdan indirebilmeliyiz. Çıkar ilişkisi olmamalı etrafımızdakilerle bizim aramızda. Sevgi olmalı, saygı olmalı, gönülden paylaşabilmeliyiz imkânları. Herkese her şeye eşit olabilmeliyiz. Kimseyi suiistimal etmemeliyiz keza kimse de bizi.

“Kendi ayıbını gören kişiye ne mutlu” der Mevlana. Kıskançlıklarımız, öfke nöbetlerimiz, nefret duygularımız bizi içine çekmemeli, olacaksa anlık olmalı ve yok olmalılar daha sonra. İnsanız neticede kötü hissettiğimiz zamanlar olacaktır tabii. Olmalı ki iyi zamanlarımızın kıymetini bilelim. Yeri gelince umutlarımızı dahi yitirmeyi bilmeliyiz. Umutlarımızı, paramızı yitirebilmeliyiz ki kayıpları kazançlara dönüştürmeyi becerebilelim. Her şey bizim için değil mi? Başarısız olduğumuz alanları da kabullenebilirsek yeni alanlar yaratabiliriz. “Hatalarımızdan faydalanırsak her şey yolunda gider” demiş Mickey Rivers. Varsa kötü anılarımızı, davranışlarımızı, kaybettiklerimizi kabul etme cesaretini bulursak eğer içimizde kızgınlık, pişmanlık ve hayattan vaz geçişler yaşamayız. Benim için böyle gerçekten. Ne zaman kayıplarımın ve kazanabileceklerimin listesini yapmaya başlasam, içinde bulunduğum durumu lehime çevirebiliyorum. Kısacası kendimi eleştirebiliyorum. Tanrım bu çok güzel bir duygu! Kusursuz değilim, mükemmel olma takıntım yok! Ben sıradan basit bir insanım ve kendimi olduğum gibi kabul ediyorum. Güzel bir duygu bu…

Aslında işin sırrı aynaya baktığında kendinle yüzleşebilmektir. Gözlerinin taa içine bakmak ve tüm ruhunu çıplaklığıyla görebilmektir. Olduğu gibi, her şeyiyle artılarıyla, eksileriyle… Aynaya baktığımda yabancı bir yüz görseydim eğer çok korkardım, biliyorum. Şükürler olsun gördüğüm yüzü öyle iyi tanıyorum ki artık. O da beni tanıyor hem de herkesten iyi… Ona baktığım zaman  “Ne yapalım, böyle olması gerekiyormuş, bu da beni buldu işte” demek yerine; “Nasıl çıkarsın bu durumdan çalıştır bakalım saksıyı” diyorum.

Acıdır içinizi dökememek, gerçek duygularınızı yansıtamamak. Acıdır maskeler takmak ve sahte yaşamlar sürmek. Zordur, tüketir insanı. Bir müddet sonra istediğiniz kadar aynaya bakıp kendinizi görmeye çalışsanız da görüntü bulanıktır, seçemezsiniz. Sonra da bakamazsınız, örtersiniz aynaları…

İç dünyanı tanırsan onu beslemeyi bilirsin. Neye ihtiyacın olduğunu senden iyi kim bilebilir ki? Yaşadığın dünyanın gündemi her dakika değişkendir, yenilenir hiç durmadan. Teknoloji gelişir, yaşam düzenleri değişir, paranın önemi istisnasız herkes için en üst sıralara tırmanır, olaylar olur, olaylar biter, yeni gündemler oluşur; bu hiç bitmez. Yaşamın bize getirdikleri kadar götürdükleri de vardır. İşte bu teraziyi dengede tutabilmek için “iç dünyana” bakmayı ihmal etmemelisin. Kendini beslemelisin, büyütmelisin ve olgunlaştırmalısın. Sonra keyifle meyvelerini toplarsın huzur içinde. 

Neye ihtiyacın varsa keşfe çık. Hiç durma! “Binlerce kilometrelik bir yolculuk ilk adımın atılmasıyla başlar“ der Lao Tzu. Siz de bir an önce yola koyulun, kendinize doğru…

Sevgiyle kalın. 

Sy

22 Ocak 2012 Pazar

Risk almak gerekli mi?

Bir şeyi “çok iyi” yapmak gerektiğine şartlandırırız kendimizi her zaman. Böyle yapınca da elimizde olmadan; neler başarabiliriz, nerelere kadar gidebiliriz bilemeyiz; kendimize sınır koymuş oluruz. Hem de hiç farkına varmadan. Hâlbuki bir şeyi  “çok iyi“  yapabilmek için “kötü”  yapabilme lüksümüz de olmalı. Olmalı ki kendimizin nerelere kadar gideceğine şahit olabilelim.

Her kısıtlama bizde sıkıştırılmış olma hissi yaratır ve mutsuz olmaya başlarız. Kendimizi kapana kıstırılmış hissederiz. Böyle hissettikçe de kendimize koyduğumuz sınırlar git gide artmaya başlar. Kendimizi boş bir alanda düşünelim ve aniden kendimizi bir daire içine aldığımızı farz edelim. Dairenin ortasında dururken, etrafımız kalabalıklaşmaya başlar ve onların sayısı arttıkça, ellerinde olmadan, bizim kendimize çizdiğimiz dairenin sınırlarına kadar gelmeye başlarlar. Yaklaşırlar, yaklaşırlar ve onlar yaklaştıkça biz gayri ihtiyari dairemizi daraltırız, daraltırız… İşte bu etrafımızdaki insanlar düşüncelerimiz olsun şimdi.  Onların sayısı arttıkça kafamızın içinde yer azalmaya başlar ve yapmakta olduğumuz işe olan ilgimizi kısıtlamak zorunda kalırız. Sizce de öyle değil mi? 

“Ben yapamam zaten; korkarım; param yetmez; yaşım genç değil artık; kendime yediremem bu saatten sonra…”

Olumsuz düşündükçe kendimize koyduğumuz şartlanmalar, kısıtlamalar artar ve başarı bizden uzaklaşır. Hâlbuki elimizdeki iş ne olursa olsun, kötü yapabilme hakkımız olduğunu ve bunun bize bir getirisi olabileceğini düşünür ve risk alıyorum dersek; seçeneklerimiz artacaktır.  Farklı şeyleri de deneme yoluna gidebiliriz böylece. Başka seçeneklerimiz olduğunu da fark edebiliriz. Bir yandan kendimizi de geliştirmiş oluruz. Böylece ne ile meşgulsek onun tadını da alabiliriz. Çünkü artık sonuç odaklı bakabilmekteyizdir olaya. Böylece ayrıntılar bizi sıkmamaya başlar ve yaratıcılığımız gelişir. İçinde bulunduğumuz anın kıymetini anlayıp keyfini süreriz.

Benim için risk almak gerekli evet. Sizleri bilemem. Ancak mükemmel olacağım, herkes bana hayran olacak ve kimse beni aptal durumuna düşüremez diyerek “yapay bir ortamda” oksijensiz yaşayamam ben. Varsın alay etsinler, varsın yaptığım iş onlar için harika olmasın, varsın kimse beğenmesin; yaptığım işin o an için beni mutlu etmesi bana yeter de artar bile. Bu hayat inişiyle, çıkışıyla her şeyiyle bana ait olmalı. Neden burada olduğumu bilmeliyim. Ne yaptığımı bilmeliyim. Tecrübe edinmeli, yeri gelince gülmeli, yeri gelince üzülmeliyim. Çünkü ben bir canlıyım, deneyim yaşayan bir canlı… Deneyen, tökezleyen, tekrar kalkıp yoluna devam eden; hayata tutunan ve ondan asla vazgeçmeyen bir canlıyım ben.

Ne doğru, ne yanlış, ne iyi, ne kötü, ne güzel, ne çirkin kime ne? Önemli olan senin ne hissettiğin o doğrunun, o yanlışın, o iyinin, o kötünün, o güzelin, o çirkinin karşısında. Sensin önemli olan ve senin hayatın… Bırakma hayatı, sarıl ona, sev onu, sarıl kendine, sev kendini. Sev her şeyi, karşılıksız sev. Daha da güçlenirsin o taşlı tozlu hayatın yollarında sevdikçe inan…

Sen iyi ve mükemmel hissedersen, çevren de iyi ve mükemmel olur. Zamanla bunu fark edersin ve bunun hazzı hiçbir şeye benzemez. Sen değiştikçe, sen güzelleştikçe ışık saçarsın ve etrafında aynı senin gibi aydınlanır ve güzelleşir. “Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ” diye boşuna dememiş atalarımız.

Sen iyileş ki çevrende iyileşsin, sevgiyle ve şifayla kalın.

Sy



21 Ocak 2012 Cumartesi

Uyuyor musun?


-“Selcan ne zaman değişmeye ve durumundan memnun olmamaya başladın?”
-“Uyuduğumun farkına vardım.”
-“Ne demek, normal değil mi bu? Herkes uyur ne olmuş yani?”

Bu konuşma kendimle oluyor. Uzun zamandır edindiğim bir alışkanlık bu. Ancak belli bir zaman öncesine kadar nedense bu alışkanlığımı bırakmıştım. Zihnimin bir yerinde duruyordu. Sonra zamanı gelince uyandı bu alışkanlık ve akabinde ben de…

Ben bitkilerle, hayvanlarla, kendimle ve Tanrı’yla kendimi bildim bileli hep konuşurdum. Kah sesli, kah içimden… Tekdüze yaşamın ve mekanik bir hayatın getirdikleri ile bu alışkanlığım yavaş yavaş sessizleşmişti. Nedenini aramak aklıma bile gelmemişti çünkü farkında değildim bu alışkanlığımı yitirdiğimin. Bana konuşuyormuşum gibi geliyordu. Konuşuyordum da zaten, kendimce…

Etrafıma bakındığım zaman bana benzeyen insanları görüyordum. Böylece kendimdeki uyku halinin farkına varamıyordum. Varsam bile verecek bir cevabım her daim hazırdı. Canım sıkılıyor ondandır, hava yağışlı ondandır, memleketin haline baksana ondandır, Belgin’ler de öyleler zaten ondandır… Bana özel bir şey değil ki bu durum, herkes aynı durumda zaten diye diye herkesle birlikte “aynı” olmanın huzuru içinde debelenip durmaktan keyif bile aldığım zamanlar oluyordu. Uyuyordum, hem de derin bir uykudaydım. Herkesin bana benzediğini ve benim de herkese benzediğimi düşünüyordum. 

Oysa ben kimseye benzemiyorum, kimse de bana benzemiyor. Çünkü herkes birbirinden farklıdır aslında. Sadece farklı olduğumuzu göremiyoruz bu yüzden de hepimiz aynıyız zannediyoruz. İçinde bulunduğumuz hayatın genel şartları aynı olduğu için; birbirimize benzediğimizi düşünüyoruz ve durumumuzu kanıksıyoruz. Oysa aynı olan sadece şartlar, bizler değiliz. İçinde bulunduğumuz şartları kendimize özel hale getirebilmek yetisine de sahibiz ayrıca... Bu yüzden çevremiz de; yaşam şartları, iş olanakları aynı seviyede olan insan toplulukları ile çevrilmiştir. Bakıyorsun sağa sola; problemler aynı, şartlar aynı ve yapıştırıveriyorsun şak diye;
“Herkesin durumu aynı, herkes aynı durumda!”

Bir gün aniden soruverdim kendime;
- Ne yapıyorsun?
- Hiiççç.
- Memnun musun halinden?

Bu son soruya cevap vermek için durdum ve fark ettim ki kendimle konuşuyorum. “Neyin var? Niye sıkılıyorsun? Neyi değiştirmek istersin? Ne yapmak istiyorsun?” Soruların ardı arkası kesilmiyordu ve ben her soruda biraz daha silkinip uyku mahmurluğunu atıyordum üzerimden. Uyanmıştım artık…

Kendimi zaman içinde ne hale getirmişsem o durumdan çıkmam gerekiyordu hem de hiç vakit kaybetmeden. Ben ne olduysam, o olmaktan başka bir şeye dönüşebilmem için;  önce kendimi tanımam gerekiyordu. Gerekiyordu ki o oluşmuş halimden çıkabileyim. Böylece kendimden sorumlu olabilirdim.

Benim değişim sürecim böyle başladı işte. O gün bugündür de aralıksız devam ediyor.

Sevgiyle kalın,

Sy

17 Ocak 2012 Salı

Hayat aslında çok basit, gerçekten de öyle…



Evet, gerçekten de hayat çok basit ve onu zorlaştıran ve içinden çıkılmaz hale getiren bizleriz. Yaratılmışız ve bize bir hayat sunulmuş ve biz ona, o da bize bakıyor ve ne halt edeceğimizi bilemeden oradan oraya sürüklenip duruyoruz. Peki, suç kimde? Bende mi yani? Soralım bakalım kendime… Aldım elime bir kağıt kalem ve geçtim sakin bir köşeye, başladım yazmaya…

Sen kimsin? Neye inanıyorsun? Kadın senin için ne demek? Erkek senin için ne demek? Çocuk nasıl yetiştirilir?  Hayvanlar hakkında ne düşünüyorsun? Para hakkında ne düşünüyorsun? Doğa sana ne hissettiriyor? Yemek yapmayı seviyor musun? Ev işinden hoşlanıyor musun? Bir arkadaşta aradığın özellikler nelerdir? Hayat hakkında ne düşünüyorsun? Yazarken neler hissediyorsun? Evliliğinden memnun musun? Çocuğunun davranışları hoşuna gidiyor mu? Güzel sofra hazırlıyor musun? En çok sevdiğin yemek hangisi? Spor yapıyor musun? Pilava kaç ölçek su koyuyorsun, neden?  Perdeleri neyle yıkarsan temiz oluyor? Hangi deterjanı alıyorsun, niye?  Beslenme şeklinin doğru olduğuna ve sana fayda sağladığına inanıyor musun? Yaptıkların arasında hoşuna gitmeyen davranışların var mı? Varsa ve hoşlanmıyorsan neden yapmaya devam ediyorsun? Günlük kullandığın kelimeler arasında sık sık tekrarladığın olumsuz bir kelime var mı? Gerçekten uygun olan durumlarda mı kullanıyorsun bu kelimeleri yoksa farklı anlamlar yüklüyor musun bu sözcüklere? Küfür ediyor musun? Bela okurken ne hissediyorsun? Hayatta yapmak isteyip te yapamadığın neler var? Yapıp ta pişmanlık duyduğun bir şey var mı? Keşke dediklerin var mı? Hoşlanmadığın zaafların var mı?

Yazdıklarıma dönüp şöyle bir göz atıyorum ve bunların hangileri benim kendi düşüncelerim ve onların sonucu oluşmuş deneyimlerim diye soruyorum. Düşündükçe, kazdıkça zihnimin içini bir de ne göreyim birçoğu bana ait olmayan davranışlar, yerleşmiş yargılar. Ne ararsan var; bir tek kendi şahsıma ait olan “öz düşünce ve duygular” haricinde. 

Bu soruları dilediğiniz kadar çoğaltabilir ve kendinize sorabilirsiniz. Önemli olan her sorduğunuz soruya vereceğiniz cevapta kendinize dürüst olmanız. Yazdığınız cevaplara tek tek geri dönün ve bakın o cevaplara. Gerçekten size mi aitler? Yoksa yıllardır beyninize yerleştirilmiş otomatik cevaplar mı? Eğer öylelerse bırakın onları bir kenara, temizleyin bu ön yargıları ve yerleşik düşünce sisteminizi.

Çünkü düşündükleriniz ve inandıklarınızın hepsi hayatınızı şekillendiriyor siz farkına varmadan. Düşünürsün, sözcüklere dökersin ve yaratırsın kendi hayatını. Bu basittir ve bir kez inandın mı değiştirebilirsin hem hayatını hem de kendini. İçimizde bir yerlerde bir çocuk var, doğduğu andaki gibi saf ve mutlu. Dürüst oldukça kendimize o çocuğa erişebileceğiz ve hayatı onun gözlerinden görmeye başlayacağız. Ben buna inanıyorum tüm kalbimle…

Hayat aslında çok basitmiş ben bunu anladım, anlık keyifler huzur ve kalıcı mutluluk veriyormuş görebildim. Ne mutlu bana; düşünüyorum, inanıyorum ve gerçekleştiriyorum.

Gökten herkese birer kırmızı, kocaman, lezzetli bir elma düşsün ve herkes sevgiyle bir ısırık alsın.

Sy




15 Ocak 2012 Pazar

Gözler ruhun aynasıdır derler…


Altı yıl öncesi...
Yıllar sonra bir gün gözlerim akmaya ve sulanmaya; ara ara kitap okurken de başıma ağrılar girmeye başladı. Göz doktorunun ziyaretine gittim.  Kontrolden geçtikten sonra tanı kondu: Presbiyopi – Yakın Görme Bozukluğu. Yaşa bağlı bir durum olduğunu da kibarca ilave ettiler. Doktora “Ne alakası var?” dedim; O da bana “Yaş kırk dediniz mi tırt’lamalar başlar“ diye cevap verdi. Büyük bir gururla gözlük istemem lens takmak istiyorum dedim. Ah ben bu kadar beceriksiz olacağımı bilseydim ister miydim o mereti takmayı?

Lens kullanmak o zamanki bana göre buzda araba kullanmak ile eşdeğerdi.  Lensi takmak için bir yarım saat, eğer takabilmişsem çıkarmak için bir yarım saat harcamaktaydım. Çıkartırken bir ara gözümü çimdiklediğimi bile hatırlıyorum. Bir sabah kalktım sol gözümde acayip bir kaşınma ve batma vardı. Derhal doktora gittim ve sol gözümde lens unutmuşum ve doktor onu aldıktan sonra en az bir hafta takmayın dedi ve iki adet damla verdi. Olay nasıl oldu derseniz, ,bu söylediğime inanamayacaksınız çünkü doktor da bunu nasıl başardığımı anlayamadı; keza ben de… Bir akşam lensleri çıkartıp solüsyona koydum ve yattım. Ertesi sabah takmak için aldığımda baktım ki sadece sağ lens var, sol ise yok. Muhtemelen kaybetmiş olmalıyım diyerek tek lensi attım ve yeni paket açıp her iki lensi de korkunç bir öfke nöbeti ile uzun uğraşlardan sonra takmayı başardım. Akşam her ikisini de çıkartıp kutuya koydum ve sabah uyandığımda gözümdeki rahatsızlık oluşmuştu. Doktor bir türlü nasıl olup da bir gözüme iki adet lensi üst üste takmayı başardığımı anlayamadı. Bir de çıkartırken birini bırakıp üstteki yeni taktığımı almış ve mevcut olanı gözümde muhafaza etmeye devam etmişim. Uzun uzun düşündük bir türlü anlayamadık ve ikimizin arasında sır kalmasına karar verip vedalaştık. Lens kullanmak konusundaki üstün başarımı değerlendirdikten sonra gözlük kullanmaya yatay geçiş yapmıştım. Doktorum ve gözlerim bu seçimimden dolayı çok mutlu olmuşlardı. 

Bir yıl öncesi...
Zaman ilerledikçe gözümün numarası arttığı gibi yakın problemime bir de uzak eklenince bu sefer de çift gözlükle dolaşma devri başladı benim için. Çok bunaldım, anlatılır gibi değil. Etrafımdaki herkes ısrarla progressive cam kullanmamı söylemeye başladı. Hani hem uzak hem de yakının bir camda toplandığı alengirli gözlüklerden. Oysa ben sürekli gözlük takmak istemiyordum. Aldı mı beni bir düşünce…

Bir hafta öncesi...
Lens? Lens de var, progressive olanları çıkmış. İyi de benim lensle geçmişim parlak değildi ki. Her şeyi bir kenara bıraktım ve deneme lensi sipariş ettim. Lensler gelmeden önce düşüncelerim kıpraşmaya başladı. “Kızım takamayacaksın niye ısrar ediyorsun? Al bir gözlük kurtul Allah Allah deli misin nesin? Herkes gözlük takıyor ne var bunda?” Bu cümleler daha da sinirimi bozmaya başladı. Geçtim aynanın karşısına ve parmağımı elimde lens varmışçasına göz bebeğime yaklaştırmaya başladım. Deli gibi kırpmaya başlıyordum gözlerimi. Çünkü parmağımın gözüme zarar vereceğini düşünüp acayip korkuyordum. Korku? Evet, korkuyordum lensten ve gözüme yaklaşan parmağımdan. Bedenim parmağıma tepki veriyordu. Bu korkumu keşfettikten sonra gün içinde ayna önünde alıştırmalarımın sayısını arttırdım ve hayali lenslerimi gözüme takmaya ve çıkarmaya başladım. Siparişimin geldiğini haber verdiler ve gidip teslim aldım. Yüreğim pır pır ederek eve geldim. Kutuyu açtım ve lensi takmak için parmağımın ucuna yerleştirdim. Yaklaşık dört kez başarısız olduktan sonra pes ettim çünkü gözlerimden vücudumdaki tüm sular boşalıyordu. Kafamın içinde “Beceriksizsin kızım” nakaratı dönmeye başladı. “Salaksın yemin ediyorum ki salaksın” diyordu düşüncelerim avaz avaz. Kalan son sularımı boşaltmak için ağlamaya başladım sinirimden.

Sakinleşince oturdum ve düşündüm. “Lens takmak istiyor musun?” diye sordum kendime. “Evet” diye cevapladım kendimi. Gözlerimi kapattım ve lensle ilk tanıştığım an’a gittim. Kendime “Korkacak bir şey yok yapabilirsin, basit bir işlem“ dedim. Sonra o an’da lenslerimi takıp çıkardım ve başarılı oldum. Kendimi tebrik ettim ve oradan ayrıldım. Ayağa kalktım banyoya geçtim ve aynaya bakıp “İstiyorsan yaparsın” dedim ve gülümsedim. İki denemeden sonra yılların ustası gibi yavaşça lensleri gözüme bıraktım. Başarmıştım…

Şimdi...
Dört gündür vukuatsız bir şekilde lensle olan birlikteliğim devam ediyor. İnsanın tepkilerini ve nedenlerini anlaması “başarısızlık “ kelimesinin içini boşaltıyor. Aynanın yakınından geçerken kendime bakıyorum ve “Senin lensli halini çok beğeniyorum” diyorum. Aynadaki lensli ben, bana gülümsüyor. İçimdeki vıdı vıdı yapan bayan çok sessiz bugünlerde. Tabiri caizse gıkı çıkmıyor. Yeni konular arıyordur kendine muhtemelen. Ben onun çenesini kapatabiliyorum artık. Sizin de başınızda dırdırcı bir ses varsa tavsiye ederim susturun onu. Lensli ya da lenssiz…

Gözleriniz hep gülerek ışıl ışıl ruhunuzu yansıtsın,

Sy



13 Ocak 2012 Cuma

Yoga duruşu mu hayata bakış açım mı?



Tüm yoga duruşlarında iki temel şey var diyor hocalarım; yön duygusu ve ağırlık merkezi. Bir duruşu yaparken bedenden gelen her sinyali okumanız gerekir diye de ekliyorlar. Acı var mı? Bu yanım güçsüz mü? Acıyı neden bacağımda değil de kalçama doğru hissediyorum? Sanki kolumda bir baskı mı var? Oysa az önce yoktu… Çözümleme yapmalısınız; beden çözümlemesi. Sonra da deneye deneye geçmelisiniz o poza,  yavaş yavaş hissederek. İçine girdikçe o duruşun bedeninizi daha iyi hissedeceksiniz.  Pozun içinde tek düşünceniz duruşa girip çıkarken bedene yoğunlaşmak olmalı. İçinize dönmeli ve bedene kulak vermelisiniz. İşte o zaman anlıyorsunuz yoga yaparken acı hissedilmez…

İlk başladığım senelerde için için gülerdim; “Ellerini kökle, nefesi kalbe doğru al, şimdi poza yerleş, zaman tanı kendine, hazır hissettiğinde…”  derken hocalarım. Konsantre olmak bir yana bedenimle savaş halindeydim dolayısı ile nefesi de evde bırakıp gelmiştim salona. Ne kadar çok şey istiyorlar Tanrım, ben daha dengede bile duramıyorum ki diye sızlanırdım. Sonra o salonda geçirdiğim 1,5 saat boyunca ne kadar keyifli olduğumu fark ettim yavaş yavaş. Hiçbir şey düşünmüyordum o pozlara girip çıkmaktan başka. Farkına varmadan ayaklarımı nasıl koyarsam, açı nasıl olursa bedenim rahat ediyor ve dengem bozulmuyor keşfetmeye başladım. Düşüncelerimi ve etrafımı bir kenara bırakıp o anın keyfini almaya başladığımda çok hoşuma gitti. Üçgen, lotus, ikinci savaşçı, ters savaşçı, karga, güvercin, çocuk pozisyonu, kafa duruşu, birinci savaşçı, aşağı bakan köpek… Tüm bu pozların içine yerleşip kalıyorsunuz istediğiniz kadar ve kendinizi hazır hissettiğinizde ise pozdan çıkıyorsunuz.

Hayatta da böyle değil midir? İçinde bulunduğunuz an’ın büyüsüne kapılıp her şeyi bir kenara bırakabilmek ne kadar güzeldir değil mi? Dertler, sıkıntılar, üzüntüler, kaygılar, yargılar, para, yemek, iş… Bir anlığına da olsa bir kenara bırakıp sadece o an ne yapıyorsak ona odaklansak acayip keyif almaz mıyız? Bazen öyle keyif alırız ki hiç terk etmek istemeyiz o yeri, o an’ı. Gitmesek, gitmek zorunda olmasak, biraz daha kalsak dediğimiz zamanlar olmadı mı?

Yoganın her bir pozu hayata bakış şeklimi oluşturuyor. Ellerimin üzerine kalkarken artık düşeceğimi aklıma bile getirmiyorum. Ellerimin üzerine kalktığımda kendimi özgür ve mutlu hissediyorum. Çünkü yapmak istediğim bir şeyi yapmaktayım o an. Bu kadar basit işte mutlu olmam, bir yoga pozuyla bile yakalıyorum mutluluğu…

Mutluluk hayata bakış açımızla aynı orantıda seyretmektedir. Bunu görebilmek için de sadece izin vermeniz gerekiyor…

Özgür, mutlu ve an’da kalın, her zaman,

Sy

Ben bir ağaç mıyım acaba?

Ben bir ağaç mıyım acaba? Olabilir miyim? Niye bilmiyorum ne zaman ağaçlarla dolu bir yerde bulunsam daha önce oradaymış hissine kapılıyorum. Ya ağaç benimleymiş ya da ben ağaçlaymışım uzun zamandır öyle hissediyorum. Yemyeşil ağaçlarla kaplı ormanda ne zaman yürüsem kendimi ait olduğum yerde hissederim hep. Bu duygu sarıp sarmalar her hücremi. Tanışıyoruz bir yerlerden ağaçla… Biliyorum…

Mevsimlerin birbirini takip etmesi ve yeşilin, kırmızının, sarının renk tonlarını özgürce sergilenmesi bende hep bir tören alayı izliyormuşum duygusu yaratır. Günler günleri, aylar ayları kovalar akan zamanda ve orman hep bir renk skalası koyar önüme. Açık, koyu her ton renk izlerim… Ağaçlara bakarım ve seyrederim onları. Bazen giyiniktirler renk renk yaprakları ile. Bazen de daralıp atarlar üstlerinden her şeyi, çırılçıplak kalırlar.

Bakarım ağaçlara uzun uzun ve düşünürüm ne kadar bana beni, bizi hatırlatıyorlar diye. Onları üstlerinde yaprakları ve yemişleri ile yüklüyken izlerim. Kiminin gövdesi sağlamdır, sağlam karakterli ve güçlü dururlar; kimisi ise zayıf gövdelidir, kırılgan ve çabuk pes eden görüntüsü çizerler. Tıpkı bizler gibi. Hayatın önümüze getirdiği yollarda bazen güçlü oluruz ve her şeye rağmen yola devam ederiz, bazen de kırılıp küser ve vaz geçeriz mücadeleden. Yemişlerin ağırlığıyla dimdik uzanır gökyüzüne dalları. Yıkılıp bükülüp ezilmezler, taşırlar tüm ağırlığı. Bazen de bel verirler ortalarda bir yerden, dallar aşağıya sarkar, taşıyamaz yemişleri. Gelip alsalar da kurtulsam bu yükten dercesine orada öylece yardıma muhtaç beklerler. Hayatın omuzlarımıza bindirdiği sorumlulukların bize ağır gelip belimizi bükmesi ve bizi hayat koşusunda geri düşürmesi ile benzeştiririm bu görüntüyü. Çırılçıplak ve savunmasız kaldıkları mevsimde bakarım onlara uzun uzun. Hemen hemen hepsi farklı olmasına rağmen cinsleri, gövdeleri ile kalmaz hiçbir farkları birbirinden. Zorlu hava koşullarına dayanmaya gayret ederler. Tozlu görüntüsü veren havanın pusuyla birlikte sanki iç içe geçmiş ve hiçbir boşluk kalmamış gibi göz aldatması yaşatırlar bana. Çıplak ve tozlu, bir o kadar da savunmasız gözükürler. Hayatın bizi alaşağı ettiği zamanlarda kendimizi nasıl yalnız, çaresiz ve bir başımıza hissettiğimiz ve acının karşında çıplak kalakaldığımız zamanlar düşer aklıma. Sonra gözüm manzaraya alıştıkça fark ederim ki bazıları çıplak olmalarına rağmen yemyeşil gövdeye ve dallara sahipmiş gibi dururlar. Yanlarına gidip izlediğimde ise şaşakalırım. İncecik gövdeli bir sarmaşık sarıp sarmalamıştır o koskoca çıplak gövdeli ağacı ve ona destek olmaktadır. Sertleşen hava şartlarında ona bir örtü olmuştur, dayanması ve atlatması için bu zamanlarını. Ağaç ve sarmaşık iç içe geçmiştir hayatın karşısında dimdik durmaktadır. Sarmaşık ağaçtan, ağaç ise sarmaşıktan destek alarak dimdik durmaya devam eder. Nasıl ki zor durumlarda bize uzanan yardım eline veya bir fırsata “ Ne kadar yardımı olur ki?” diye düşünmeden can havliyle sarılışımız gibi. Çıkarız dipten suyun üzerine bir anlığına ve bu bize yaşam gücünü toplama fırsatı verir ve yolumuza devam ederiz. Diyorum size ben mi ağacım yoksa ağaç mı ben karıştırıyorum ara sıra.

Birbirleriyle yarış ederler mayıs ayı geldiğinde. Uyanır hepsi, şöyle bir silkinirler ve başlarlar cıvıldamaya. Tomurcuk tomurcuk üstüne, yaprak yaprak üstüne koşturmaya hazırlanırlar. Sanki kocaman bir yaşam yattığı yerden doğrulmaya hazırlanır; önce gerinir sonra biraz daha hareketlenir. Koskoca gövde tatlı bir ahenkle zarifçe doğrulur yatağından ve ayağa kalkar. Bu ayağa kalkışta alkışlar eşlik eder yaşama; yerde rengârenk çiçekler yarışmaya başlar hemcinsleriyle. Yaşam ayağa kalkınca yatak çarşaflarını da alır o güçlü elleriyle silkeler ve kışlık dolabına kaldırır. Yerine taze filizleriyle çimenlerden yapılmış nefis bir örtü koyar. Mis gibi bahar kokan bir örtüdür bu. Tüm zarafetlerine şakıyan kuşlar eşlik etmeye başlar. Uyanır yaşam, güler tüm haşmetiyle. Ta ki bir sonraki çıplaklığına kadar sürer saltanatını…

Bana hep olmuştur yaşam yolunda bu anlatmaya çalıştıklarım. Her seferinde ayağa kalkabilmişimdir içimdeki gücün sayesinde. Sizlerde eğer gücünüzü bulamadığınız an gelirse gidin ağaçlara bakın, uzatın kollarınızı sarın o gövdeleri. Dinleyin mutlaka anlatacak bir hikâyeleri vardır. Duyun seslerini bakın neler söylüyorlar: “İçinizdeki gücü hissedin ve doğayı sevin ama önce kendinizi sevin.”

Kendinizi sevmeniz ve sevgiyi her daim duyabilmeniz ümidi ile,

Sy






12 Ocak 2012 Perşembe

Her şey için doğru bir zaman vardır…

Bazen hayatımızda zamansız diye nitelendirdiğimiz “olaylar zinciri” oluşur. Biz zamansız diye nitelendiririz çünkü beklenmedik bir anda karşımıza çıkarlar. Acaba doğru zaman diye bir şey var mıdır gerçekten? Yoksa zamansız diye nitelendirmek daha mı doğrudur? Yani olması gerekiyordur ve oluyordur. Bunun da zamanla bir alakası yoktur.

Bana çok olmuştur böyle olaylar. Örneğin paramın ucu ucuna yettiği dönemlerde hiç hesapta olmayan ödemeler gelirdi önüme.  Ne yapacağımı bilemezdim. Ne yapar ne eder bir şekilde öderdim ama gelin bir de bana sorun. Hani göbeğim çatladı deriz ya bizi zorlayan bazı durumlarda. Bu cümleye anlamı veren ben olurdum inanın. Bazen de her şeyi ayarlardım, hesaplardım. Sonra keyifle unuturdum çünkü hesabım tamamdır ve halletmişimdir. Tüm uygulamaları yapmışımdır ve sadece artık olması gerektiği gibi gerçekleşmesini beklemekten başka yapacak işim yoktur. Gel gör ki kazın ayağı öyle değildir. Tüm hesaplarım alt üst olur, yetersiz kalır ve ben saçımı başımı yolarken hayat kendi akışına devam eder ve giderdi. Beni olduğum yerde derdimle bırakırdı.

Bu örnekleri sadece maddiyatla kısıtlamak hayatın bana yaşattığı deneyimlere haksızlık olur. Hemen hemen her konuda bu yanlış zamanlamalarla karşılaşmışımdır. Tatil planları yapıp bavulumu hazırlayıp, sabahki uçak için sevinçle uykuya daldığımda; gecenin bir yarısı oğlum 40 derece ateşle inleyerek kalkardı. Sabaha kadar ateşini düşürmeye uğraşır ve yorgun argın hasta çocukla tatile giderdim. Çünkü ödemeyi yapmışımdır, iş iznimi ayarlamışımdır, yapacak bir şeyim yoktur o tatile çıkmaktan başka. Tatil mi? Tatil derken;  6 saatte bir antibiyotik verip alnına sirkeli bez koymayı, bir lokma yemek akıtabilmek için o şişmiş boğazdan dokuz takla atmayı, terli giysi değiştirmeyi ve tüm huzursuzluklara katlanmayı alın evimin salonundan götürün tatil köyünün odasına demek istemişimdir herhalde. Fonda ise aynı müzik vardır değişmez;  çizgi film kanalı…

Kırk yılda bir eşimle dışarı çıkma planları yapıp, oğlumu anneme bırakma işini ayarlayıp geceye keyifle hazırlanırken; ya annemin morali bozulurdu aniden, bir tartışma yaşanırdı babamla; ya da eşimin önemli bir işi çıkardı atlatamayacağı. Büyük temizlik yapmayı planladığım günler ya sular kesilirdi ya elektrik arızası çıkardı ya da yardımcı bayan hastalanırdı. Daha ne örnekler verebilirim size; çok şapa oturdum anlayacağınız. Konuyu sevimli kılmak için de örnekleri olabildiğince basit tutmaya çalıştığımı da söylemeden edemeyeceğim.

Bu yaşadıklarımın ne anlama geldiğini anlayana kadar çok süre harcamışım. Oysaki cevap ortada durmaktaymış gözümü çıkartırcasına. Neymiş biliyor musunuz? Yaşadıklarım iyi ya da kötü hep deneyim kazanmam ve bir şeylere dikkat etmem için oluyormuş. Odağımı değiştirmeliymişim anlayacağınız. Olanlara dikkat kesilmek, izlemek veya zorlamak yerine dersimi alıp devam etmeliymişim kaldığım yerden. Kendimi kurban hissetmek ve kaderime sızlanmak yerine bunun yaşamımın bir parçası olduğunu ve kabullenip devam etmem gerektiğini anlamam lazımmış.

Hiçbirimizin çözemeyeceği bir düzenek var yaşantılarımızda. Hani bomba düzenekleri vardır, yanlış renkli kabloyu keserseniz elinizde patlayıverir ve tüm yaşantınız silinip gider bir anda. İşte o hesap…  Aslında her şeyin bir zamanı yoktur, her şeyin doğru bir zamanı da yoktur. Her şey bir neden için gerçekleşir. Bunu anladığımız an, olaylar kişiselleşmekten çıkar çünkü biz büyük bir düzeneğin renkli kablolarıyız her birimiz. Her birimiz başka bir renkteyiz, başka boydayız ancak hepimiz o düzeneğe bir ucundan bağlıyız. Bunu anlarsak deneyimlerimize bakış açımız da değişecektir. Her bir olay bizim için zaman kavramını yitirecek ve hayat yolunda ilerlemek için sadece birer basamak haline gelecektir.

Hayat karşısında çaresiz değilim, olayların benim için iyi zamanı ya da kötü zamanı yok; düzeneği patlatmak yerine kendimi düzeneğe uyumlu hale getirmeye çabalıyorum. Çünkü hayattan öğrenecek çok şeyim var.

Her zaman uyumlu kalın, sevgiyle

Sy







6 Ocak 2012 Cuma

Hayat keşif süreci değil, yaratma sürecidir.

Hayat keşif süreci değil, yaratma sürecidir.

Eğer sonuçlara bağımlı kalmıyorsanız o zaman hayatta hiçbir şey korkutucu olamaz. Saplantı haline gelmez. Çözülemez kördüğümlerle uğraşmazsınız. Kuru kuru istemeyin, sadece seçim yapın. Hatalar yaparız, yanlış seçimler yaparız. Üzülürüz, inciniriz. Olsun. Bunları da yaşamak gerekir. Gerekir ki doğru seçimlerimizin kıymetini bilelim. Hatalarımızı sevelim, sevelim ki onlardan alacağımız dersin farkında olalım. Herhangi bir şeyi sürdürmeyi başarı olarak nitelendiriyoruz. Uzun süreli olan şeyleri seviyoruz. Süre uzadıkça başarılı olduğumuzu sanıyoruz. Uzun süre aynı işte çalışmak, aynı evde yaşamak, aynı kişiyle evli veya beraber yaşamak… Bu süreler bizim başarılı olduğumuzun kanıtı oluyor. Ne alakası var? Hayatımızın amacı ne kadar uzun süreli işlerde başarılı olduğumuzu mu kanıtlamak yoksa hayatımızı en iyi şekilde değerlendirip yaratıcı ve imrenilecek bir hale getirmek mi? Hangisi sizin tercihiniz?

Her ne yapıyorsanız nedenleriniz doğru olsun. Seçimlerinizin doğru olup olmadığını ancak böyle anlayabilirsiniz. Biriyle ilişki kuracaksanız bunun sebebi; yalnızlık, mutsuzluk, şimdiki ilişkinizin yürümemesi değil ya da kimse sizi sevmediği için hiç değil; sadece sevgi varsa olsun. Koşulsuz sevgiyi alıp verebiliyorsanız, hissedebiliyorsanız eğer, yeni bir ilişkiye başlayın. İlişkide beklenti içinde olmayın, karşınızdakini düşman olarak görmeyin. Zor durumlarda bunların ilişkinize neler katabileceğini araştırın. Paylaşmayı bilin. Hiçbir şeyi zorunlu hale getirmeyin. İstek, arzu ve sevgi her daim sacayağı gibi yanı başınızda olsun. Duymak istediklerinizi değil, gerçekleri dile getirin. Açık kalpli ve açık sözlü olun.

Ne olduğunuzu, kim olduğunuzu, ne istediğinizi kendinize sorun. İçsel cevabınızı dinleyin. “Bir insana göründüğü gibi davranırsanız, bu onu daha kötü yapar. Ama bir insana olabileceği potansiyele göre davranırsanız, O’nu olması gerektiği şekle sokarsınız” demiş Goethe.

Siz de tüm sorularınızın cevaplarının sizde olduğunu bilin ve potansiyeliniz neyse onu anlamaya gayret edin.

Sevgiyle kalın,

Sy




4 Ocak 2012 Çarşamba

Düşünün, değişin ve dönüştürün…

Dünya değişiyor… Peki, biz değişiyor muyuz? Elbette değişiyoruz. Her geçen gün bizi insan yapan niteliklerimizden biraz daha uzaklaşarak, teknolojinin içine balıklama dalarak, hırslarımıza, öfke nöbetlerimize sarılarak bizler de değişiyoruz. Kapılıyoruz paranın alım ve yaptırım gücüne, gözlerimiz kamaşıyor. Duygular ve istekler arzu tramvayına biniyor ve bilinmeyene hızla yol alıyor. Son sürat yol alıyoruz… Nereye gidiyoruz Allah aşkına? Hayatın içinde kör dalışı yapar gibiyiz. Gittiği yere kadar mı? Ya da inceldiği yerden kopsun mu? Yaşam bu kadar harcanası ve gözden çıkarılası bir şey mi sizce?

Halk ağzında “kuş beyinli“ deriz kızdığımız zaman, karşımızdaki insanı aşağılamak için. Kuş küçük ya, dolayısıyla beyni de küçük; böylece bu sözü söylediğimiz kişi ve kuş hem akılsız hem de bizden aşağı duruma indirilir, seviniriz kendimizce. Bu sabah kargaları besledim. Garajın damına her sabah bir ekmek ufalayıp atarım. Çıktığım zaman bir tane bile karga yoktur çevrede. Ne bir ses ne bir kanat çırpması. Ekmekleri atarım ve kenara çekilip beklemeye başlarım. Önce bir veya iki karga pike yaparak ve çığlık atarak gelirler garajın karşısındaki ağacın dalına. Konarlar o dala ve senfoniye başlarlar. Nasıl bağırırlar anlatamam size. Ekmekleri almak için acele etmezler. Hâlbuki aç olmalılar. Diğer dostlarına veya akrabalarına ve kuş cinslerine burada yemek var duyurusunu yaparlar önce. Sonra sayıları artmaya başlar, çoğalırlar ve birbirlerini itip kakmadan büyük bir zarafetle her konuşta bir karga ve gagasında bir ekmek parçası ayrılmaya başlarlar garajın tepesinden. Zarif, mutlu ve huzurlu bir şeklide süzülerek giderler. Kavga yok, paylaşırlar azıklarını. Herkesin duyduğundan emin olmadan başlamazlar kahvaltılarına. Kolonilerine, ailelerine sadıktırlar, birbirlerini kollar ve gözetirler. Kim kuş beyinli şimdi? Bu cümle onları değil bizleri daha iyi anlatıyor bana kalırsa.

Paylaşmak dünyanın en güzel duygusu ancak yok olmaya yüz tuttu. Tıpkı soyunu tükettiğimiz hayvanlar gibi, kuruttuğumuz ürün vermeyen topraklar gibi, paylaşma duygusunu da yok ettik. Bana, hep bana zihniyeti aldı başını gidiyor. Oysa dünya her geçen gün daha bir yaşanılabilir olmalı, gelecek nesillere bırakılabilir olmalı, yaşarken tüketip sıfırlayıp gitmek kadar bencil bir başka yaşam formu var mı insanoğlundan başka?

Duygu ve düşünce tercihlerimizi gözden geçirelim ve onları değiştirelim. Tek başına her şeye sahip olma duygumuzu değiştirelim. Nefret, öfke, kıskançlık, bencillik, ön yargı gibi duygularımızın varlığını kabul edelim ama kullanmayalım. Bizi biz yapan her duyguyu tanıyalım, kabul edelim ancak seçme özgürlüğümüzü kullanarak yararlı olanı seçelim, bütünün ve kendimizin hayrına. İşte o zaman değişen dünyaya örnek oluruz. Biz ve dünya birlikte değişiriz iyi olana doğru. Değişim kelimesine yüklediğiniz anlam ne ise oturup düşünün ve değişimin hakkındaki düşüncelerinizi de değiştirin. Çünkü ancak böyle yaparsanız dönüşebilirsiniz.

Unutmayın “Bütün değişimler iyiye dönüktür.”

Düşünün, değişin ve dönüştürün…

Sevgiyle kalın,

Sy



1 Ocak 2012 Pazar

Ego: Eski Gaz Ocağı

Hani hatırlarsınız yılbaşını ailemle geçirmiştim. Detay vermek istemem ancak sevgili annemle yaşadığımız unutulmaz hastaneye gidiş maceramızı yılbaşı akşamına örnek olması için sizlerle paylaşmak istedim. Varın siz anlayın yılbaşı akşamının eğlencesini...
Güzel günler dilerim, nice senelere olsun, sevgiyle kalın.


Annem annem canım annem.
Geçen hafta annem beni aradı ve gece çok hastalandığını, bronşitinin azdığını söyledi. Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi'ne gitmek istiyormuş ve benden ona eşlik etmemi istedi. Ben de olur anne gideriz seni yarın sabah 09.00 da alırım dedim. Telefonu kapattım ve o çok bildik sinsi sesi duydum. Arkamı döndüm ki mutfağın camından bana bakıyor.
-Ne gülüyorsun? Uzun zamandır yoktun. Hayırdır?
-İstemeden kulak misafiri oldum canım annenle yola mı gidiyorsun?
-Bir kaç gündür beni sinsi sinsi yokladığının farkındayım zaten. Evet, doğru duydun annemi hastaneye götüreceğim.
-Yarın senin yoga günün. Değişim sürecinin başından beri hiç aksatmadan bedenin için ayırdığın bu zamana özen gösteriyordun. N'oldu?
-Hala gösteriyorum. Sabah evden çıkmadan bir kaç pratik çalışmamı yaparım, sonra da annemi doktora götürürüm. Ayrıca akşamüzeri de seans var dilersem ona da katılabilirim.
-Ne kadar da çözüm üretici olmuşsun görmeyeli. İyi de annene nasıl tahammül edeceksin yol boyu? Seni gene yiyip bitirecek.
-Ne alakası var ben bunları aştım artık. Çekil yolumdan da sofrayı kurayım.

Ertesi sabah hafif bir yoga egzersizinden sonra kahvaltımı yapıp annemi aldım ve yola düştük. Trafik malum İstanbul trafiği. Bende sakinliğimi bozmamak için kendi kendime bazı olumlamalar söyleyerek arabayı kullanıyordum ki annem beni dürttü;
-Kızım ne diyorsun duyamıyorum.
-Bir şey demiyorum anne. Şarkı söylüyordum herhalde.
-Ne demek herhalde? Sen ne yaptığını bilmiyor musun?
-Biliyorum anne; hani sana bahsetmiştim hatırladın mı ben bir yaşam koçu ile çalıştım, değişim yaşadım, kitap yazdım diye.
- Nereden hatırlasın be, anlattığında da anlamamıştı ki zaten!
-Evet, hatırladım n'olmuş.
-Bak gördün mü unutmamış, nanik!
-Unutmaması bir gerçeği değiştirmez. O senin için ne yaptı ki sen onun için kendi özel anını feda ediyorsun?
-Saçmalama o benim annem, benim için hiçbir şey yapmamış olsa bile ben onu olduğu gibi kabullendim ve seviyorum ve bir evladın yapması gereken, ihtiyacı varsa annesine yardım etmesidir. Ben geçmişimi unuttum, sünger çektim, talaşları ve tozları süpürdüm; sen ne halt etmeye ateş yakmaya çalışıyorsun? Ben geçmişimi affettim. Beni rahat bırak ve köşene çekil.
- Kızım Selcan ay beni duymuyor musun evladım?
-Efendim anne, ne dedin duyamadım.
- Kızım neyin var. Kendi kendine garip garip konuşuyorsun; kabullendim, affettim, seviyorum, köşene git, ateş yakma. Bunlar yetmiyormuş gibi kafanı sağa sola sallıyorsun. Bak kızım geçen gün televizyonda dinledim bazı kadınlar bunalıma girince içki içermiş veya hap kullanırmış. Söyle kızım sen alkolik misin? Yoksa hapçı mı? Ben senin annenim kızım korkma söyle bana.
-Ah annecim ah nereden çıkartıyorsun bunları bilmem. Egomla görülecek bir hesabım vardı onu hallediyordum. Merak etme ben iyiyim.
-Egonla hesabını nasıl hallediyorsun?
-Konuşarak anne, yumruk atarak değil herhalde.
-Benim rahmetli annem anlatırdı. Annemin bir amcası varmış. Sevdiğine vermemişler, askerden gelince dellenmiş. Doktora götürmüşler, hastaneye yatırmışlar, ölene kadar da orada kalmış garipçik.
-Anne ya ne diyorsun?
-Diyeceğim şu ki ben doğma büyüme İstanbul kızıyım deliyi gözünden anlarım. Eh genlerimizde de var. Hazır hastaneye gidiyorken sana da baktıralım.
- Of anne of değişimimi yaşadım diyorum, yarım saatte her şeyi çöpe attıracak hale getiriyorsun beni. Tamam, sustum anne, yeter ki sen de sus. Egomu arar oldum ya şu işe bak.
-Peki, ne zaman halledeceksin egonla işini?
-Akşam anne akşam, sen keyfine bak şimdi.
- O kocan seninle aynı evde eğil mi? Senin garip konuşmalarını duymuyor mu? Ya o gözlerini belerte belerte bakışını. Yok, yok ben kızımı ezdirmem, benim kızım delirecek; o adam fark etmeyecek. Yok, öyle şey. Ben daha ölmedim ezdirmem evladımı.
-Anne!
-Efendim kızım.
-Seni çok seviyorum.
-Ben de kızım ben de. Deli meli evlat işte n'apıcan. Üzülme kızım ben bunu halledeceğim.

İşte böyle, annemle hastaneye gittik, doktoru bulduk, ilaçlarını aldık. Onu eve bıraktım. Eve gelince ilk iş beyaz eşya bayiini aradım. Kendime elektrikli, dört gözlü harika bir set üstü ocak sipariş ettim. Getirdiler taktılar. Ben de Eski Gaz Ocağını tavan arasındaki depoya kaldırdım.



İnanç bir güç mü?

İnanmak, bilmek, güvenmek, umut etmek, iman etmek, hayal etmek, istemek… Bu fiiller sanki aynı yola çıkan yan yollar gibiler. Sizce de öyle değil mi?

Dış dünyadan bize önerilen her bilgi iç dünyamızda bir yansıma bulur ve sonuçta yaşadığımızla bir bütün oluruz, inanırız ve bizim gerçeğimiz haline gelir. O gerçekliği de yaşamaya başlarız. Öyle olduğuna inanmak isteriz. Çünkü inanmak bir ihtiyaçtır. O zaman bildiğimize mi inanırız yoksa kendi iç sesimize mi? Karıştım işte burada; neye inanacağımı bilemedim bir an!

Hayatımızın her saniyesinde hep bir şeye inanarak yaşarız. Arabanın güvenilir ve emniyetli olduğuna inanmak isteriz. Yaptığımız seçimin doğru olduğuna inanmak isteriz. Aşka ve ömür boyu sevdiğimizle birlikte olacağımıza inanmak isteriz. Bir kadına ya da bir erkeğe inanmak isteriz. Yalan söylemenin kötü olduğuna inanmak isteriz. İlk görüşte aşka inanmak isteriz. Hap içince ağrımızın geçeceğine inanmak isteriz. Tatlı dilin yılanı deliğinden çıkartacağına inanmak isteriz. Okuduğumuza ya da duyduğumuza inanmak isteriz. Leke çıkarıcıların ve temizlik ürünlerinin işe yaradığına inanmak isteriz. Kimseye kötü davranmazsak bize kötü davranmayacaklarına inanmak isteriz. Öldüğümüzde cennete gideceğimize inanmak isteriz. Dua edince işlerimizin yolunda gideceğine inanmak isteriz.  Af dileyince Allah’ın yaptığımızı hoş göreceğine ve bizi affedeceğine inanmak isteriz. Bizim dinimizin diğer dinlerden daha üstün olduğuna inanmak isteriz. Ailemize inanmak isteriz. Çok çalışırsak zam alacağımıza ve terfi edeceğimize inanmak isteriz. Başımıza kötü bir şey geldiyse hak ettiğimize ve cezalandırıldığımıza inanmak isteriz. İlk paragraftaki fiilleri sırasıyla bu cümlelerde kullandığımda hiçbir anlam değişikliği algılamadım. Hepsi aynı şeyi ifade ediyor özünde…

Bir inancı bir diğerinden farklı kılan bir şey var mıdır? Hangisi iyidir, hangisi kötüdür? Hangisini seçmeli ve inanmalıyız? Dünya üzerinde o kadar çeşitli inanç kalıpları var ki! Olması gerektiği için var çünkü hayatın güzelliği çeşitli olmasında saklıdır derler ve inançlar bir çeşitlilik yaratır; tartışmalar, konuşmalar, yorumlar, üretimler gelir peşi sıra. Peki, bu kadar çeşitlilik arasında neye inanacağımızı nasıl bileceğiz? Kafamız karışmayacak mı?

Karışmayacak çünkü biliyoruz ki inanç bir gerçeklik ve gerekliliktir. Bazen bir şarkı duyarsınız sırf sizin için söylenmiş gibi gelir, içinize işler. Bazen bir dua duyarsınız ya da bir yerlerde okursunuz sanki sizin için yazılmıştır. Her kelimesi içinde bulunduğunuz hali anlatmaktadır. Bu aslında duayla ya da şarkıyla değil sizinle alakalıdır. İşte inanç da böyledir, sizinle alakalıdır; bu yüzden kafanız karışmaz…

İnanç büyük bir güçtür hem de çok büyük bir güç. Neye inandığınızı keşfederseniz sorunlarınızı daha etkin bir yoldan hızlıca çözebilirsiniz.

Susun bir müddet, dinleyin iç sesinizi, kulak kabartın ve duyun kendi duanızı…

Sevgiyle ve inanarak kalın,

Sy