Hepimizin bir hikâyesi
vardır. İyi, güzel, keyifli ya da kötü, çirkin, mutsuz ancak her ne olursa
olsun hikâye hikâyedir ve bizimdir. Öyle sahiplenmişizdir ki içinden çıkmaz,
çıkamaz orada yaşamaya başlarız bir müddet sonra. Ta ki hikâyenin bize özel
değil herkesin ortak malı olduğunu anlayana kadar. Bu gerçek kafamıza dank
edince aslında hikâyenin ötesinde de bir yer olduğunu fark ederiz. Oraya doğru
giden belli belirsiz bir yol vardır ve biz bu yolu almaya başlarız; içimize
doğru, özümüze doğru yolculuk etmeye başlarız sessizce…
Yolculuğumuz birçok
noktaya ışık tutar. Açıkça görmeye başlarız hikâyemizin bizi nasıl esir
aldığını. Her şeyden korkar ve çekiniriz. Öyle yorgun hissederiz ki yaşam ağır
ve sıkıcı gelir. Gene de görmek istemeyiz, yüzleşmek istemeyiz, yürümek istemeyiz
bir türlü o hikâyenin altında yatanlara doğru. Erteleriz. Çünkü hikâyeyi iyi
tanırız. Hikâyemizin başlangıç, gelişme ve sonuç bölümleri bellidir. Orada
kaldığımız sürece hep bildiğimiz şeyler vardır. Hikâye ile bütünleştiğimiz için
hikâye olmuşuzdur aslında. Kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, ne olacağımızı iyi
biliriz. Bunları bilmek bizi rahatlatır. Hikâyede bizi üzen, sıkıntılara sokan
noktalarda alışageldiğimiz şekilde debeleniriz, sızlanırız ve inançlarımızın
her geçen gün bizi iyice içeriye, aşağıya, dibe hapsetmesine izin veririz. Hani
yabancı bir ülkede yaşama fikri korkutur ya birçoğumuzu; işte aynı korkuyu
algılarız hikâyeden çıkma düşüncesi ya da hikâyeyi değiştirme düşüncesi ara ara
da olsa geldiğinde. Bu yüzden hikâye bizi kontrol eder bizde hikâyeyi… Yaşar
gideriz öyle iç içe, dip dibe…
Hikâyemiz bizi umursar,
önemser her daim. Öyle hissederiz, onsuz bir hiç olacağımız fikrine kapılırız.
Bu yüzden sıkı sıkıya yapışırız hikâyemize ve oradaki rolümüze. Her şey kontrol
altındadır; iç sesimiz, yargılarımız, etiketlerimiz. Hiç belirsizlik yoktur,
boşluk yoktur. Güvende hissederiz kendimizi. Düşünsenize oradan çıkmaya
çalışsak dışarıda ne olduğunuz bilemeyiz, bizi neler bekliyor tahmin edemeyiz.
Değişim düşüncesi iliklerimize kadar korku pompalamaya başlar. Derhal limana
geri döneriz ve yarattığımız hikâyenin kontrolünü elimizde tuttuğumuzu
varsaymanın rahatlığıyla tutsak olmaya devam ederiz. Farkında bile olmadan…
Gün gelir yoruluruz,
tükeniriz ve son bir gayretle bir atak yaparız ve başarırız hikâyenin dışına
adım atmayı. İşte o zaman fark ederiz ki hiçbir şey için çabalamaya gerek
yoktur aslında. Hikâyede kurban rolünü oynamaktansa, tutsak rolünü oynamaktansa
hikâyeye teslim olsaymışız; hem içinde hem dışında gezinme ihtimalini
kucaklayabilirmişiz. İşte o zaman hikâye olmadığını, kurban olmadığını, tutsak
olmadığını anlayabilirmişiz. Kavrayabilirmişiz her şeyi bizim yarattığımızı,
her şeyle bütün olduğumuzu ve her şeyin bizim için olduğunu. Kişisel veya
bireysel algılamanın bizi bütünden uzağa düşürdüğünü…
İşte tüm bunları
çıplaklığıyla görebildiğimizde hikâyemizin amacını da anlarız, yaşamdaki
varlığımızı da. Aradığımız her türlü çıkış, çözüm hikâyemizin içindedir
aslında. Görmemizi bekliyordur sadece. Tek yapmamız gereken şey bunca zamandır içinde
olduğumuz hikâyeyi neden yarattığımızı keşfetmektir. Bunu keşfedince de hem hikâyemize
sahip çıkabiliriz hem de kendimize…
Sevgiyle kalın,
Sy
Nedense hikayemizin dramatik tarafına pek sıkı sarılırızda eğlenceli yönünü hep es geçeriz.Oysa her hikayenin can alıcı noktası acıda değil tatlı anlarındadır.Bu güzel paylaşımın için teşekkürler...
YanıtlaSilSevgiler
Sulhan