Bir şeye tutunmayıp
özgür bıraktığında o şeyi özgür bırakmış oluyorsun. Gerçekte olan ise hem tutunduğunu
hem de kendini özgür bıraktığın. Tutunduğumuz şeyler aslında kişiler ya da
olaylar değil; duygularımız. Mutsuz olmayı, üzgün olmayı biliyoruz, bunlar
bildiğimiz ve kanıksadığımız duygular. Oysa mutlu olmayı, serbest bırakmayı ve
özgürlüğü yeterince iyi tanımıyoruz. Bu yüzden de güvenilir geldiği için
tanışık olduğumuz duyguları tercih ediyor ve hayatımıza onlarla devam ediyoruz.
Zamanla üzüntü, mutsuzluk, keyifsizlik, sıkıntı o kadar yerleşik düzene
geçiyorlar ki bilinçaltımızda, an ’da kalmakta zorlanır oluyoruz. Böylece
geçmiş ve şimdiki anı birleştiriyoruz ve içinde bulunduğumuz an günden güne
silikleşiyor. Böylece genel anlamda
frekansı düşük ve mutsuz bir ortamda yaşamaya başlıyoruz. Bizler böyle olunca,
etrafımızda yavaş yavaş bizimle aynı frekansa geliveriyor. Üzüntü ve
mutsuzluğun kol gezdiği bir koloni yaratıyor ve o kolonide yaşamaya başlıyoruz.
Mıknatıs gibi frekansı her düşük olanı koloniye çekip alıyoruz. Büyüyoruz,
büyüyoruz ve mutsuzlar liginde şampiyonluğa oynuyoruz.
Aslında üzüntü duymak
faydalıdır. Kendimizi taş gibi kaskatı kesilmekten koruyabilmenin yolu üzüntüyü
hissedebilmekten geçer. Üzüntünün bir yerde iyileştirici bir özelliğini de
vardır. Üzüntüye kucak açtığımızda kaybettiklerimizi daha iyi anlarız ve
serbest bırakmamıza yardımcı olur. Gözyaşlarımız da bu noktada devreye
girerler. Eğer gerçekten üzüntünün akışına kendimizi bırakabilirsek, kendi
içimizi daha net duyabilir ve bir nevi huzura bile erişebiliriz. Kendimizi
sonuçta duygu eleğinden geçirmiş ve tazelenmiş hissedebiliriz. En derinlerde
kalmış anılarımıza, bağlarımıza inen yolu buluruz.
Üzüntüye yüzeysel
olarak kapılır isek bu iyileştirici özelliğini göz ardı ederiz ki; bu da bizim “akma”
kavramımıza sekte vurur. Olaylara ve duygulara odaklanma becerimizi devre dışı
bırakır. O konuda, o olayda takılı kalırız. Gözyaşlarımız boşa akar, kederimizi
ve duygularımızı tam anlamıyla dışa vuramayız ve içimizde bir yerlerde sıkışıp
kalırlar. Tam bir boşalma yaşayamayız. Belki gözyaşlarımızı kederimizi ve tüm
duygularımızı dışa vurmamak için bazı sebeplerimiz de vardır. Ancak “ sıkışık
kalmak” unutmayalım ki öfkeye doğru yol almakta çok ustadır. Üzüntü ve öfke
birlikteliği ise bizim için yıkıcı sonuçlar ortaya koyar ve yapıcı olmaktan
uzaklaştırır. Boş ve kayıp hissederiz.
Üzüntü duymaktan amaç
düze çıkmayı bilmek olmalıdır. O zaman üzüntü yapıcı ve itici bir güce
dönüşecektir. Üzüntüyü sona erdirdiğimizde yani tam bir boşalma ve yüzleşme
yaşadığımızda ise; tekrar hayatımıza, asıl amacımıza dönebiliriz. Daha dingin,
daha akıllı, daha ne yapacağını bilen ve daha farkında hissederek, sinyalimizi
verip park konumundan çıkarak yola tekrar dâhil olabiliriz.
Üzüntülerimiz, öfkemiz
ve duygularımız arasında oluşturacağımız yolun ahenkli birlikteliği olması bizi
destekleyecektir buna eminim. Üzüntü ve mutsuz olduğumuz anlarda sakince
değerlendirmeler yapıp, yasımızı yaşayabilmek ve sonrasında
değerlendirmelerimizi yapıp yolumuza devam edebilmek; bizi, hayatın içinde
yolumuzu kaybetmeden ilerletecektir. Sinirlenmek, üzülmek, savaşmak ve sonrasında
ayrışmak hayatta kalma becerilerimizi güçlendirecektir. “ Serbest bırakılması
gereken asıl şey nedir?”, “ Yenilenmesi gereken ne var? sorularına cevap almamızı
kolaylaştıracaktır.
Üzüntü veya mutsuz olmak sadece kayıplardan ve başımıza gelen olaylardan ibaret değildir. Bunların bir de alt yapısı olduğunu ve bu alt yapıyı oluşturanın da kendimiz olduğunu bildiğimiz sürece sükûnet ve rahatlama duygusu hep bizimle olacaktır.
Gerektiği kadar gereken
yerde ve olayda araştırarak ve her daim sevgiyle kalmayı bilelim,
Sy
Başlıktaki yazı muhteşem...Gerçekten her yaşadığımız olumsuzluk bize bakabileceğimiz başka bir bakış açısı getiriyor.Esas olan anda kalabilmek olsa gerek.İyi anlarımızın geçip gittiği gibi kötü anlarımızında geçeceğini bilmek..Selcan hanım bir kez daha hayata olumlu bakmanın önemini hatırlatan bu güzel yazınız için teşekkürler...
YanıtlaSilSevgiler
Sulhan