12 Eylül 2012 Çarşamba

Kelimelerin gücü ve çocuk olmak


Bu evrende her şeyin kendine ait bir gücü var. Keşfetmek güzel. Harflerin kendi başına gücü var. Bir araya gelip kelimeyi oluşturduklarında başka güçleri var. Onların kendi başlarına yarattıkları güce, bir de biz anlam yüklüyoruz. Daha da güçlendiriyoruz onları… Herkes okur. Okuduğunu anlar. Yorumlar. Bakış açısı getirir. Duygular oluşur ve ağzımız açılır: “Action!” Sonra, sonra kapılır gideriz… 

Herkes görür. Gözleri görmeyenler ise hisleriyle algılar. Bana göre onlar da görüyorlar. Hem de biz görenlerden daha iyiler. Ben öyle düşünüyorum. Herkes duyar. Kulakları duymayanlar da duyar. Hisleriyle, gözleriyle. Hem de bizden daha iyi duyarlar. Bana öyle geliyor… İnsanlar görür ve duyarlar. Yeterli mi görmek ve duymak?

Her kelimenin içinde barındırdığı alt anlamları var. Salt özel bir anlam içinde kullanılabilirler. Alt anlamları biz mi yükleriz onların sırtına, yoksa kendilerine mi aittir bu anlamlar da; bazen karışırım bu noktada. Yanlış anlaşılmalar ve tartışmalar. Mutsuzluklar ve anlaşılamamaktan yakınmalar. Bunlar kelimelerin yüzünden olabilir mi? Yoksa onları kullanırken bir yerlerde rotayı mı çeviririz, işimize geldiği gibi. Dedim ya karışıyorum bazen…

Acaba bütün mesele anlamlandırmaktan mı geçmekte? Hani her şeye bir etiket koyarız ya biz. Ad, soyad, nitelik, nicelik, işe yararlık ya da yaramazlık… Yoksa işin sırrı kişiselleştirmek te mi yatmakta? ‘Hiçbir şeyi kişisel almayın!’ Şık cümle aslında değil mi? Dolu dolu bir cümle… Ben bu cümlede ait olmak ve sahiplenmek anlamlarını da görüyorum. Vardır öyle bir huyumuz bizim. Kendi başına durmasına, kalmasına izin vermeyi pek sevmeyiz biz. Siz ne dersiniz?

Diyelim ki biri sinirlenmiş ve hırsını benden çıkarmakta. Zihnim bana bu cümleyi getirip açıyor yeni sekmede.” Hiçbir şeyi kişisel alma!”  Karşımdaki söylenirken, lafını güzelce oturturken, yeri gelip çeşitli beden hareketleri ile sesini desteklerken ne yapmalıyım acaba? Öyle ‘mal gibi’ durup bakmalı ve kişisel almıyorum diye düşünmeli miyim?  Galiba olabildiğince tepkisiz karşılamalıyım. Hal böyle olunca karşımdakinin sinir kat sayısı artabilir, tavan bile yapabilir. “Duvara mı konuşuyorum kızım ben?” diye dağları taşları inletebilir. “Niye cevap vermiyorsun, beni adam yerine koymuyor musun?” diye hafif bir şaşkınlık da geçirebilir, kızgınlık da.  Toparlar kendini ve kaldığı yerden sahnesine devam eder sonrasında. Kısacası türlü tepkiler alabilirim. Bunların sevimli olmayacağı konusunda da oldukça eminim. ‘Genel yaklaşım budur’ çünkü diye bir yargım var ise…Peki, ne yapmalı? Empati mi? İçinde bulunduğum sahnede, düşünmeyi, harekete geçmeden önce empatiyi kurabilme sürem nedir? Diyorum ya karışıyorum bazen…

Aslında biliyorum. Bildiğimi bilmeme hürmet etmem lazım. Otomatik pilottan çıkartmam lazım içinde bulunduğum yaşam formunu. Her şeyi olduğu gibi “görmem” ve “kabullenmem” gerekiyor. Ne ise o olmalı her şey. Zorlamadan. Harfler harf, kelimeler kelime olarak kalmalı. Kişisel olmamalı, yani onları sahiplenmemeliyim. Oluşturduğumuz cümle kendi anlamında kalmalı, farklı yerlere yollanmamalı. Duygular olmazsa olmazıdır yaşamın. Onları da yönledirmeden, başkalarının etkisinde kalmadan, kendi haline bırakmak gerekiyor. Özgür olmalılar… Ben baktım yuvarlak gördüm, sen baktın daire gördün, diğeri baktı isimlendirmedi… Anlaşılmadığı anlamına gelmez bu yorumlar o baktığımız şeyin. O şey ne ise odur. Ne hissediyorsa kendini, doğrudur kendince…

Çocuklara sorarız durmadan “ Annem çiş var mı? Acıktın mı? Susadın mı?”. Onların yerine düşünürüz, acıkırız, uykumuz gelir, susarız, canımız sıkılır, karar veririz. Oysa onlar o küçücük bedenleriyle karşımıza geçerler ve dikilirler. “ Hayır, istemiyorum” derler. Kocaman ruhlarıyla, kalpleriyle kendilerini ifade ederler. Özgünce. Kalıpsız. Yargısız. Ne hissediyorlarsa onu ifade ederler. Kelime hazineleri dardır ancak her istediklerini anlatırlar bize. Her insan görür, her insan duyar ancak nedense zamanla görmeyiz, duymayız. Bildiğimizi, kayıtlarımızı açarız hemen. Çocuk da bunlar yok. Yetinmeyiz karşı dururuz o küçük bedenlere. Benim istediğim saatte acık, susa, işe, uyu, sıkıl, eğlen… Bize bunlar yapılıyor ya, bizde başkalarına uygularız. En kolay hedef, en yakınızdaki hedeftir. Direnirler özgün ruhlar, tüm güçleriyle...

Çocuklar için her şey nettir, olması gerektiği gibidir. Adlarını bilmezler, soyadlarını bilmezler, nitelik ve niceliklerini bilmezler her şeyin. Oysa her şeyi de bilirler, olması gerektiği gibi… Her şey huzurludur, eğlencelidir, keyiflidir alabildiğine. Biz de bir zamanlar çocuktuk. Öyleydik, onlar gibiydik. Tekrar öyle olabiliriz. Kelimeleri sadece kendi anlamlarında kullanabiliriz. Yakıştırmayız, yapıştırmayız, kişisel almayız, sahiplenmeyiz. Net ifade edebiliriz kendimizi. Kendimize ve etrafa… Anlayışlı ve sevecen olabiliriz. Var olan duygularımızı açabiliriz. İçimizde sıkışıp kalmış sevgiyi çıkartabiliriz. Duyumsayabiliriz…

Kendi anlamımızı anlarsak eğer, kendimizce; kullandığımız kelimeler de anlam kazanır...

Sevgiyle kalın,
Sy

1 yorum :

  1. Muhteşem.. Okudum bir kez daha okudum ve gerçekten bende karıştım.Duygular,düşünceler,ben dediğimiz ama yinede bir kimlik aradığımız benliğimiz ,gelgitlerimiz ve illaki her şeye gerekli gereksiz sahiplenmemiz.Acil frene basmalı,abs devreye girmeli hatta yetinmeyip el frenini bile çekmeli dedim kendime..Şimdi sakince öğretilenleri düşünüyorum .Bakacağım ne kadarı geçerli ne kadarı çoktan miadını doldurmuş.:)).Değişik ve aydınlık bir pencereden bakmayı sağlayan bu güzel yazın için teşekkürler ..Sevgiler..
    Sulhan

    YanıtlaSil