24 Temmuz 2012 Salı

Gazino kültürünün evrimi


Duygular mekanlarla birleşir ve ikisi birlikte insanla bütünleşir. Daha sonra insanın bilinçaltıyla bir güzel çırpılır, karıştırılır. Ortaya yanardönerli bir meyve tabağı geliverir. Sevinçle tadına bakarsın, görüntüsü harikadır tabağın. Benim çocukluğumda gazinolar vardı. O kültürün bir parçasıydı bu alevli tabaklar. Ben önce korkardım acaba meyveler ağzımı yakar mı diye. Ateş var ya, çocukluk işte. Sonra dalardım tabağa. Ne alevi görürdüm, ne sıcağı düşünürdüm. Meyvelerin cazibesine kapılırdım. İlk başta zannederdim ki bugüne kadar hiç tatmadığım lezzette meyveleri yiyorum. Yedikçe anlardım muz aynı muz, mandalina bildiğin mandalina, portakal aynı pörsümüş portakal, elma aynı elma sert, sulu…

Zaman içinde kodlanmışların üzerine yeni kodlar yazılmaya başlar. Yeni yazılımlar oluşur. Her ne olursa olsun, olacak olan start alır ve yaşamaya başlarsın. Yaşarsın, deneyimlersin. Yeni yazılımlar ilave edersin mevcut kodlamaların üzerine. Bellek dediğinin esaretinde gidip gelirsin bir sağa bir sola. An gelir an’ı deneyimlersin, an gelir geçmişin içinde dolaşırsın ve çaktırmadan geleceğe bir göz atmak istersin. Hayatında fedakarlıklar yer almaya başlar. Kendininkilerden ziyade başkalarına ait yargılar, öfkeler, hırslar arasında nefes almaya çalışırsın. Kalmayı seçersen değiştirmek üzere, sıkışırsın orada. Lakin bazen de hoşuna gider sıkışıp kalmak. Bezen de çıkıp gidersin oradan. Bazen de tilki misali dönüp dolaşır dönersin kürkçü dükkanına…

Bir gün aynadan biri bakar sana ve “Kötü görünüyorsun” der. Kendine gelirsin. Bakarsın ışıklar yanıp sönüyor. Oturup yeni bir yol haritası çıkartırsın. Eşlik edenin de olur, köstek olanında. Bazen yılıp vaz geçersin yeniyi oluşturmaya çabalamaktan bazen de keçi gibi inat edersin, direnirsin her şeye, herkese. Yola devam dersin. Kim kazanacak diye merak edersin, anketler yaparsın. İyi haberleri alırsın, kötüleri pas geçersin. Çoğu kişi seni anlamaz sen de çoğunu anlamazsın zaten. Boş verirsin. Kendin gibi olanları bulmak ve onlarla olmak istersin. Sonra gün gelir durulur ortalık. Tepki vermezsin. Her şeye açıklama bulmaktan vaz geçersin. Olduğu gibi olanı kabullenirsin. Rahatlarsın. Sadece sen olmuşsundur. Sen ve sana ait sorumlulukların vardır artık. Fazlalıkları yol kenarına bırakıp yola devam edersin. Makul bir hızla, radara yakalanmadan, şeridi ortalamadan, yolda kalmaya devam edersin…

Düşüncelerin, eylemlerin hepsi sana aittir artık; sonuçları da tabii ki. Günahıyla, sevabıyla sen oluşmaktasındır. İyi hissedersin. İyisindir. Bunu yaymayı hedeflersin, paylaşmayı istersin. Güzel bir şey çünkü bu ulaştığın şey, her ne ise artık. Başkalarının deyişiyle ‘etliye sütlüye karışmadan’ yaşarsın. Bir önemi var mı böyle düşünmelerinin? Artık yok. “Merhaba” dersin sana ve dünyaya. Sarılırsın yaşama, kendine. “Her şey daha iyiye daha güzele” derler ya, sense gülersin “İyi nedir ki; güzel nasıldır ki?” diye sorarsın kendine. “Gerek yok ki tanımlamalara, etiketlere” diye düşünürsün. İyi de edersin. Hepimizin inişleri, çıkışları vardır. Önemli olan kendini tanıman ve yolunu bulmandır. Yoluna devam edersin.

Bu hayat benim. Bu benim seçtiğim yaşam. Bu benim yeni oluşturduğum ben. İçten ve dıştan aynı, bir…

Sevgiyle kalın,

Sy

19 Temmuz 2012 Perşembe

Kişi kendi bilir bana kalırsa...


Her şey yolunda giderken mutlulukla el ele cıvıldarken ne oldu şimdi? Aniden bir kara bulut gerekli miydi sanki?  İnsanın hevesinin kursağında kalması hem sıkıcı hem üzücü değil mi? Öyle mi gerçekten? Her şey her zaman aynı ivmede mi seyretmeli? Hep çıkışta kalmak mümkün mü?

Kim bilir belki de mümkün. Belki de doğru olan iniş ve çıkışları yaşamak. Her şeyi deneyimlemek ve tekrarlandığında hazırlıklı olmak.  Belki de gelen işaretleri, uyarıları okuyabilmek adına gerekli olan inişler bunlar. Kim bilir? Kişi kendi bilir bana kalırsa…

Belki de her şeyin yanıtı yok. Yanıt sandığımız şey yanıt değil belki de. Çözüm aradığımız yer, doğru yer değil belki de. Belki yanıt tek değil, kişiden kişiye değişken. Belki de yanıtı aramak boşuna, çoktan içimizde bir yerlerde cevaplanmaya başladı bile bazı şeyler. Yanıtın kimden geldiği, ne olduğu, kime veya nereye ait olduğundan ziyade önemli olan, o yanıtları bir araya toplayıp içinden birine madalyayı takmak belki de. Belki de en gereksiz gibi duranı alıp onunla ilerlemek ve gerekli olana ulaşmak…

Yaklaşık bir haftadır içime dönük duruyorum. Öyle bakıyorum kendime. Sizi bilmem ancak bu bana bu aralar sık oluyor. Hem buradayım, hem değilim. Hem seyirciyim, hem oyuncu. Kah izliyorum, kah alkışlıyorum. Oluyorum, oluşturuyorum. Ekliyorum, çıkartıyorum. Parlatıp cilalayıp farklı bir yere kaldırıyorum. Her türlü kendime bakıyorum, her açıdan. Gerekiyor arada bir. Arabaya bakım yapmak gibi, gümüşleri parlatmak gibi, çiçekleri sulamak gibi, bahçedeki otları ayıklamak gibi görüyorum ben bu an’larımı. Kalabalıklar içinde sessizliği yaşamanın keyfini çıkartıyorum. Özene bezene, alına salına bakıyorum kendime. Dönüp dolaşıp tekrar bakıyorum. Elimde değil alabildiğine genişleyen bir dünyadayım. Bakıyorum bende o dünyaya geniş perspektiften, elimden geldiğince… 

Yolculuk böyle bir şey işte, dolaş dur. Bu süreci tamamladığımda- her seferinde- gerçekleştiğimi hissediyorum. Aradığım kelime, tanım bu olmayabilir, bilemiyorum. Kim bilir ki? Kişi kendi bilir, sadece kendin bilirsin kendini…

Aslında bütün bir anlatım süresince dikkat ettiğim bir nokta varmış, şu an fark ettim. Gördüm ki hep yanıtını bildiğim sorular etrafında dönüp dolaşmaktayım. Ne kadar ötelesem de yanıt bir şekilde geliyor. Yapmam gereken tek şey gelmesine izin vermek… 

Hürmet ederek ve özgür irademe bırakarak bulduğum yanıtları seviyorum…

Sevgiyle kalın,

Sy

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Kendime yerleşiyordum!


Bir aileye ait olarak dünyaya geliyoruz genelde. Bazen de sadece bir anneye ait oluyoruz. Bir yerlerde yerleşik bir hayat sürüyoruz çoğu zaman. Bazen de yaşam şartları yer değiştirmeye yöneltiyor bizi. Bir şehirden bir başka şehre gidip geliyoruz. Sürükleniyoruz yaprak misali ortalıklarda. Korkularla bezeniyoruz çoğu zaman farkına bile varmadan, bilinçaltımızda yer etmiş olanlarla birlikte neden korktuğumuzu bile bilmeden korkuyoruz öylesine. Tek bildiğimiz yapmakla yükümlü olduklarımız. Yaşamak için, hayatımızı devam ettirebilmek için çabalamak zorunda olduğumuz. Sorumluluklar, yaptırımlar...

İçinde ‘ben’ hariç bir yaşam sürmek diyorum ben buna. Her şey var bir ben yokum içinde. Benim yerimi bir ‘suret’ almış. Başrolde hem de. Ben de kendi hayatımda figüranı oynuyorum. Rüya desem değil, uyanığım desem hiç değil. Ne peki bu? Bunu sorduğum an ’da cevaplar gelmeye başlıyor. Bildiğim her şey bitiyor, bir anda kendimi hiç tanımadığım birinle bir odada yalnız başıma buluyorum. Çıkmak istiyorum odadan, terk etmek orayı ve bildiğim ben’sizliğe sığınmak. Rahat orası, iki oda bir salon, kaloriferli, şirin mi şirin, yuvam orası benim. “Hayır” diyorlar bana “Hayır, olay senin bildiğin olay değil. Orası senin evin değil. Aslında standart yatak kahvaltı şeklinde sunulan bir konaklama şekli senin evim dediğin yer. Gerçek evini bulmalısın” diye ekliyorlar. Buyurun buradan yakın bakalım. Bunca senedir otel odasında mı yaşıyorum ben? Kör müyüm ben ya? Anahtarı elimde işte, benim evim orası…

Çıkıyorum odamdan, koridorda ilerliyorum, kapıyı açıyorum, ayağımı eşikten atıyorum ve çıkıyorum dışarıya. Işıktan gözlerim kamaşıyor. Bir süre bakamıyorum, gözlerim yanıyor. Sonra fark ediyorum ki gözyaşlarım sel olmuş akıyor. Basit bir yerde, anahtarı bende olmasına rağmen tutuklu gibi yaşıyor muşum aslında. Suretim ya ben, evim de suretmiş aslında. Körmüşüm, gerçekten de…

Siliyorum gözyaşlarımı. Fırlatıyorum uzak bir yere elimdeki anahtarı. Sonra vaz geçip koşup alıyorum yerden. Orası olmazsa nerede gecelerim ki bu akşam? Sokakta mı kalayım? Deli gibi tanıdık, bildik yerler, yüzler aramaya başlıyorum. Ah aslında hepsi suretten ibaretmiş. Bir müddet sonra açılan gözlerim daha iyi algılıyor etrafımdaki sahte yaşantıyı, sahte insanları, dostları. Bilim kurgu filmi gibi hayatım, var olmayanı yaşamaya ısrarcı olmuşum çok uzun zamandır. Direnmişim. Yaratmışım, yaşamışım. Beğenmemişim ama fazla değişiklik yapmadan biraz boydan almışım, iki pens atmışım yeni sanmışım. Giymişim tekrar aynı şeyi, fark etmeden. Giyinmişim, soyunmuşum, giyinmişim, soyunmuşum. Tüm çıkarıp attıklarım aşağı yukarı aynı model…

Dolaplarımı temizliyorum, ne varsa kaldırıp atıyorum. Az ama öz olsun diyorum, yeter bana. Birikmiş tozları, örümcek ağlarını alıyorum. Pırıl pırıl yapıyorum ortalığı. “Hadi” diyorlar, “ Aç bakalım kapıyı.” Boğazım tıkanmış, titriyorum. Sormak istiyorum, çekiniyorum. Ani bir kararlılıkla ilerliyorum, elimde anahtar. Atmaya kıyamadığım anahtar. Sokuyorum anahtarı kilide, giriyorum içeriye. Hiçbir şey görmeden duruyorum bir süre koridorda. “Aman Tanrı’m burası benim evim “ diye haykırıyorum. Nasıl güzel, nasıl temiz, nasıl sıcak, nasıl şirin; beni yansıtıyor. İçim ısınıyor, gözlerim yaşarıyor. Bir kahve yapıyorum. Camın önüne oturuyorum. Telefon çalıyor, “ Neredesin kaç zamandır” diye soruyor bir dostum. 

“Kendime yerleşiyordum” diyorum…

Sevgiyle kalın,

Sy

8 Temmuz 2012 Pazar

"Bir ihtiyaç bul ve onu karşıla."


Sabah masamdaki kitapları toparlarken bu sözü buldum. Bir kağıda not etmişim ve saklamışım. Sözün sahibi Norman Vincent Peale. Oldukça kısa ancak bir o kadar da yüklü bir cümle öyle değil mi? Hayata hareket katmak için, yaşamda bir yol bulmaya çalışanlar için etkileyici de hatta. Bu sabah bana verdiği anlam ”Hayatıma hareket katmayalım” olabilirdi. Birkaç gün sonra daha farklı anlamlar çıkartabilirdim belki bu cümleden. “Elimdekini paylaşmanın mutluluğunu” anımsatabilirdi bu söz bana ya da “İhtiyaç duyan birinin varlığını fark etmemi” hatırlatabilirdi bana. Bir süredir kendime sözler seçiyorum, o güne özel, o anki duygularıma hitap eden veya öylesine gelişi güzel bir şekilde seçtiğim ve günüme anlam katan sözler bunlar. Gün boyu izliyorum o sözleri beni nerelere götüreceklerse izin veriyorum onlara. Bu seçimlerimden hiç memnun olmadığım günler de oldu, aşırı hoşuma gittiği günlerde. Anlık duyguların yönlendirmesiyle yapılan mini geziler bunlar, kendime doğru. Bazen de seçtiğim sözlerin, kendi anlamları dışında kalsa bile, bana yansıttıkları oldu…

Bugün bu söz bana “Hayır” demeyi nasıl öğrendiğimi hatırlattı. Gururla söyleyebilirim ki uzun zamandır “Hayır” demeyi öğrendim. Böylece istemediğim, ittiğim şeyleri kabullenmek ve yapmak zorunda kalmıyorum. Ancak bu şekilde davranırsam kendime de “ Hayır” diyebilmeyi öğrenebileceğimi de fark ettim. Bunu başarabilmek için kendime aşırı dürüst olmam gerekti. Sudan, eften püften bahanelerimi bırakmam, zayıf olduğum yönlerimi keşfetmem “Hayır” diyebilmemi kolaylaştırdı. Esnek olmayı ve uyum sağlamayı genellikle “Evet “ kelimesi ile özdeşleştirdiğim günlerde, ne evet ne de hayır demek zorunda kalmamak için geri çekilişlerim, içime dönmüş suskun hallerim olurdu. Onlardan da eser kalmadı. Artık suskunsam sessizliğin keyfine varabilmek için susmuş oluyorum. Sessizliklerim artık kaçış değil tam tersine özüme varış haline geldi. Böylece huzuru ve dinginliği yakaladım. Hem de hiç bırakmamacasına…

Artık yaşantımda kaygılara yer yok. Kabulleniş sayesinde mucizelere tanık oluyorum. An ’da kalmanın keyfini yaşıyorum. Hayır diyemediğim günlerde içim içimi yerdi olaydan günler sonra bile. Kabullenemez, kendime yediremezdim, o ufacık kelimeyi atamazdım üzerimden. Bazen de olayların nasıl sonuçlanacağını bildiğim için hayır diyerek yangına körükle gitmek istemezdim. O zaman da kendimi yok saymak pahasına da olsa evet derdim. Bu evet de binerdi omuzlarıma günlerce, aylarca. O zaman da hayatı ıskalardım, tüm güzelliklerini istemeden de olsa pas geçerdim. Fark etmek fiili anlamsız gelirdi bünyeme ve reddederdim fark etmeyi. Aslında ittiğim ne “Evet” ne de “ Hayır” olurdu; sadece kendimi iterdim. Ötelerdim…

Hayatımda karmaşa yok, kararsızlık yok, ortalığı yatıştırma sorumluluğu yok. Her şeyi akışına bırakmış bir haldeyim. Yeri gelince “Evet” diyorum, yeri gelince “Hayır”. Her şey alabildiğine kolaylaştı. Her zaman bir yol varmış, anladım. Fazla çaba sarf etmeden de bazı şeylere sahip olunabiliyormuş, anladım. Nereye gittiğimi, ne yapmak istediğimi biliyorum bu yüzden de vakit kaybı yaşamıyorum. Başkalarına kızarak aslında kendime kızdığımı anladım.  Sevginin kelimelere ihtiyacı olmadığını anladım, sessizken de sevgiyi yayabilirmişim, fark ettim. Ne düşünüyorsam onu yaratıyorum ve yaşıyorum. Yaşamımda olumsuzluklara yer vermektense, olumlu olanın olmasına müsaade etmeyi öğrendim. Bütün bunların içinde evet ve hayır kelimelerinin etkisi olmadığını fark ettim ki en önemlisi buydu bana kalırsa. Çünkü yürekten gelen, kendinden emin, kendi duygu ve düşüncelerinin yönlendirmesi ile söylediğin evet ve hayır kelimeleri asla yerini şaşırmıyor, cuk oturuyormuş. Anladım…

Sabah bir söz seçmek için oturdum masama, nereden nerelere geldim. İşte bu sözler beni böylesine alıp götürüyor benden, uzak diyarlara…

Sevgiyle kalın,

Sy

Farklı yaşam arayışları hakkında


Biriktiriyoruz, biriktiriyoruz, biriktiriyoruz. Hiçbir şeyi atmaya kıyamıyoruz. Artık içimizde adım atacak yer kalmayana dek elimize geçen her şeyi tıkıyoruz zihnimize, bedenimize, kalbimize. Tıka basa dolduruyoruz, doluyoruz. Tabiri caizse dudak payı bile bırakmıyoruz anlayacağınız. Sonra bir bakıyoruz ki yalpalayıp dökülmüşüz, taşmışız…

“Hiçbir şey dışardan görüldüğü gibi değil” derdi annem ben küçükken. Sonra sonra anladım ki aslında her insan kendine özgü, her olay kişiye özgü; tepkiler nasıl baktığına, nasıl algıladığına bağlı. Çünkü insan denilen varlık özel bir varlıktı. Kendinin ne olduğunu bilen, değerleri olan varlıktı. Son zamanlarda ise çoğu insan, çoğu olay kendi dışında ‘olanı’ yaşamayı ve olmayı seçiyor sanki. Tepkiler aynı, tarzlar aynı, tahammülsüzlükler aynı, ifadeler aynı, herkes aynı, her şey aynı gibi. Öyle mi acaba?  Gerçekten herkes ve her şey kopya kâğıdı konulmuş gibi, tornadan çıkmış gibi, olması gereken her ne ise, özgün halini terk edip başkası olmaya çabalar gibi, etrafını kopyalar gibi mi yaşıyor?

Şimdi ise moda olup, kopyalanmaya çalışılan şey: “Yaşantımızda değişiklik yapmak.” Oysa kendi hayatını değil de prototip bir yaşamı seçmiş ve kendini o yaşama hapsetmiş birinin, değişiklik kelimesinden anladığı nedir acaba? Ne yaptığının farkında olmadan, nefret ve öfke içinde debelenip dururken, önyargıların kalıplarını kırmadan, sevgiyi hissetmeden, sevgiyi koşulsuz vermeden, affetmeden, an’da kalmanın önemini kavrayamadan yapılan bir değişiklik ne kadar kalıcı olabilir ki? İliklerine kadar mutsuzluk dolmuş birinin ‘mutlu olmak için değişiklik istemesi’ gerçekleşebilecek bir hedef midir? Kendi istediği şekilde değil de bir başkasının önermesi ile yaşamayı seçmiş birinin, etrafın söyledikleri ile hayatını şekillendiren birinin, iç sesini duymayı terk etmiş birinin, hayat amacı mutlu olmak için para kazanmam gerek düşüncesi ile özdeşleşmiş, kemikleşmiş birinin hedefine varması, yaşantısında değişiklik yapmak istemesi başarıya ulaşabilir mi? Yaklaşımı olumsuz olan, başına gelenlerin sorumluluğunu almayıp kurban rolü oynamayı seçen birinin, her durumda zaman ayırmayıp ‘görmeyi’ reddeden birinin, yapılması gereken değişikliğin önce içte olması gerektiğini keşfetmesi mümkün müdür? Bana kalırsa mümkündür. Bana kalırsa değişiklik yapmak da mümkündür. Nasıl mı? Yaşamı şekillendirenin kendimiz olduğunu kabul edersek eğer, düşündüğümüzü oluşturduğumuzu, oluşturduğumuzu yarattığımızı, yarattığımızı da yaşadığımızı fark edersek eğer mümkündür. İçten dışa bir değişimin kalıcı olacağını fark edersek eğer, mümkündür.

Son zamanlarda çıktığım seyahatlerde şehirde olanın köyde yaşamayı arzuladığını, köyde olanın da büyük şehirde yaşama özlemi ile tutuştuğunu gözlemledim. Bir de bulunduğu yere sıkı sıkıya yapışarak sahip çıkan bir kesim vardı ki, bu kesim de elindekini öne çıkartıp seçiminin doğru olduğunu kanıtlayabilmek için- bana kalırsa kendilerini inandırmak için başkalarını inandırma çabası içindeydiler- ötekini kötüleme yolunu seçmişti. Sıkılan ve bunalan insanlar yaşadıkları yeri değiştirme çabası içindeler. Zannediyorlar ki tebdil-i mekânda ferahlık var. Evet var ancak sen burada ve orada aynı kalmaya devam edeceksen bir müddet sonra orası da seni bunaltmayacak mı? Sen kendini değiştirmeden yaşadığın yeri değiştireceksen bu senin yaşantında nasıl bir değişiklik yaratabilir ki! 

Kazdağları’na yaptığım gezide on sene önce oraya yerleşmiş bir bayanla köy kahvesinde sohbet etme fırsatı buldum. “Zamanı gelmişti ve hayatımda bir değişiklik yapmak istedim ve buraya yerleştim. Aradığım şey sessizlik ve basit bir yaşamdı. İlk taşındığım sene evimin balkonunda oturup denize bakmak beni müthiş mutlu ederdi. Şimdi ise sıkıyor o engin suya bakmak. Hep aynı çünkü, köprü trafiğini özledim, insanların karmaşasını özledim, şehrin curcunasını özledim” dedi.” İstanbul’da bir evim vardı. Satmamıştım. Sıkıldıkça oraya kaçıyorum, oradan sıkılınca da buraya dönüyorum. Bu seferde kendimi hiçbir yere ait hissedemiyorum” diye ekledi. “ Siz de arayışta mısınız? Böyle bir yerde yaşamayı mı arzuluyorsunuz?” diye sordu. “Evet, eninde sonunda böyle bir yerde yaşamayı istiyorum” dedim. “ Aman ha iyi düşünün, varsa bir eviniz orayı da kapatmayın sakın” dedi ve kahveden ayrıldı. O gittikten sonra yanımda taşıdığım defterime şu notları aldım: “ Bulunduğun yere ait olmak istiyorsan eğer önce kendine ait olmalısın. Kendine ait değilsen hiçbir yerde kendini iyi hissetmezsin, ait hissetmezsin. Değişiklik ile değişim kelimelerinin kalıcı olabilmeleri için köklü olmaları gerekir. Bu iki kelime “içten dışa” doğru olursa eğer kalıcı olur. O zaman her nerede isen kendine ait olursun, bulunduğun yere ait olursun. Böylece yeni olan, gelişecek büyüyecek yer bulur, çürüyüp gitmez.”

Sevgiyle kalın,

Sy

7 Temmuz 2012 Cumartesi

2012 Kazdağları Gezisi


Ufak bir kaçamak yapalım dedik. Atladık arabaya düştük yollara. Kazdağı’nda yaşayan dostlarım var. Durmadan davet ederler beni. Bir türlü fırsatım olmamıştı. Kısmet 2012 senesineymiş. Seyahatler içinde ani kararla, hazırlıksız çıktıklarımı daha çok sever oldum. Plansız, programsız, geldiği anda…

Yöre insanlarından o kadar çok efsane dinledim ki: Sarıkız Efsanesi, Hasan Boğuldu Efsanesi, Troya Efsanesi, bildiğim bu efsanelere bir kez daha hayran oldum. O dönemlere olan sevgim, ilgim katlanarak arttı bu gezide. Etraf harika ormanlar ile kaplı ve zeytin ağaçları beni bir kez daha kendilerine âşık ettiler. Dağın tepelerine doğru çıktıkça doğanın güzelliği karşısında ağzım açık kaldı doğrusu. Kararsız kaldım gene; deniz kenarı mı, dağ köyü mü, orman arazisi mi beni en çok büyüleyen hangisiydi acaba? Seçemedim, hepsinin yeri ayrı galiba. Bir arada olunca da güzeller, ayrı ayrı olunca da. Nerede yaşayacağım ben? Nereyi seçeceğim İstanbul’umdan gitmek istediğimde?

Pers kralı Kserkes’in ve ordularının M.Ö. 480 de Atina seferi sırasında yürüdüğü yollarda -Kaz Dağının 1300 m yüksekliğinde Kapı Dağı tepesindeki antik yolda –bulunduğumu düşleyince attığım her adımda sanki boyut değiştiriyordum. Bana böyle oldu ben o dağda gezinirken. Zeus, Apollon, Paris, Afrodit sanki bana şölen hazırlamışlardı Zeus Altarı’nda. Bulunan antik kalıntılara dokundum. Mitolojiyi hissetmeye çalıştım. Ölümsüzler ve ölümlüler arasındaki efsaneleri geçirdim zihnimden. Homeros’un İlyada’sı akmaya başladı gözümün önünde; Akhilleus ve Hector. Efsanenin içine daldım, Afrodit, Truvalı Helen, Zeus, Hera, Agamemnon… Orada olsaydım altın elmayı bana verir miydi acaba Paris Afrodit’e vermek yerine?

Babasıyla Güre köyünün yakınlarında Kavurmacılar beldesinde yaşadığına inanılan Sarıkız’ın efsanesi ise çok acıklı. Babası hacca gidince köylülerin iftirasına uğrar. Hac dönüşü babası kızını öldürmeye kıyamaz, birkaç kazla götürüp dağın zirvesine bırakır. Vahşi hayvanların öldüreceği düşünülen kız bir ermiş olur ve baba kızına iftira edildiğini anlayınca beddua eder, köyde yaşayan kimse kalmaz ve köy kütükten silinir. Dağda üzüntüyle dolaşan baba kayıp kızını ararken ölür. Köylüler Sarıkızın mezarının bulunduğu yere yassı yaşlar koyarlar ve oraya Sarıkız Tepe; babasının öldüğü yere de Baba Tepe adını verirler. Her sene ağustos ayında onları anmak için dağın eteklerine çıkarlarmış. Önyargılar ve iftiralar her devirde varmış diye üzülmekten vaz geçsem mi acaba diye sordum kendi kendime. Günümüze has değil işte rahatla dedim özüme.

Ovalı Hasan’la, obalı Emine’nin aşkları ise Hasan Boğuldu Efsanesine can vermiş. Birbirine kavuşamadan ölen bu iki gencin anısına Gökbüvet köyüne Hasanboğuldu adı verilmiş, Gökbüvete bakan çınar ağacına da Emine Çınarı denmeye başlamış. Evlenmek istediklerinde Hasan’a kızı vermeye yanaşmayan ailesi yaklaşık kırk kilo tuz çuvalını ovadan obaya taşırsa kızı alacağını söylemişler Hasan’a. Sütüven şelalesinde gücü tükenmiş ovalı Hasan’ın, taşların üstünden sekerek giderken yere düşmüş. Sırtındaki çuval sulara saçılmış. Emine’de bir çuvalı taşıyamayan bir ovalıyla nasıl evlenirim diye düşünmüş, kendi bile kadın haliyle taşırmış bu çuvalı. Obalı halkım haklı mı acaba diye düşünürken fırtına patlak vermiş. O gece çıkan fırtınada Hasan kaybolmuş. Kararından pişman olan Emine yollara düşmüş ve Hasan’ı aramaya başlamış. Şelalenin kıyısında gömleğini bulmuş ancak aramaya devam etmiş. Onu bulamayınca öldüğünü anlamış ve sevdiğine kavuşmak için kendini Gökbüvet’in başındaki çınar ağacına asmış. Her sevenin kavuşmasını diledim şelalenin sularından avuç avuç içerken.

Bu birkaç gün içinde “Adatepe, Avcılar, Beyoba, Tozlu Yaylası, Yeşilyurt, Edremit, Güre, Küçükkuyu, Zeytinli” karış karış dolaştım. Köy kahvelerinde oturdum, bakır cezvelerde mis gibi kahveler içtim. Sabun, zeytinyağı, keçi peyniri, çeşitli zeytinler, kasa kasa domatesler, köy tarhanası ve eriştesi, ev yapımı salçalar, reçeller aldım. Taze otlar aldım, nane ve kekiğin kokusu arabayı kapladı dönüş yolunda. Eve gelince dolaptaki kekiklere baktım, soluk ve donuk renklerine. Kavanoza boşalttığım kekikleri kokladım, kapağını açık bıraktım biraz mutfak mis koksun diye. Gezdim, bitirdim diyemem. Bir daha, bir daha her mevsimde gitmeliyim oralara. O yeşili, o havayı solumalıyım tekrar, tekrar. Bu arada resimleri ekledim ancak gidip görmeli ve o havayı solumalısınız. Resimlemek mümkün değil o eşsiz güzelliği bana kalırsa…

Sevgiyle kalın,

Sy



3 Temmuz 2012 Salı

İnsansan mutsuzsun, şanssızsın, kurbansın!


Her şeye izin vermek lazım bana kalırsa. Lazım ki değişimler oluşsun. Oluşsun ki sen o değişimlerin içinde yer al ve sen de değiş. Değişime inan ve istekli ol. Ve içinde yer almak için o değişimin harekete geç. İşte o zaman özgürlük, ferahlık kaplar seni ve etrafını. Her şey için uygun bir zaman vardır, senin için de. Sen de değişiminin zamanını kolla. Nereden çıktı bu sözler derseniz geçen gün tatil dönüşü bir dostumla yemek yedik. Güzel sohbetler yaptık. Bir süredir farkındaydım ancak o yemekte daha çok ortaya çıkan, belirginleşen bir konu vardı gözlemlediğim. İşin özü çoğu insan halinden memnun değil. Memnuniyetsizlik arttıkça önyargılar ve olumsuzluklar da artıyor haliyle. Sonuç olarak da karamsarlık ve mutsuzluk sarıp sarmalıyor hayatlarımızı…

Çok sık seyahat ederim. Emekli olduktan sonra daha fazla gezip görmek istedim ve bunları gerçekleştiriyorum sırayla. Gittiğim yerlerde gözlemlediklerimle kendi ülkemde karşılaştıklarımı bir kefeye koyduğumda sonuç hep aynı çıkıyor: global anlamda bir memnuniyetsizlik ve mutsuzluk var. Bize özel değil, kişiye özel değil, ülkelere has değil, yaşam koşullarına, sosyo- ekonomik durumlara bağlı değil; içimize has, insana has olmuş sanki bu durum. İnsansan mutsuzsun, şanssızsın, kurbansın…

Öyle mi gerçekten? Artık insan değince aklımıza bunlar mı gelmeli? Sanki zaman hiç akmıyor gibi, sanki her gün bir öncekinin aynı gibi, sabah kalkıyorsun akşam yatıyorsun sıradan, neşesiz, klişe gibi. Öyle mi gerçekten? Eski adetler yok olmakta, insanı oluşturan değerler çöpe atılmakta gibi. Yaşamak fiiliyle zamanı tüketmek aynı anlama gelmiş gibi. Öyle mi gerçekten?

Bana kalırsa bütün bu olumsuzlukların altında bir uyum sorunu yatmakta. Kendi içimizde bir uyum var, bize doğuştan verilmiş bir nimet bu aslında. Bu uyum sayesinde herkesi ve her şeyi algılayabiliyor, özümsüyor ve yaşıyoruz. İlişkilerimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı harekete geçiren şey işte bu uyum dediğim şey. Uyumu kaybettiğimiz anda aslında kendimizle olan uyumu da kaybetmiş oluyoruz. Sonra sırasıyla etrafımızla, kişilerle, olaylarla, kısacası hayatla olan uyumumuzun tökezlemeye başladığını gözlemliyoruz. Müthiş bir uyum içinde bir parçayı icra eden bir koronun içinde yer alırken aniden çatlak, uyumsuz bir sese dönüşüveriyoruz. Yargılarımızla, sınırlamalarımızla, eleştirilerimizle, küçümsemelerimizle, geri kalmışlığımız ve dar bakış açımızla bir girdaba doğru sürükleniyoruz. Korku, öfke dalga dalga üzerimizi kaplıyor. Gittikçe büyüyerek geliyor, bizi kaplıyor, görünmez oluyoruz ve bizi yutuyor…

“Kendini seversen her şeyi seversin” dedim dostuma. “Özetle ifade etmem gerekirse olayın özü bu. Bildiğin bir şeyi sunabilirsin, bildiğin bir şeyi verebilirsin. Bu yüzden bilmelisin sevgiyi, tanımalısın. Böylece çoğaltabilirsin o sevgiyi önce kendinde sonra etrafında. O zaman huzur içinde olursun, saatler uçarcasına akar gider, keyif alırsın, olumsuzluklara takılıp kişiselleştirmezsin her şeyi. Sen böyle yaptıkça etrafında böyle yapanlarla dolacaktır zamanla” diye ekledim. “Vaz geçme, pes etme noktasına gelince ne yapacağım? Nasıl sabır göstereceğim?” diye sordu. “İşin ana öğelerinden biri sevgiyse bir diğeri de inanç” dedim. “Bu ikisi bir araya geldiğinde her şey yoluna girer. Hem bu iki kelime arasında müthiş bir uyum vardır. Sence de öyle değil mi?” diye sordum. Sustu, uzaklara daldı gözleri…

Sizce de öyle değil mi?

Sevgiyle kalın,

Sy

1 Temmuz 2012 Pazar

2012 İtalya Gezisi 4




Napoli’deyiz. Campania Bölgesi’nin Başkenti olan Napoli sanki yüzyıllara meydan okurmuş gibi hala dimdik karşımda. Depremler bu şehri her seferinde yıkmış. 1980 yılındaki son depremden sonra restorasyon çalışmaları ise hala devam ediyor. Saray, kilise ve diğer tarihi binalarda bitmeyen bir tadilat söz konusu diyor damat.

Karmakarışık bir kent, renkli, yaşayan ve her an her dakika ne olacağını kestiremediğiniz izlenimi veriyor. Buraya öğle güneşinin ülkesi denirmiş: Mezzogiorno. Mafya kaynaklı suçlar, aşırı hareketlilik insanların gözünü korkutsa da antik dünyanın izlerini sürebileceğiniz bir şehir burası. Arabada olduğumuz her dakika sağa veya sola doğru çekiyordum kendimi. Elimde değildi. Hatta bir ara ayaklarımı dahi toplayıp büzüldüğümü hatırlıyorum. İnanılmaz araba kullanıyorlar. Her an “içinizden geçip” yola devam edecekler havasında sürüyorlar altlarındaki çarpık çurpuk arabaları ve motosikletleri. Taşıt araçlarının tamamı vuruk, çizik içinde. Sağlam araba görmedim desem yeridir. Bu garip kullanışlarına bir de kendilerine özgü el, kol hareketleri ile normalin üzerindeki bir ses tonu ile konuşmalarını eklerseniz eğer, kendimi sabahtan akşama arabada olduğum zamanlarda hiç güvende hissetmedim. Her şeye rağmen eğlenceliydi çünkü çocukluğumdaki lunaparklar ve çarpışan arabalar geldi aklıma. İtalya’yı seviyorum…

Bu şehirde yok yok; saraylar, manastırlar, kiliseler; bunların hepsi neredeyse şehir merkezinde toparlanmış gibi. Avrupa şehirlerinin çoğunda göremeyeceğiniz kadar dilenciler var etrafta. Oldukça dağınık ve kirli görüntüsüne rağmen ben karman çorman olan bu şehri sevdim. Bir sonraki gidişimde bir iki gün kalarak ve yürüyerek tüm şehri gezmeyi planlıyorum. Ara sokaklarda bile karşınıza saray çıkabiliyor. Ayrıca sokaklarda balkonlara asılmış kurutulan ıslak çamaşırların arasından bir tarihi binaya girmek, gezmek eğlenceli olabilir. Meydanlarda küçük tezgâhlar var adım başı satıcılar var. Bizim damat Centro Storico’yu( eski şehir merkezi) gezdirdi bize. Diğer birçok yeri pas geçtik çünkü vaktimiz yoktu. Öğlen tatilleri yaklaşıyordu. Yemek yiyip sonra Pompei’yi gezmeye gidecektik. Bu arada sıcaklık 39 dereceydi. Napoli’yi yürüyerek gezme planımı bir sonraki gelişime, daha serin bir zamana erteledim.

Birçok filme konu olmuş Napoli’deki son durağımız – Pompei’ye yola çıkmadan önce-  Pizza yemek oldu. Buranın pizzalarının kenarları oldukça kalın, orta kısımları ise tek yaprak yufka inceliğinde. Bazı yerlerde pizzaları kağıt helva kadar ince yapıyorlarmış. Bize servis edilen ise klasik Napoli pizzası yani Margherita oldu. Kalın kenarlı bol domates soslu ve peynirli, ortası ise kesilemeyecek kadar ince, yerken ağzınızda dağılıyor. Burası bu pizzanın doğduğu yermiş bizim damadın aktardığına göre. Beyaz mozarella peyniri, kırmızı domates sosu, yeşil renkli fesleğeni ile İtalyan bayrağı ile özdeşleşmiş bir pizza yedim anlayacağınız. Bu arada bufalo sütünden yapılmış mozarella peynirinin ve yeşil zeytinlerinin lezzetini anlatamam. Zaten İtalya’nın güneyinde ki zeytinler ve zeytinyağları çok ama çok lezzetli. Birde bufalo sütünden olan mozarella inek sütünden olana kıyasla daha lezzetli geldi. Bilemiyorum aslında galiba her İtalya seyahatinde olduğum gibi oburluğum tuttuğu için her şey bana lezzetli gelmiş olabilir. Paragraf boyunca kullandığım ‘lezzetli’ kelimesini sayarsanız eğer ne demek istediğimi daha net ortaya koyabilirim sanırım: “Evet ben İtalya’da yemek yerken kendimden geçiyorum.” Bunun tescillenmesi için de paragraftaki lezzetli kelimelerini düzeltmeden yerlerinde bırakıyorum. Pizzeria Brandi diye bir pizzacıda İngiltere Kraliçesi Margherite’in ziyareti onuruna yapılan bir pizzaymış Margherita. Bu yüzden kraliçenin adı aile anılıyormuş. Bu restoran hala hizmet veriyor eğer uğramak isterseniz. Yemekten önce Galleria Umberto’ya uğradık. Buranın havası Milano ve Paris’i andırıyordu biraz. Sokakta harika yaşlı bir teyze şarkı söyleyenlere eşlik edip dans ediyordu. Onu büyük bir keyifle izledim. Resimledim de galiba.

Kahvelerimizi içtikten sonra arabaya doluştuk ve Pompei’ye doğru yola çıktık. Sıcağın ve pizzanın etkisiyle olsa gerek, gözlerimi kapattım. Pompei sokaklarında dolaşıyordum ve aniden Spartaküs çıkıverdi karşıma. Cappua’dan gelmişlerdi ve yanında Dottore vardı, “Bizi izle” diye işaret ediyorlardı karanlıklar içinde kim olduğunu göremediğim birine. Kolumun sarsılmasıyla gözümü açtım, Pompei’ye gelmişiz. Arabadan inerken etrafıma dikkatle bakındım ancak Spartaküs gitmişti. Şimdilik…

Yerel rehberimiz eşliğinde şehre giriş yaptık ve büyülenmişçesine dolaştım. Ne kadar sürdü bilmiyorum bu gezimiz. Ancak bir müddet sonra etrafımdaki sesler gittikçe yavaşladı, yavaşladı ve yok oldu. Ben Pompei sokaklarında bir başıma gezerken zaman içinde donmuş olan bu kent beni içine çekti ve nerelere gittim ben bile anlayamadım. Kalıntıların arasında kah evlere konuk oldum Romalı asilzadeler ile yemek yedim, kah hastanesinde dolaştım yaralılara yardım ettim, kah esnafların arasında alışveriş yaptım. Genelevlerinin kapılarından kimseye gözükmeden geçtim, pencerelerinden içeriye baktım. Yerdeki parke taşlarına çizilmiş olan şekillere bakarak yolumu buldum ve ilerledim bu eski şehirde. İS 79 yılında patlayan ve şehri yok eden Vezüv Yanardağına kadar gidip geldim zihnimde. Etrafımda gördüklerimden etkilenerek, ürpererek gezime devam ettim. Yok olmamış fresklere, avlulara, mutfaklara girdim. Pazar yerinde dolaştım, çeşmelerinden su içtim, sokaklardaki köpeklerini resimledim, Apollon Tapınağında dolaştım. Amfiteatr’ın üst basamaklarına çıkıp şehre baktım. Büyülendim…

Kazılardan çıkartılan eşyaların bir bölümü burada büyük bir bölümü ise Napoli’deki Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyormuş. O müzeyi gezmeyi de not ettim kafama bir yerlere. Gelecek sefer yapılacaklar listesine. Ölen insanların bir kısmının sergilendiği bölümleri gezerken çok etkilendim. İnsan bedenlerinde oluşmuş olan boşluklara alçı kalıplar döküp o anki durumlarına ulaşmışlar. Patlama sonrası gelen lav ve küller esnasında halk her ne yapıyor ise o halde katılaşıp kalmış. Koskoca bir şehrin ve insanların küller ve lavlar tarafından yutulmasının nasıl dehşet verici olduğunu kafamdan atmaya çalışarak gezimi tamamladım. Yaklaşık 3 saatten biraz fazla sürmüştü bu gezi ve bu sebeple Vezüv Yanardağını, 7 km uzaklıkta bulunan Herculaneum’u göremeyecektik. Bu yerleri gezmeyi de yapılacaklar listeme ekleyerek arabaya bindim ve yol boyu Bari’ye giderken Pompei’yi imgelemeye devam ettim.

Saat 23.00 civarı eve vardık. Konuşarak ve kahve içerek kafamdakileri dağıtmak istemedim ve doğruca yatmaya gittim. Hala orada olmak istiyordum çünkü…

Sevgiyle kalın,

Sy