2 Kasım 2013 Cumartesi

2013 Güney &Güneydoğu Fransa Provence ve Katalan Bölgesi Turu Bölüm 2

Andorra Fransa ve İspanya arasına sıkışmış küçücük bir ülke. Birbirine çok yakın bir kaç şehri ve kışın karın eksik olmadığı bir ülke aynı zamanda. Merkeze kadar kayak pistlerinin bolca bulunduğu küçük kasabalardan geçiyorsunuz. Merkezi dört bir yanından sarmış olan bu kasabalar kayak turizminde burayı önemli bir sıralamaya yerleştiriyor. Andorra tarih boyunca varlığını sürdürmüş, küçük bir ülke.  Ülke 1200'lerden itibaren Fransa-İspanya ortaklığı ile yönetilmiş, Andorra’nın bugünlere kadar bağımsız kalmasında bu güç dengesi başrolü oynamış. Devlet başkanlığı bugünde-sadece sembolik olarak devam etse de- İspanya’nın Urgell şehri Katolik Piskoposu ile Fransa Cumhurbaşkanı arasında paylaşılıyor. Hükümet başkanını ise Andoralı’lar seçimlerde belirliyor. İspanyol iç savaşı ve ikinci dünya savaşı sırasında Fransa-İspanya arasında kaçakçılık yaparak küçük ama güçlü bir ticaret sınıfı yaratan Andorra, bugün bölgenin en büyük duty-free alışveriş merkezi. Ana gelir kaynağı olarak turizm ve alışveriş üzerine yoğunlaşan Andorra, son yıllarda off-shore bankacılık yönüne de gitmeye başlamış.

Bu ülkede 4 dil konuşulmakta; Katalanca, İspanyolca, Portekizce ve Fransızca.Bu dört dilin tamamını bilen ve konuşanların yanı sıra, tek dil konuşan ve diğer dilleri konuşmayıp ancak anlayan ve kendi dilinde cevap veren bir halkla karşı karşıya kalıyorsunuz. Dolayısıyla kulaklarınızda bir müzikal tını duyuyorsunuz dört bir yandan, farklı diller, farklı ezgiler. Ülke topraklarının büyüklüğü ise 485 km. kare. Bu toprakların büyük kısmı dağlık olması nedeniyle; tarım, hayvancılık ve sanayi yapılamamaktadır. Birçok şey ithal edilmektedir. Ülkenin en büyük şehri: Andorra La Vella. Bu şehir 1023 metrelik rakımı ile Avrupa’nın en yüksek başkenti olarak öne çıkmaktadır. Başkentin nüfusu 20 bin kişi iken, ülkenin toplam nüfusu yalnızca 60 bin kişidir.
Dev bir açık hava alışveriş merkezinde dolaştığınızı düşünün. İşte Andorra böyle bir yer. Sağım, solum, önüm, arkam her yer dükkân, her şeyi bulabileceğiniz dev bir market gibi burası. Benim gibi alışverişle pek aranız yoksa Andorra'da dolaşacak pek bir yer yok. Eski şehrin kurulduğu bölgeye gittiğimde, dar birkaç sokak,1200'lerde kurulmuş bir kilise ve parlamento binası dışında pek fazla bir yer bulamıyorum.  Bütün şehir turu yaklaşık yarım saat, kırk dakikada bitince akşam yemeği için bir restoran seçiyoruz ve harika yemekler yiyoruz. Yarı Fransız, yarı İspanyol gibi hissediyorum kendimi. Katalancayı öğrenmek istiyorum aniden. Rüyamda sular seller gibi konuştuğumu görüyorum. Ben bu dili daha önce konuştum, hissediyorum. Daha önceki yaşantılarımdan birinde… Ertesi sabah dönüş yoluna geçeceğiz. Akşam haritaya bakıyoruz, GPS’e adresleri giriyoruz ve istikamet Girona deyip yatıyoruz.

Girona Barselona’ya 100 km. uzaklıkta ve Katalonya’nın, Barselona’dan sonraki ikinci büyük şehri.  Onyar nehri, şehri; eski ve yeni şehir olarak ikiye bölüyor. Riu Oynar nehri üzerine yapılmış geniş bir köprüye geliyoruz. Bu köprü üzerinden kasabanın görüntüsü çok sevimli duruyor. Pastel renkli binaların su üzerinde yükseldiği şehrin, sudaki yansıması çok güzel görünüyor. Bu bölge büyük surlarla çevrili. Dar sokaklarda yürüyor, taş evler arasından geçiyorsunuz. Ayrıca pek çok sayıda kilise var. Şehrin en büyük kilisesi: Girona Katedrali. Tam bir mimari harikası. Kalenin surları üzerine çıkınca, muhteşem bir manzarayla karşılaşıyorsunuz.
Girona, İspanya'nın 17 bölgesinden biri olan Katalonya'nın şehirlerinden birisi. Zengin ve oldukça dramatik bir tarihe sahip. İlk yerleşenler İberler. Daha sonra Romalılar, en son da Kutsal Roma İmparatorluğu kenti kontrolü altına almış. 1492 de Katolik Papaların baskısı ile Yahudiler ülkeyi terk etmeye zorlanmış, terk etmeyenler katledilmiş, kalanlar ise - sözde din değiştirip- buradaki gibi Gettolar oluşturup içine kapalı bir yaşamı seçmişler.
Llibertat Caddesi (Rambla de la Llibertat) işlek mağazaları ve kafeleri ile dikkatimizi çekiyor. Trafiğe kapalı olan ağaçlarla kaplı caddede ilerliyoruz. Yol gittikçe daralıyor ve ara sokaklara giriyoruz. Gezmeyi hedeflediğimiz Katedral ‘in kulelerini takip ederek Girona Katedral’ ine ulaşıyoruz. Oldukça etkileyici olan bu yapının içini gezdikten sonra, Katedral’ in diğer yöndeki kapısından çıktığımızda onlarca basamaklı bir merdivenin aşağıya doğru uzandığını görüyoruz. Esglesia de Sant Feliu kilisesi ile hoş bir sekizgen kubbe ile aydınlatılan Arap Hamamlarını gördükten sonra içinde bir havuz da bulunan Katedral ‘in geniş bahçesini geziyor ve daha sonra eski kenti çeviren ve arkeolojik yürüyüş yolu haline getirilen büyük bölümü sağlam kalmış surlara çıkıyoruz. Surların üzerinde gerçekten çok güzel bir Girona manzarası ile karşılaşıyoruz. Surlardan indikten sonra tekrar ara sokaklara dalıyoruz. Sokaklar öylesine dar ki.
Karnımız acıkınca İspanya’nın olmazsa olmazlarından Paella yemeğe karar veriyoruz. Paellanın temel malzemesi pirinç ve safran. İçine çeşitli etler veya deniz ürünleri konularak hazırlanan birçok çeşidi var. Yemeğin ardından Figueres’e gitmek üzere kalkıyoruz. Sırada bütün ihtişamıyla Salvador Dali var.
Tren istasyonundan bilet alıyoruz ve yaklaşık 30 dakika sonra Figueres’e varıyoruz. İstasyondan 10 dakikalık bir yürüme mesafesindeki müzeye hayran olmamak elde değil. Giriş için iki bilet veriyorlar. Bu ikinci biletle başka bir binada yer alan Dali Mücevherleri Müzesine girebiliyorsunuz. Müzede, Dali'nin tasarladığı; boyama, çizim, yontma, kuyum, hologram, stereoskopi, fotoğrafçılık ve benzeri tekniklerle yapılmış dört binden fazla eseri bulunuyor. Dali'nin mezarı sonsuza kadar kalmak istediği müzede cam kubbenin tam altındaki mahzende yer alıyor. Eserleri anlatmak için kelime bulamadım şu an. Öyle bir dünyaya dalıyorsunuz ki, sanata ve sanatçılara olan sevginiz tutkuya dönüşüyor sanki. Barcelona’ya yolunuz düşerse- Girona’dan daha yol üstü olduğu için- mutlaka gidip müzeyi gezin. Oradan da trenle ulaşmanız mümkün. Müze gezmeyi sevmem demeyin, burası bir müze değil. Başka bir şey… Trenle geri dönerken ertesi gün Aix en Provence’e gitmeye karar verdik. Akşam yemeğinde haritalarımızı açtık ve rotamızı GPS’e girdik. Rüyamda Dali ve ben sohbet ediyorduk…
Bu arada İspanyol’lar ile Katalan’ların süregelen çatışmaları Girona’da neredeyse her eve asılmış olan Katalan bayraklarıyla ayyuka çıktığı için bu konuda bilgilerimi tazelemek istedim. Aslında Barselona’ya gidenler de hatırlayacaktır; duraklarda, tabelalarda önce Katalanca sonra İspanyolca anonslar, yazılar geçer. Bayrakları sarı kırmızı çizgili ve en önemlisi  Katalan’lara yanılıp da İspanyol derseniz ağzınızın payını alıyorsunuz. Girona’da hediyelik eşya dükkânında bir tartışmaya şahit olduğum için, gezi boyunca dikkatli davrandım. Katalan milliyetçiliği, Katalonya için daha fazla politik özerklik veya tam bağımsızlığını isteyen siyasi bir hareket. Katalan milliyetçiliği Birinci Cumhuriyet'te başarısız olmuş İspanya içerisinde federal bir devlet kurma girişiminden bağımsız olarak düşünülür. Valentí Almirall ve diğer entelektüeller bu süreç içerisinde 19. yy ‘da yeni bir politik ideoloji benimsemişler. Bu Katalan dilinin tanınmasına yardımcı olmak kadar özyönetimini de sağlamayı içeriyordu. Bu talepler 1892'de belirtilen Bases de Manresa'da özetlenmiş. Başlangıçta çok az destek görmüş. Fakat bu Katalan milliyetçiliğinin ilk evreleri Amerika'nın son İspanyol kolonilerini işgal etmesi ve topraklarına katması ile sonuçlanan Amerikan-İspanyol savaşından sonra destek kazanmış. Bunun sebebi çoğunlukla İspanya'nın savaş sonrasında uluslararası pozisyonunun zayıflaması ve Katalan ihracatının en önemli iki varış noktası olan Küba ve Porto Rico'yu kaybetmesi ile de ilintili.

Aix en Provence, Marsilya’dan uçağa bineceğimiz için dönüş yolunda tercih ettiğimiz bir kent. İnternette yaptığım araştırmalar çok hoşumuza gittiği için konaklama yapmaya karar vermiştik. Sonuçta o kadar çok hoşumuza gitti ki 3 gece kaldık. Kaldığımız otel Les Lodges Saint Victoire, bir spa oteliydi. Adresi: 2250, route Cézanne- 13100 Le Tholonet. Saint Victoire Dağına 10 km, Aix en Provence şehrine ise 5 km uzaklıktaki bu otel, üzüm bağları ve zeytin ağaçlarının bulunduğu 5 hektarlık bir parkın içinde yer almaktadır. Otelin sahibi aynı zamanda arazinin de sahibiymiş. Spa imkanı ve 2 yüzme havuzu sunan bu tesis, geçmişi 18. yüzyıla uzanan bir binada bulunmaktadır. Ayrıca otelin içinde bir de gurme restoranı mevcut. Bir gece orayı deneyip daha sonra her gece şehre indik yemek için. Bir kez daha anladım ki ben basit yemeklerin insanıyım.
Akdeniz ikliminin egemen olduğu bu şehir Galya bölgesinde, Romalılar tarafından ilk kurulan şehirmiş. Romalılar, buradaki yerleşim yerini, MÖ.126 yılında “Sextiae” ismiyle kurmuşlar. İklimin elverişli olması nedeniyle, burada zeytin üretimi başlatılmış ve gelişen dönemle birlikte bölge, Fransa’nın zeytin üretim merkezi haline gelmiş. Aix-en-Provence şehrinin kuzeyinde kalan kısımlarda özellikle Puyricard'da burjuva kesiminin yaşadığı söylenirken, bu şehirdeki evlerin Fransa'da en pahalılar arasında olduğu söyleniyor. Aix-en-Provence'ın 10 km kuzeyinde Cezanne ve Picasso'nun tablolarını yaptığı lavanta tarlalarıyla kaplı St. Victoire Dağı bulunmaktadır. Picasso'nun yaşadığı şato ise ziyaretçi kabul etmemektedir. Yeraltı suları, sabunları, Cezanne'ı, lokumu, sucuğu ve dünya tatlısı keçileriyle oldukça ünlü bir şehir doğrusu. Şehir 200'ün üzerinde çeşme ve dört üniversiteyi de barındırmaktadır. Yazarlara ve ressamlara esin kaynağı olmuş bu bölgede etrafı gezdikçe, bu kadar sanatçının neden burayı resmetmek istediğini daha iyi anlıyorsunuz. Hatırlarsanız Russel Crowe’un bir filmi vardı A Good Year. İşte bu bölgede çekilmişti. O filmde doğanın güzelliğine az da olsa şahit oluyordunuz. Ama yakından daha da muhteşemmiş.
Dar sokakları, birbirinden güzel eski binaları, renkli çiçekler ile donatılmış balkonları, irili ufaklı meydanları, her biri sanat eseri çeşmeleri ile şık bir kent burası. Fransa’nın güneyinde, Marsilya’ya sadece 25 km uzaklıkta, mevsiminde gelirseniz eğer Temmuz- Ağustos aylarında; lavanta kokulu bir kent burası. Kenti gezmeye en büyük meydanın bulunduğu Rotonde bölgesinden başladık ve en geniş bulvarı olan Cours Mirabeau’da salındık. Kent, sahip olduğu termal su kaynaklarıyla kısa sürede gelişmiş ve bu kaynaklar sayesinde paha biçilmez birer sanat eseri olan 200’den fazla çeşme ortaya çıkmış. Bu çeşmelerden en ihtişamlısı ise La Rotonde meydanında yer alıyor.
Cours Mirabeau,  iki yanı çınar ağaçları ile süslü geniş bir bulvar. 17. yy ‘da at arabalarının rahatlıkla geçebilmesi için yapılmış. Bulvarı çevreleyen görkemli malikâneler ve şık binalar geçmişteki ihtişamını koruyarak dimdik duruyorlar. O devirlerde Aix en Provence sakinleri bu binaların hemen girişinde bulunan kafelerde oturup sohbet ederlermiş.  17. yy’dan bu yana gelenek hiç değişmemiş.  Bulvar boyunca sayısız kafe ve restoran bulunmakta.
Bulvarın başından her saat başı kalkan küçük gezi trenleri ile şehri yorulmadan keşfe çıkabiliyorsunuz. Cours Mirabeau’nun arka sokaklarında bulunan şık butikler ise oldukça davetkarlar. Belediye meydanı en güzel yerlerinden diyebilirim. Astrolojik saati ve mevsime göre değişen döner figürleriyle gotik çan kulesi ile belediye sarayı ve karşısındaki tarihi postane 18. yüzyıldan kalma ve oldukça bakımlı.
Cezanne’ın kenti burası. Paul Cezanne 1839 yılında burada doğmuş. Cezanne için 20 yy sanatının temelini 19 yy’da atmış deniyor. Doğrusu tablolarına hayran kalmamak  mümkün değil. Aix-en-Provence deki renk ve ışıklar, Cézanne’ın yanı sıra Van Gogh’a ve daha pek çok ressam ve yazara da ilham kaynağı olmuş. Cezanne 1897 yılında bölgede yaptığı doğa gezilerinden öylesine etkilenmiş ki Saint Victoire dağında bir atölye kiralayıp, burada çalışmaya başlamış. Bu dönemde yaptığı resimlerin Kübist akımın ilk tohumları olduğu söyleniyor. Bu atölye şu an müze olarak hizmet veriyor. Kentteki Granet Müzesi’nde de Cézanne’ın bazı tablolarına rastlayabilirsiniz. Önemli müzeleri arasında Granet Müzesi, Arbaud Müzesi, Tapestyr Müzesi, Cézanne’ın atölyesi ve Doğa Tarihi Müzesi yer almaktadır.
Şehirde kaldığımız günler boyunca sıcaklık 22 dereceler civarındaydı. Dağın yamacında yer almasına rağmen karla tanışmıyor bu kentin sakinleri. Yılda sadece 3 ay yağmur, gerisi hep güneşli günler; harika doğrusu. İklimin bu elverişli hali leziz zeytinlerin sırrını açıklıyor aslında. Oteldekilerin yönlendirmesi ile kentte kurulan pazarları ve Provence Bölgesinde yer alan bazı yerleri gezme imkanı bulduk. Zeytinler, şekerlemeler, ekmekler, meyveler oldukça renkliydi doğrusu. Ayrıca Silvacane Manastırı La Roque d’Antheron, Gorges de Regalon, Chateau de Floran civarda yer alan diğer görülecek yerler. Altınızda araba varsa buralara ulaşmanız daha kolay olur. Luberon bölgesi ise tamamen lavanta tarlaları ile kaplı olurmuş temmuz ve ağustos ayları arasında görülmesi gerekirmiş. Oraya gitmek yerine Cézanne’ın tablosuna baktık bizde.
Son günü şarap bağlarını gezmeye ayırmak istedik. Oteldekilere danışınca bizi Chateau La Coste’a yönlendirdiler. Orayı gezmek bütün gününüzü alır zaten diye de eklediler. Açıkçası oraya gidene kadar ne göreceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Aix en Provence’den çıktık ve Chateau La Coste’a varana kadar geçtiğimiz yolların, doğanın güzelliğine bakmaktan sarhoş oldum. Bu kadar güzelliği bir arada uzun zamandır görmemiştim doğrusu. Motoru o kadar yavaş kullandık ki, manzarayı içimize iyice sindirdik.
2004 yılında şarap, sanat ve mimari üçlemesi olarak doğmuş burası. İrlandalı bir mimar, buraya gezmeye gelip çok beğendiği bu torakları satın almış. Amacı çok özel bir yer yaratmakmış. Bana kalırsa hedefine fazlasıyla ulaşmış. Dünyanın çeşitli ülkelerinden sanatçı ve mimarları buraya bir göz atmaları için davet etmiş. Daha sonrada bu sanatçıları tamamen özgür bırakmış ve her ne eser yaratmak istiyorlarsa onlara arazide özel yerler tahsis etmiş. Günümüzde hala tamamlanmamış projelerin yanı sıra eklenecek yığınlarca projeleri daha varmış.
Özel yollardan geçip bir haritayı izleyerek yaklaşık 3- 3,5 saatlik bir sürede bu parkuru tamamlıyor ve doğaya serpiştirilmiş olan bu eserleri izleme olanağı buluyorsunuz. Bu parkuru yaparken dört bir yanınız beyaz, kırmızı ve pembe şarap için özel ekilmiş bağlarla dolu. Elinizdeki haritada hangi bağdan ne renk şarap üretildiğini de not düşmüşler. Turu tamamladıktan sonra sizi şarap imalathanesine götürüp ayrıca bir tur daha yaptırıyorlar. Sonunda sıra tadım kısmına geliyor. Bu sefer bu bölümü pas geçiyorum çünkü motor ve şarap ikilisi bana uygun değil. Her ne kadar şarap tadımı yapmamış olsak da, arazinin güzelliğinden dolayı sarhoş hissederek otelimize geri dönüyoruz.


Ertesi sabah erkenden La Seyne de la Mer’e geçip gemiye motorlarımızı yüklüyoruz. Oradan da trenle Marsilya’ya geçiyor ve alanda bekleyiş sona erince de uçağımıza binip evimize geri dönüyoruz.

Gezerek ve sevgiyle kalın,

Sy

2013 Güney &Güneydoğu Fransa Provence ve Katalan Bölgesi Turu Bölüm 1

Bu sene sıcaklardan rahatsız olmamak adına uzun motor seyahatimizi ekim ayına ertelemiştik. Bayramı da içine alan, çok bilindik yerlerden ziyade bir daha gitmeyeceğimiz ve daha önceki rotalarımızda pas geçmek durumunda kaldığımız yerleri seçmeye gayret ederek, yorucu olmayan bir rota belirledik. Bu seneki rotamızın gereği motoru Fransa’ya yolladık. Gemi La Seyne de la Mer adlı limana yanaştı, motorumuzu aldık. Bu kadar yakına gelmişken Toulon’u gezelim dedik ve düştük yola.  Türkiye’den Toulon’a direk uçuş yok. Dolayısıyla Marsilya veya Nice üzerinden havayolu ile ulaşabilir, daha sonra karayolu veya tren ile devam edersiniz.

Toulon, güney Fransa'da Akdeniz kıyısında yer alan bir liman kenti. Provence-Alpes-Côte-d'Azur bölgesinde üçüncü büyük şehir olarak anılıyor. Günümüzde Toulon Fransa'nın Akdeniz kıyısındaki başlıca deniz üssüdür. Fransız Akdeniz donanması Toulon'da üslenmiştir. Fransız uçak gemisi Charles de Gaulle ve savaş gurubuna ana üs olarak hizmet verir. Tarih boyunca önemli bir askeri liman kenti olmuş ve donanma hareketlerine de sahne olmuştur. 1543-1544 kışında Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasına üs görevi görmüştür. İtalyan ve İspanya kıyılarına saldırılar buradan düzenlenmiştir. Ayrıca gemi yapım, balıkçılık, şarapçılık, matbaacılık sanayileri de gelişmiştir. Yazların sıcak geçtiği söylenen bu güney şehrinde ekim ayında bile sıcaklıklar 20 derecelerin üzerindeydi ve kışlık motor malzemesi ile seyahat etmeyi bir parça zorlaştırıyordu. Bir kıyı kenti olduğu için sahil şeridi çok güzel gerçekten. Çeşitli tarihi binaları ve müzeleri de var. Motosiklet ile şehirde panoramik bir tur yaptık. Öğlende sahil kıyısındaki restoranlardan birinde hafif bir yemek yedik ve müzelerini gezmeden şehirden ayrıldık. Programın biraz gerisinde kalarak başlamıştık tura. Sağ olsun Fransızlar o kadar yavaş ve karmaşık işler yapıyorlar ki, sabah çıkacağımız limandan akşamüstüne doğru ayrılınca Toulon’un müzelerini pas geçtik ve Marsilya’ya devam ettik. Toulon Marsilya arası yaklaşık 1 saat sürüyor.

Marsilya çok büyük bir şehir, gezilecek, görülecek, yaşanacak yeri çok.  Şehir 2013 yılı için “Avrupa Kültür Başkenti” olarak seçilmiş.  2500 yıl kadar eskilere giden tarihi bir geçmişi var. Limanı, Avrupa genelinde dördüncü, Fransa ve Akdeniz genelinde ise, birinci büyüklüktedir.  Fransa’nın güneydoğusunda, Provence-Alpes-Cote d’Azur bölgesinin başkentidir Marsilya. 450.000 öğrenci, 70’den fazla konsolosluk burada yer almaktadır. Üniversite kampüsü gibi bu şehir. Her köşeden öğrenci fışkırıyor. Şehir neredeyse “Cezayir” kökenli, kuzey Afrikalı insanların bulunması nedeniyle, zenci-arap karışımı bir insan toplumunu barındırmakta. Kimileri de sütlü kahverenginde. Ve çok güzeller. Özellikle de çocuklar. Siyah ve beyaz birlikteliği oldukça fazla göze çarpıyor. Irkçı söylemleri bol olan ve dünyaya bunu pompalamayı alışkanlık haline getirmiş olan Fransızların, Marsilya’da yaşayanlardan bu konuda ders almaları lazım. Küçük el sanatları satılan butikler, mağazalar ve hediyelik eşya satan dükkânlar alabildiğine bol. Rue Saint-Ferroel, Rue de la Tour ve Cours d’Estienne denilen yerlerde, gerek alışveriş ve gerekse yemek ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz. Bölgeyi çevreleyen sokaklarda mutfak ve yemek gereçleri, ev mobilyaları, şekerciler ve geleneksel dükkânlar, kuyumcular, kitapçılar, moda mağazaları ve aksesuarcılar bulunuyor. Lüks butik istiyorsanız eğer, doğruca Rue Paradis ve Rue Grignen derim. Centre Bourse’ da ise 200 den fazla mağaza sizi bekler. Her köşede bir sabuncu var ve her mağazada dolu, ağzına kadar. Her köşede zeytinyağı kokusu ile sabun ve lavanta kokuları iç içe geçmiş, burnunuza serenat yapıyorlar. Lavanta ve sabun cenneti. Yeşil limonlusundan, üzümlüsüne, greyfurtludan vanilya özlüsüne kadar sayısız çeşitli sabunlar diyarı… Le Penier diye bir bölgesi daha var ki; orası başı şapkalı, ağzı pipolu sanatçılar vardır ya hani tipik Fransız filmlerinde rastladığımız, işte öyle bir yer bu bölge. Her yer sanatçıların stüdyoları ile dolu. Eserlerini de satıyorlar. Her türlü mutfağı bulmanız mümkün, ancak İtalyanlar ağırlıkta. Bir de zeytinyağı ve sarımsağın dayanılmaz birlikteliği var ki, yemeklerde oldukça baskın bu ikili.
Aşağıda Vieux Port’ta sıra sıra dizilmiş tekneler ve restoranların arasında yürürken, Marsilya’ya tepeden bakan, epey yüksek bir noktadaki Notre Dame de la Garde’ı görürsünüz. Buranın en önemli özelliği tavanlarından sarkan, uç uca eklenmiş, tahtadan yapılmış, renk renk gemi maketleri. Yüzyıllar boyunca denizciler büyük fırtınaları sağ salim atlatıp kıyaya ulaşabildiklerinde ilk iş teşekkür hediyesi olarak bunları getirmişler bu kiliseye. Buranın kutsallığına inanmışlar. Ayrıca kilisenin iç ve dış duvarları da üzerlerine Latince ya da Fransızca yazılmış şükran ifadeleriyle dolu binlerce mermer plaka ile dolu. Şehri kuşbakışı gören bu yüksek kiliseden kıyıya yakın bir adacık üzerinde bulunan Chateau d’If görünüyor. Eskiden mahkûmların cezasını çekmesi için gönderildiği kale olan Château d’If, Monte Kristo Kontu’na da ev sahipliği yapmıştır. Burada hürmetle Alexandre Dumas’yı anarak yola devam ediyorum.
La Canebiere Caddesi şehrin eski bölgesinin tarihi bir sokağıdır ve 1 km uzunluğundadır ve ilk olarak 1666 yılında yapılmıştır. 1928 yılında eski limana kadar uzatılmıştır. 1852-1870 yılları arasındaki dönemde ise caddede yoğun entelektüel ve iş faaliyetleri artmış, peşi sıra kafeler ve yüksek sınıf otel ve mağazalar açılmıştır. 1871-1940 yılları arasında caddenin güzelliği en üst düzeye ulaşmış ve dünya çapında tanınmış, Marsilya ve limanın bir sembolü haline gelmiştir. Cadde üzerindeki bazı binalar da ‘Ulusal Miras’ olarak kabul edilerek koruma altına alınmıştır. Bu caddenin sonunda Vieux-Port yer alır. Bu liman antik dönemlerden bu yana şehrin doğal limanı olarak kullanılmıştır.

Burada yer alan Fort Saint Jean ve Fort Saint Nicolas karşı karşıya yer alan iki kaledir. Louis 14 tarafından 1660 yılında inşa ettirilmişlerdir. Söz konusu kalelerin Marsilyalı isyancılara karşı değil, şehrin dışarıdan gelecek tehlikelere karşı savunulması için inşa edildiğini belirtmek üzere, toplar, içeriye değil, dışarıya doğru yerleştirilmiştir. Fransız Devrimi sırasında ise, kaleler bir hapishane olarak kullanılmıştır. Kalelerin içine girip surlara tırmandıkça karşınıza çıkan manzara görülmeye değer doğrusu. Eski limanın tam merkezinde Hotel de Ville yer alır. 17’nci yüzyıldan kalma, Barok mimari özellikler taşıyan bir binadır. 1943 yılındaki Alman işgali sırasında, nadiren zarar görmeden günümüze kadar ulaşmıştır.
Palais du Pharo, mimar Vaucher tarafından su kenarında bir evi olmasını isteyen Napoleon için yapılmış bir saraydır. Saray İmparator tarafından hiç kullanılmamıştır. Napolyon’un ölümü üzerine, İmparatoriçe Eugenie sarayın tek sahibi olur ve sarayı şehre bağışlar. 1904 yılına gelindiğinde ise, yapı Tıp Fakültesi haline dönüştürülür. Yapı olağanüstü konumu sayesinde, limana güzel bir görünüm kazandırmıştır. Ayrıca yıllık 60.000 kişi kapasiteli bir konferans merkezi bulunmaktadır. 900 kişilik bir dinleme salonu, 1200 m. karelik sergi salonu, 500 m. karelik restoranı bulunmaktadır.
Marsilya cezbedici bir şehir gerçekten de. Koyları, plajları, müzeleri, tarihi binaları, limanı ile son derece hareketli bir şehir. Ferforje dükkân kapıları, balkonlara atılmış iki kişilik masalar, lavanta kokusu, sabun çeşitleri, eski liman, liman sonundaki kaleler. Bu şehrin ana hatlarını çizecek olsam ilk olarak bunları söyleyebilirim sanırım. Şehirde birkaç gün kalmak sizi sıkmaz. Olur da yolunuz o taraflara düşerse gönül rahatlığı ile konaklayabileceğiniz bir yer. Her ne kadar Napoli gibi hırsızlardan korkulması gereken yerler arasında yer alsa da, görülmeye değer. Sabah güneşinin ortalığı ısıtmasıyla birlikte canlanan bir şehir, renkli ve kokulu… Bir sonraki durağımız Montpellier…
Montpellier Fransa’nın meşhur güneyinin biraz daha batısında bulunan bir şehir. Şehir kalabalıktan ve kozmopolit yapılanmadan uzak şirin bir görüntü veriyor. 300.000 e yakın nüfusunun üçte birini öğrenciler oluşturuyor, dolayısıyla nüfusu oldukça genç bir şehir. Evler de küçücük olup çok şık sıralanmış durumda. Hem deniz havası, hem sakinliği, hem de gençliğin kattığı enerjiyle Montpellier doğal güzelliğiyle öne çıkan ender kentlerden biri. Benim için en önemli özelliklerinden biri ise; şehrin tüm yollarının, kaldırımlarının, binalarının ve toplu ulaşım araçlarının özürlülere uygun şekilde yapılmış olmasıydı. Merdivenlere, kaldırım bitiş ve başlangıçlarına, yaya geçitlerine istisnasız olarak yatay geçişler veya asansörler eklenmişti. Tüm yollarda yer sinyalizasyonları mevcuttu. Tüm toplu taşıma araçlarında sesli ve görüntülü bildirim mevcuttu. İçim sızladı. Sızım sızım sızladı. Yurdumda özürlü olduğu için evlere halatla, zincirle bağlanan çocuklar, özürlü oldukları için sokağa çıkamayan, toplu taşıma araçlarını kullanamayanlar geçti gözlerimin önünden. Neyimiz eksik ki bizim? Bilemedim…
Hem Fransız kültüründen hem de sömürgeleri olan Araplardan etkilenmişler. Bunun dışında dünyanın farklı noktalarından gelen öğrenciler sayesinde de çok kültürlülüğün hüküm sürdüğü söylenebilir. Şehirde Akdeniz insan tipi mevcut. İnsanları sıcakkanlı. Selamlaşırken 3 kez öpüşüyorlar. Birçok ülkenin milli yemeklerinin sunulduğu restoranlar mevcut. Çoğunlukla Fransız, Çin, Japon, İngiliz, Türk, Arap mutfaklarında örnekler sunan restoranlar revaçta.
Eski şehir diye adlandırılan meydana Komedi Meydanı denmektedir. Fransızcada Komedi kelimesi, bizdeki gibi yalnızca güldüren anlamına gelmemektedir. Drama da dâhil olmak üzere tüm tiyatro eserleri Komedi başlığı altında toplanmaktadır. Zaten bu meydana ismini veren de Montpellier’ in eski tiyatro binasıdır.
Montpellier ile Montpellier Le Vieux arasında Templier yer almaktadır. Burası meşhur Tapınak Şövalyelerinin kasabasına giden yoldaki tabeladır. 13 Ekim 1307 cuma günü vahim bir karar alınır. Papa V. Clément’ dan dan destek alan Fransa Kralı IV. Philippe, Tapınakçılardan aldığı borçları ödeyememe korkusuyla ile tüm Tapınakçıları yakalatma emri verir. Engizisyon mahkemeleri sonucunda hemen hepsini öldürtür, 1312′ de Papa örgütü resmen lağveder ve nihayet 1314 yılında, son büyük üstad Jacques de Molay Paris’te ağır ateş üzerinde kızartılarak öldürülür.  İşin ilginç tarafı, bu olaydan bir ay sonra Papa V. Clément ve yedi ay sonra da IV. Philippe ölür. Languedoc Bölgesi diye adlandırılan bu bölge, Şövalyelere ait 9000 civarında şatodan birçoğunun bulunduğu bölgedir. Yolumuzu Larzac istikametine çevirdik ve Templier ve Hospitalier Şövalyelerinin kasabalarını gezmek üzere yola çıktık. Templierlerin La Cavalerie kasabasını tavaf ettikten sonra Montpellier Le Vieux’ye vardık. Burası bir iç denizin kuruması sonucu oluşmuş anglomerlerden ibaret. Çok kayda değer bulmadım doğrusu. Şehre geri döndük ve akşam yemeğini Ragazzi isminde nefis bir İtalyan lokantasında yedik. Bu arada söylemeyi unuttum; Marsilya Montpellier arası yol, şarap evleri ile dolu. İmalathaneleri gezebiliyor ve tadım yapabiliyorsunuz. Satış yapıyorlardı ancak motorda yerimiz olmadığı için alamadık ne yazık ki. Bu arada eşim motoru kullandığı için tadamadı ancak ben yeterince tattım. Hiç de iyi olmadı. Her ne kadar şoför kullanıyor olsam da virajlar canıma okudu. Yolun geri kalanında ancak konaklamalı olursa tadım yapmaya söz verdim kendime. Yolun manzarasını ise anlatmaya kelimeler yetmez, yer yer doğal park gibiydi. Ertesi sabah erkenden yola çıkıp Carcassone’u gezip öğleden sonra ise Andorra’ya geçmeyi planladığımız için erkenden yattık.


Carcassone Montpellier  arası yaklaşık 1,5 saat sürüyor.  Şehir 5. yüzyılda Vizigotlar tarafından eski bir Roma şehri üzerine kurulmuş. 11. ve 13. yüzyıllarda genişletilmiş fakat daha sonra Napolyon döneminde restorasyonlardan zarar görmüş. 1849'da neredeyse tamamen yıkılacakmış fakat 1853'de Eugéne Viollet-le-Duc kapsamlı bir yenileme başlatmış ve sur ayakta kalabilmiş. 20. yüzyılda mimar Eugène Viollet-le-Duc tarafından onarılan şehrin merkezi bölgesi (ville), 1997 yılında Ville fortifiée historique de Carcassonne adıyla UNESCO Dünya Mirasları listesine eklenmiş. İşte
Carcassonne'u Carcassonne yapan La cite de medieval Carcassonne' dur. Yani orta çağ şehri Carcassone'dur. İnanılmaz güzellikte bir kaledir. Masalsı bir görünümü var. Kalenin içinde hediyelik eşya dükkânları, restaurantlar, patiseriler, oteller, şövalyeler, Katolik kilisesi tarafından engiziyon mahkemesinde yargılananlara kullanılmış olan işkence araçlarının sergilendiği Musée de la Torture yani işkence müzesi, yine engizisyon mahkemesine ait bir kule, kuyular, bir adet açık hava tiyatrosu var. Öğlen saatine kadar şatoyu gezdikten sonra yemeğe otururken kendimi Ortaçağ’ın büyüsünden kurtaramadığımı söylemek isterim. Lokmaları ağzıma atarken zihnim şövalyeler, şatolar, engizisyon mahkemeleri, işkenceler arasında gidip gelmekteydi.  Yemekten sonra 152 km lik bir yolculukla Andorra’ya varmayı planlıyorduk. Yolculuğumuz dağlardan devam edeceği için kıyafetlerimizin içine bazı eklemeler yaptık. Ancak üşümekten kurtulamadım. Oldukça soğuk hissettim, tüm giysilerime rağmen. Sıcaklık 20 derecelerden 9 dereceye kadar inivermişti bir anda.