27 Ağustos 2012 Pazartesi

Dene ve ne olacağını gör!


Cesaretim var mı benim? Hatalarımla yüzleşmeye, yanlışlarımı kabul etmeye cesaretim var mı? Kendimi kullanılmış ancak sevilmemiş hissetmek canımı yakıyor artık. Yaksın, yaksın ki bir daha izin vermeyeyim. Çünkü bunu bana yapana değil asıl kendime kırgın olmalıyım. Olmalıyım ki kendimi affedebileyim ve yoluma devam edebileyim…

Bugün olsa aynı şekilde davranırdım dediğim olayların ve pişman olduğum davranışlarımın listesini yapmak için oturdum masamın başına. Aldım kâğıdı, kalemi elime. Beni oldukça rahatsız eden anlar silsilesi akmaya başladı zihnimde. Musluğu açıp altına kap koymamaya benzemişti içinde bulunduğum durum. Bir anda ayak bileklerime kadar su yükselmişti. Masanın üstü de ıslanmaya başlamıştı, gözyaşlarımdan…

Burnumu çekerek yazmaya devam ettim. Bunlar benim hatalarımdı, tökezlemiştim. Kimi zaman da kıç üstü oturmuştum, çaresiz, kimsesiz. Aptallıklarım olmuştu. Adına saflık deyip geçemeyeceğim. Bu yazdıklarım içimi uzun zamandır kemirmekteydi. Parazit gibi sarmışlardı organlarımın etrafını. Nefes alamaz durumdaydım. Farkına vardım hepsinin. Kurban değildim artık…

Hepsini yazıp çıkarmak içimi dezenfektanla yıkamışım gibi hissettirmişti. Pırıl pırıl parlıyordu dip köşe bucak içimde… İnançlarım, duygularım, düşüncelerim bana ait olmayan bir sistemin parçasıydılar. Şimdi ise bana aitler. Artık saha kenarında elinde süreölçer ile duran kimse yok, koşmuyorum çünkü. Ağır ağır adımlarla yürüyorum. Her şeyi hissederek, anlayarak, özümseyerek ilerliyorum. Kızdığım kimse yokmuş aslında. Kendime kızıyormuşum, alabildiğine kin doluymuşum kendime. Fark ettim…

Sy/ İstanbul 2010

Yukarıdaki satırları 2010 yılında yazmışım. Bugün ise kendimi yorumlamak istedim:

“Dur bir dakika” dedim kendime, “Neden kendine bu kadar kızıyorsun? Sanki kendini suçlar gibisin. Hani suç yoktu?Suçlamak yoktu, kabulleniş vardı. Suç olmayınca suçluda olmaz zaten. Öyleyse tekrar bak kendine, gerçekten suçlu musun? Ya da bir suçlu var mı? Hayır, yok tabii, ne ben suçluyum nede suçlanacak başka biri. Ne yaşadıysam yaşamam gerekiyordu. O gün hata diye adlandırdıklarım bu gün beni ben yapan değerlerimi oluşturdular. Bir gün önce yaptığım şeyi bile bir gün sonra beğenmeyebilirim.Bu gayet doğal. İnsanca. Peki, yıllar önceki genç veya toy halimde yaptıklarım için bu günkü aklımla, öğrendiklerimle kendimi böylesine ağır eleştirmeyi hakkım var mı? Var mı?

İnsanlar kendi seçimlerini yaşarlar. Bu bir gerçek. Seçimlerimiz bize aittir. Bildiğim tek şey cesaretim olduğu. Her şeyle yüzleşmek demek kendimle yüzleşmek anlamına geliyormuş. Benim de buna cesaretim vardı. Yüzleştim ben'le. Biliyorum ben'i. Kendimi kabullenmem zaman aldı, canımı yaktı. Şimdi huzurluyum. Cesaretliyim. Şimdi mutluyum. Denedim ve gördüm. Gördüğümden de alabildiğine memnunum. Şimdi…

Sevgiyle kalın,

Sy/ İstanbul 2012/Ağustos

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Dolu varsa boş da var; soru varsa cevap da var…


İnsan boş oturmamalı diyor zihnim. Çünkü evren boşluk sevmez diye de ilave ediyor. Soruyorum :” Evren kim? Tanıdığım biri mi?” Boş bakıyor zihnim bu soru üzerine. “ Boş bakma evren boşluğu sevmez” diyorum. Kızıyor galiba. Ben de yerimden kalkıyorum masanın etrafındaki sandalyelere sırayla oturup kalkıyorum. Kendimi iyi hissediyorum, boşlukları sırayla dolduruyorum o an. Kendimce.“ Öyle değil” diye haykırıyor zihnim. “Bana ne” diye haykırarak cevaplıyorum anında. Kendimi daha dolu hissediyorum o anda, sandalyelere oturup kalkarken. Kime ne? Gerçekten doldurmuş muydum kendimi? Peki ya evreni?

Kendimi nasıl doldurabilirim acaba? Düşünmem lazım bu konuda. Düşünüyorum. Düşünüyorsam varım. Varsam evren de dolu o halde. Değil mi? Peki ya ben? Ben hala boş muyum? Ne cevap verirsem vereyim yaşamımda bir doluluk olacak mı? Doluluktan kastım ne benim? Yaşantımı derinlemesine ve anlayarak sürdürmek mi? Yoksa yaptığım güzel şeylerin yaşantımı doldurması mı? Yin ile yang; güzel ile çirkin misali bir dolu varsa bir de boş mu var? Yaşamak boş mu dolu mu? Kime göre? Neye göre? Ben yaşantımı dolu dolu yaşıyor muyum?

Ben bu sorduğum sorulara teslim olalı uzun süre geçti aslında. Tüm cevaplarımı aldım, kendi adıma. Deneyimlemeye devam ettiğim sürece alacağım daha çok cevap var. Bir o kadar da soru var. Dolu varsa boş da var; soru varsa cevap da var…

Boş oturmayı bıraktım uzun zaman önce. Hoş o sıralar boş oturduğumun farkında değildim. Alabildiğine meşguldüm aslına bakarsanız. Kendimce… Kendimi geliştirmeye açtığım an, gerisi kendiliğinden geldi. Bana benim hakkımdaki doğruları ve yanlışları- böyle etiketleri kullanmayı hoş bulmuyorum çünkü yaşantımızda bazı şeyleri vurgulamak adına türetilmiş olan bu kelimelerin yaşantımızın kimyasını bozduğuna inanıyorum, gel gör ki öylesine kemikleşmişler yapacak şey yok- ancak ben söyleyebilirim. Dolayısı ile sorularımın cevaplarını da kendim verdim. Uygun olanı seçtim kendime ve kendimi cevapladım. Bazen baktım cevapların içinden çıkamıyorum. Döndüm başa ve sorulara göz attım. Doğru soruyu bulunca doğru cevap da geliyormuş. Fark ettim. Farkı yarattım…

“Neler yapabilirim?” diye sordum kendime. Cevapladım. Yaptım ve yapıyorum. Önce düşüncelerimi ve bakış açımı netleştirdim. Ardından dürüstçe yüzleştim kendimle. Ah çok acıttı bir süre, sonrasında keyif geldi oturdu başköşeye. Artık kendime alabildiğine şans tanıyorum ve bu şansımı kullanmayı seçiyorum. Beni benden iyi bilen kimse yokmuş ki! Seçenekler bana aitmiş! Yaşam benim yaşantımmış! Boş otursam da benimmiş, evreni doldursam da. Tek yapmam gereken seçmekmiş. Boş mu dolu mu?

Sevgiyle kalın,

Sy

16 Ağustos 2012 Perşembe

Çünkü dinlemenin keyfini bilenler dinlenilmenin keyfini ararlar...


Geçen günkü yazımda konuşmadığımı fark ettiğimi söylemiştim. Cevap arıyordum bu duruma. Hatırladınız mı? Nihayetinde aklıma yatan cevapları seçtim zihnimdeki düşüncelerden. Söz verdiğim gibi de sizlerle paylaşıyorum.

Etraftaki sesli koroya katılmak zorunluluğum yokmuş ki benim! Bunu anladığım günden beri, gerektiği yerde gerekli gördüğüm takdirde konuştuğumu fark ettim. Daha doğrusu ‘dinlemeyi’ seçenlerle konuşuyorum. Çünkü dinlemenin keyfini bilenler dinlenilmenin keyfini ararlar... 

Dikkatimi çeken başka bir ayrıntı da gözlemlerimden geldi. Birisi konuşurken karşısındaki dinleyicinin de aynı anda ses üretme çabasında olduğunu gördüm. Eş-zamanlı konuşmalar gerçekleşiyor. Bu eş-zamanlılık aynı anda ses üretmek için oluşuyor sanki. Öyle bir şey oluyor ki konuşmayan kişi, diğeri konuşmaya başladığı an ses üretmeye başlıyor. Sanki sessiz kalırsa varoluşun dışında kalacakmış gibi. Korkuyor ve hemen sesler çıkarmaya başlıyor. Konuşan topluluğun içinde yer almak, dışında kalmaktan daha cazip geliyor olmalı. Dinlemeden, anlamadan verilen anlık ve tepkisel sesler…

Böylesi bir ortamda kulaklarımızın durumu ise içler acısı. Kulaklardan beynimize akan sesler çağlayanı arasından gerekli olanı seçmeye çalışmak ise bambaşka bir yorgunluk. Gözlemledim ki böyle ortamlarda dikkatimi hep dışıma yönlendirmiş oluyordum sonuç olarak. Ya içim? İçime gereken dikkati veremediğimden, duyamıyorum kendimi ve böylece dışarıdaki dünyaya sıkışıyordum. Bana öyle geliyordu, sıkışıyordum gerçekten de. Keyfim kaçıyordu, yorgunluk ve baş ağrısı oluşuyordu; enerjim tükeniyordu, emiliyordu sanki. Hangi zaman diliminde olduğumu yitiriyordum böyle anlarda. Neredeydim? Geçmişte mi? Şimdide mi? Gelecekte mi? Hiçbir yerdeydim aslında…

İşin garibi kişisel gelişimle uğraşan ve hep olumlu frekansta kalmanın önemini savunanlar için genel bir yargı vardır hatırlarsanız.” Bu insanlar hayata yüzeysel bakarlar ve hayatı umursamazlar, ben merkezli yaşarlar” derler. Bu yargıyı belli bir kesim kanıksadı neredeyse. Hem de araştırmadan, incelemeden, dinlemeden, anlamadan. Neden mi mantıklı geldi bu yargı birçok insana? Çünkü kavganın olmadığı, öfkenin ortalığı kasıp kavurmadığı, yargılamanın keyfinin olmadığı ortamlar “insanca tepki vermek” olarak kabul edilmiyor artık da ondan. Bu tepkileri vermiyorsan ya “ eziksin” ya da “ bencil”. Daha da ileri gidersek eğer farklı bir sıfat daha seçebiliyorlar:” Aptal.” Neden mi? Olduğu gibi kabulleniş içindesin ve kişinin kendisini keşfetmesini, anlamasını tercih ediyorsun. Eleştirmiyorsun ve çözüm sunuyorsun ancak diretmiyorsun. Dinliyorsun sadece. Hakkıyla dinliyorsun, hak ettiği şekilde. Ben haklıyım, benim dediğim doğru klişelerini aşmışsın. 

İşte bir konuşma esnasında bu gayretler içinde olan bir insanın aynı anda ses çıkarması durumu ne yazık ki gerçekleşmiyor. Hal böyle olunca da konuşmuyor oluyorsun. Konuşmayınca da seni kimse dinlememiş oluyor. Ha bir de seninle konuşanlar tarafından “Beni dinlemiyorsun!” diye azarlanıyorsun. Haklılar çünkü normal insan modeli ‘aynı anda konuşmak’ olmalı. Hem konuşacaksın, hem dinleyeceksin aynı anda, hep birlikte, dıştan sesler korosu oluşturmalısın. Kapıl gitsin ses üretimine, kabullen dayatılan görsel ve işitsel şöleni. Zorun ne? E yapamıyorsan yersin azarı, oturursun aşağıya…

Duyman, konuşman ve görmen gerekenler burnuna dayatılıyor ve sen geri çeviriyorsun. Neden? Çünkü bireyselliğine kavuşmak istiyorsun. Orada ‘birlik’ arayışındasın. Köküne varmaya çalışmak seni kendini anlamaya, sorgulamaya, çözmeye götürecek olan yol, biliyorsun… 

Kulakta devamlı aynı müzik kanalın, dışarıda aynı görselin, zihinde aynı karmaşan yoksa konuşamıyorsun. Seni de kimse dinlemiyor. Sonuç budur…

Sevgiyle kalın,

Sy

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kim daha iyi dinliyor?


Kaç çeşit insan vardır? Tepkilerine, düşüncelerine, davranışlarına, karakterine bakarak sınıflandırabilir miyiz acaba? Kadın ya da erkek olması fark eder mi? Diyelim ki başardık, sınıflandırdık; ilişkilerdeki sorunları çözüme kavuşturabilir miyiz? Sonsuza kadar, iyilikte ve sağlıkta, her türlü birliktelikte mutluluğu yakalayabilir miyiz? Bana göre evet…

Nasıl mı? Değiştirmeye çalışmadan, büyümesine olanak tanıyarak, onu olduğu gibi kabul ederek. Sürekli iletişimde kalarak, suçlamadan ve yargılamadan dinleyerek. Dinleyerek ama gerçek anlamda dinlemeden bahsediyorum. Dinlemek bir sanattır bana göre. Hani sıkça yaptığımız gibi- ben eskiden çok yapardım- kafa sallayıp laf bitimini sabırsızca bekleyip derhal kendi bildiğimiz doğruyu dayatmaya geçmekten bahsetmiyorum. Buna bildiğini okumak diyorum. Birde göstermelik dinlemeler vardır. Eskiden bunu da çok yapardım. Bazen spor yaparken etrafındakilerle konuşmak zorunda kalmamak için kulağına koftiden bir kulaklık takarsın ve hafifçe baş ritmi yakalarsın ya da ciddi bir şekilde okumaya gömülürsün elindekini; bir şey sorulduğunda da – Ah pardon, dalmışım dersin- işte bunlar göstermelik olanlardır. 

Dinlemek sanattır derken abartmıyorum. Gerçekten de öyledir. Çünkü dinlemek sadece kulakla yapılan bir işlem değil. Konuşan kişinin duygularını da yorumlamayı gerektiren bir işlem türüdür. Anlatılan her ne ise, altında yatanı görebilmektir, seçebilmektir, cımbızla alabilmektir. Ayrıca konuşma esnasında aktarılanları kişisel almamak gerekir ki ortada yanlış anlaşılma durumu olmasın. Kolay mı? Başlarda değil elbette. Fazlasıyla idman gerektiriyor. Dinlemeyi, anlamakla bütünleştirdiğimizde sorunlar çözülüyor, empati kendiliğinden oluşuyor ve ardından da gerekli ise çözümler geliyor. Sen mutlu, ben mutlu…

Gündelik hayatta dinlemek her zaman kolay gelmeyebilir. Yorgun olabiliriz, gerçekten zorlu ortamlarda bulunmuş olabiliriz, belki de sebepsiz yere gergin de olabiliriz. O zaman kasmayıp “ Daha sonra konuşalım mı?” diyebiliriz. Karşı taraf anlamayıp, anlatmakta direniyorsa, isteğimizi yinelerken araya hafif atıştırmalık bir iki adet gerekçemizi de koyabiliriz. Yeter ki anlaşmayı ve anlaşılmayı isteyelim. 

İletişimde bulunmak için karşılıklı saygı ortamı oluşturmayı başarmışsak, çözülemeyecek sorun yoktur bana kalırsa. Saygı dolu bir ortamda ilişki içinde olan kişiler birbirlerini daha iyi tahlil edebilirler, duygularını daha iyi yorumlayabilirler. Üstüne bir de sevgiyi eklediklerinde aşamayacakları dağ kalmaz.

Bazen de karşımızda konuşan kişi sadece dinlememizi istiyordur. Çözüm istemiyordur, akıl istemiyordur. Tek istediği dinlememizdir. Böylece gerek duyduğu ilgiyi alacak ve yoluna kaldığı yerden devam edecektir. Her dinlediğimizde akıl vermek, yol göstermek, çözüm sunmak zorunda değiliz. Bunları bilmek sinirlenmeden ve kızmadan dinlemeyi öğrenmemizi sağlayabilir.

Dinlemek gerçekten de sanattır. Son zamanlarda dinlediğimi ancak dinlenilmediğimi fark ettim. Sonra bir baktım ki konuşmuyormuşum. Konuşmazsam nasıl dinlesinler ki beni? Peki, neden konuşmuyorum acaba? Cevabı alınca size de bildiririm.

Sevgiyle kalın,

Sy

5 Ağustos 2012 Pazar

Bünyemin getirdikleri


Hepimiz bünyemizi biliriz değil mi? Ne kadarını kaldırır, ne kadarını tolere eder, ne kadarını etmez, biliriz kendimizi işte. Bazen de kör olasımız gelir ve hiçbir şeyin farkında olmayıveririz. Zaten ya farkındasındır ya da değilsindir. Öyle değil mi? Her zaman ne istediğimizin farkında olamayız değil mi? Bence oluruz. İşin aslı zaten farkındayızdır da işimize gelmiyordur… İşte böyle durumlar da oluyor farkındalıkla ilgili. İşine gelme ya da gelmeme durumu gibi. Var mı böyle bir şey? Var tabii ki. Biz insanoğlu şartları kendi lehimize çevirmekte yeri geldi mi ustayızdır. Yeter ki isteyelim. Değil mi? Canımız acısa da, içimiz yansa da şartları zorlamakta üstümüze yoktur…

Geçenlerde dostlar bir araya geldik, hasret gidermek istedik. Bir tanesi, bizzat duyduğu ve şahit olduğu bir durumu, ne yapılabilir diye bizimle paylaşmak istedi. Biz de dinledik:

“Eşinden boşanmış bir tanıdığım var. Tam on yedi yıl sonra hem de. İki çocuğu var. Tam altı yıl oldu. Boşandığı günden beri soran olursa “evli” olduğunu söylüyor. Boşandığını üç beş kişi dışında kimse bilmiyor. Gerekçesi ise etrafının hakkında ne düşüneceğiymiş. Çocuklarına farklı gözle bakılmasını istemiyormuş. Kendisine gerçekten de soranlara hala “ evliyim” demesinin ne anlama geldiğini şimdi anladığımı söyledim. Anlamadı ne demek istediğimi…

Çocukları baba hasreti ile büyümesin diye evde olmadığı zamanlarda eşinin eve girmesine müsaade ediyordu. Böyle olunca da karşılaşmaları kaçınılmaz oluyordu. Ardından birkaç kere fiziksel şiddet de görmüştü. Kendisine şikayet edip etmediğini her sorduğumda “ Konu komşu ne der? Hem kimse boşandığımı bile bilmiyor ki!” diye cevap vermişti. “Şiddet gördüğün için boşanmıştın. Çocuklarının böyle büyümesini istemiyordun. Kimin ne düşündüğünü neden bu kadar önemsiyorsun? Çocuklarının ve senin huzurun daha önemli değil mi?” diye sorduğumda önce bana hiç cevap vermedi. “ Ben boşanmak için on yedi yıl bekledim. Şartlarımın iyileşmesini ve hazır olmayı bekledim. Boşandım ancak etrafım boşandığıma hazır değil. Dul bir kadının sorunları var. Sen bilemezsin. Anlayamazsın. O yüzden gerekirse şikayet etmek için bir on yıl daha hazır olmayı beklerim. Sabırlıyımdır” dedi. “On yıl içinde etrafının boşanma işlemine hazır hale geleceğine inanıyor musun?” dedim. Hiç cevap vermedi…

Haftanın altı günü çalışıyor bu kadın ve Pazar günü de kendi evinin işlerini görüyor. İki çocuğuna annelik ve babalık yapmaya çalışıyor. Bazen hayatın adil davranmadığını düşünüyorum. Özellikle de biz kadınlara. Zor şartlar altında yaşantımızı devam ettiriyoruz ne yazık ki. Acaba bir şey yapmalı mıyım sizce?”

Uzun süre sustuk her birimiz. Düşündük. Böylesi hassas bir durumu kafamızda tarttık.  Sonuç olarak bu kişinin ne istediğinin, gerçekten ne istediğinin farkında olmasını sağlamak için, neler yapabiliriz araştırmaya karar verdik.  Sadece ne istediğinin değil neyi istemediğinin de önemli olduğunun vurgulanması gerektiğini düşündük. Başkalarının ne istediğinin, ne söylediğinin, ne yaptığının değil; kendi hayatının önemli olduğunu anlaması gerektiğini düşündük. Hayatının sorumluluğunu kendi üstlenmesi gerektiğini ve bu aşamada öz iradesini kullanmasının ne kadar önemli olduğunu fark etmesini sağlamalıydık. Sonra tekrar sustuk ve birbirimize baktık. Biz bu insanları hiç tanımıyorduk ve oturmuş nasıl yardım edebiliriz diye soruyorduk kendi kendimize. Bizden açıkça yardım isteyen yoktu ki! Kişi kendi istemediği müddetçe önerilen değişimler, çözümler bir müddet sonra yaptırım haline dönüşebilir. Ancak kendi istediği zaman değişim gerçekleşebilir. Sonuç olarak arkadaşımızın bu bayanla karşılaştığında dinlemesini ve farklı bakış açısı ortaya koyarak geri çekilmesini ve böylece bayanın bu bakış açılarını görmesini karara bağladık." Başka cesaretlendirici örnekler ver ve seçimleri olduğunu hatırlat, olurda bayan yardım isterse, yardıma hazır birinin varlığını bilsin, bunu anlamasını sağla” diye de ekledik. 

Bana kalırsa ne istediğimizi ve ne istemediğimizi dürüstçe, son derece dikkatli bir şekilde sorgulamamız gerekiyor. İstediklerimizi yarattığımızda ve yaşamaya başladığımızda ya da istemediklerimizi hayatımızdan çıkardığımızda ve yaşantımıza devam ettiğimizde; oluşturduklarımızla ya da eksilttiklerimizle karşı karşıya geldiğimizde huzur içinde olacak mıyız? Başa çıkmayı bilmek gerekiyor. En önemli nokta bu bana göre.

Sevgiyle kalın,

Sy