30 Nisan 2012 Pazartesi

Hizaya gelmek : “3D”


Doğru bir çizgi üzerinde bulunma durumu demekmiş hizaya gelmek. Her şeyi hizada tutmaya çalışmak ise fenadır; bilirim, çünkü bir zamanlar öyleydim. Her şeyin bir başı, bir sonu, bir ortası, bir çizgisi, bir döngüsü, bir sunumu ve derken zihinsel olarak kafayı yemiş ancak fiziksel olarak müthiş gözüktüğüm zamanlardı o zamanlar.  Zihnim her daim tetikteydi. Meydana gelecek en ufak bir sapmayı hizaya getirmek üzere eğitimliydi. Oldukça çevik ve hızlı iş görme yeteneğim de olduğu için hazır kıta bedenim zihnimin her daim emrine amadeydi. Dünyayı kontrol edemeyebilirdim ancak kendi dünyamı fır döndürüp bir tur da bindirirdim. Her şey hizaya gelmeliydi, her şey…

Peki, amacım neydi benim? Her şeyi hizada tutarak ne yapmaya çalışıyordum? Hayatımı düzene sokuyordum herhalde. Olabilir mi?  Dolaplarım düzenli, evim düzenli, bahçem düzenli, terasım düzenli, ailem düzenli, arabam düzenli, sokağım düzenli; hatta yetinmeyip su ve gazete getirenleri bile hizaya soktum diyebilirim. Ekmek ve gazete kapıdaki sepete düzgünce bırakılacak, kirli su bidonu getirilmeyecek, kapı görevlisi her geçişte değil toplu olarak mektupları teslim edecek… Hayatıma bir düzen hâkimdi dolayısıyla her şeyim hizadaydı…

Aslında yapmaya çalıştığım ve başaramadığım şey oldukça açıktı. “3D” hizalaması yapmaya gayret sarf ediyordum. İçten içe… Yani duygu, düşünce ve davranışlarımı aynı hizada tutmaktı amacım. Böylece her şey tam olacaktı o zaman. Tabii ki olmuyordu, çünkü olamıyordu. Her şey de bir düzen hakimken duygularımda fırtınalar kopuyordu, düşüncelerim almış başını başka bir kulvarda koşuyordu. Kopuk kopuktu her şey birbirinden.  Etrafımdaki el attığım her şey tertemiz, berraktı; parlıyordu. Oysa iç dünyam bulanıktı… Her duygumu, her düşüncemi içimde yaşıyordum. Üzüntüm, hiddetim, alındığım noktalar, küsmelerim, göz yaşlarım her şey içimde olup bitiyordu. Dışarıda ise bir hijyen ve düzen hakimdi; gözle görülür olan kısımda. Duygularıma ne ben erişebiliyordum ne de bir başkası; içsel bir tıkanıklık vardı bende…

Herkesle empati kurabiliyordum. Bunu kendimde denemeye karar verdim. Kendime empati yaptım. Lazım olan hizanın dışta değil içte olması gerektiğine karar verdim. Mantıken içteki dışa da yansımıyor muydu zaten? Kendime ait derinde kalmış tortularımı temizleyip akıtırsam, yol açılacak ve akış başlayacaktı. Ben de bunu yapabilmek için duygularıma kulak verdim. Hürmetle duyumsadım onları. Yumuşadılar ve açıldılar. Açılınca düşünceye dönüştüler. Dönüşen düşünceler berraktı ve net anlaşılıyordu. Bu önemli bir keşif olmuştu benim için; içselin dışa aktarımını sevmiştim. Çünkü tamamen beni yansıtıyordu, özeldi, kişiseldi.

Böylece durmadan dönüp durduğum hizaya gelmek takıntımdan yavaş yavaş uzaklaştım. Bıraktım. Her şey olması gereken zamanda olmaya ve hizaya kendiliğinden gelmeye başladı. Ben de fark ettim ki, içimdeki duygularım, düşüncelerim ve davranışlarımın hepsi içtimaya çıkar gibi sıralanmışlar. Kendilerince hizaya girmişler ve bana selam durmaktalar. Ben de selamlıyorum onları tüm saygım ve sevgimle. Bir sonraki içtimaya kadar esenlikler diliyorum, kendime, etrafıma, her şeye…

Sevgiyle ve 3D hizalamasında kalın,

Sy

27 Nisan 2012 Cuma

İnsanın sabrı olmalı


Her şey olması gereken zamanda olur aslında zorlamaya gerek yoktur. Hep deriz ya her şeyin bir zamanı vardır, öyle gerçekten. Bize düşen olanı kabullenmektir…  İtiraz etmeden, sorgulamadan, sadece kabullenmek… Yolumuzu açacak olan bu duygudur. Kabullenme çıkışı gösterecektir… Sorun her ne ise aslında geçicidir. Kalıcı yapan bizleriz. Daha fazlasını isteyen ve yaratan bizleriz. Geleni kabullenmek bu sorunu ortadan kaldıracaktır. Geldiği gibi gidecektir. Sabır ve zamanlama ikilisine dikkat… Her gelenin bilgisi aslında bizde mevcuttur… Sadece bakmak yeterlidir. Görebilmek bir bilgidir. Sonra sıra bu bilgiyi özümsemeye gelir… Nasıl mı? Çünkü yaşam sonsuzdur, biz onu zaten biliyoruzdur. Şimdiden ya da önceden… Fark eder mi?  Bu varılması gereken bir düzey mi?

Her şeyin bir kaynağı vardır. Kaynağa gitmek sorunu çözmede yardımcıdır. O andaki araştırmanız gereken konu duygularınızdır. Sadece size ait olanları, gizli saklı kalmış olanları eşeleyin. Duygu ve düşüncelerimize anlayışlı davranırsak onlar da bize yol gösterici olurlar. Kendinize bakın, dönün içinize, sevgiyle ve şefkatle... Aradığınız kaynak orada. Bekleyip durduğunuz çıkış orada…

Sabırsız duyguları ayıklayın. Size acı veren duyguları mercek altına alın bakın. Altında ne tür inanç ve kalıplar var acaba? Kısıtlayıcı, engelleyici, yargılayıcı… İç dünyamızı özgür kılırsak özgürleşiriz. Tercihlerimiz var, her zaman. Kendi adıma hep şu anda olanları tercih ediyorum. Gerisi her zaman olduğu gibi olmaya devam ediyor çünkü. Bu benim tercihim, an’ daki tercihim geçerli, hayatımın akışı içinde… Doğru olduğunu biliyorum. Nereden mi biliyorum? Çünkü bunu seçtim, benim seçimim ve ben onu yaşıyorum. Benim için yeterli…

Bu varılması gereken bir düzey mi? Bilmiyorum. Eğer öyleyse ben orada mıyım? An’ da isem evet oradayım. Bunu öğrendim ve deneyimledim. Nerede mutlu isem oradayım artık. Kendimin farkına varınca ortalık aydınlandı sanki ışıl ışıl. Işığa karşı daha sabırlıyım. Zamanla ışığa alışıyorum, ışık da bana. Şu an keyfim yerinde. Bu bana yetiyor… Nefes alıyorum ve veriyorum, hayat değişiyor. Ben değişiyorum. Zaman akıyor. Belki de akmıyor… İşte bu!

Sevgiyle, sabırla ve zamanında kalın,

Sy

23 Nisan 2012 Pazartesi

Hoşnut olmak güzeldir


Bugün "Çocuk Bayramı" olduğu için çocuksu duygularla doldum taştım sabahtan beri neşeyle doluyum. Aslında benim içimdeki çocuk mutlu, hem de çok uzun zamandır. Ben de bu duygudan oldukça hoşnudum.  Bunun için sıkı çalıştım desem yeridir. Kaybettiğimi sandığım çocuğu buldum çıkardım ortaya. Besledim o çocuğu, doyurdum ve şimdi ikimiz çok mutluyuz. Bütünüz, tamamlandık. Bayramı da fırsat bildim anlayacağınız daha bir coştum.

Sabah kahvaltımı ederken sitenin içi çocuk sesleri ile kaynıyordu. Yerlisi yabancısı her dilden cıvıltı vardı etrafta. Kahvemi alıp onları seyretmek için bahçeye çıktım. Bir tanesi vardı ki aralarında hemen dikkatimi çekti. Yeni yeni yürüyordu küçüğüm. Adımları o kadar sarsaktı ki düştü düşecek derken, kollarını sallayarak kendinden büyüklerin peşinden seğirtiyordu bir o yana bir bu yana. Bacakları bezden dolayı hafif çarpık duruyordu ancak O kendinden emin bir şekilde adımlarını atıyordu, hoşnuttu halinden. Ağzından sevinç nidaları dökülüyordu, gözleri ışıl ışıldı.

Kesinlikle haz alıyordu bahçede olmaktan, büyüklerle oynamaktan, düşmekten, kalkmaktan; alabildiğine mutluydu. Büyükleri her yetişip yakaladığında kendinden emin bir şekilde bir çığlık patlatıyordu. Kutluyordu kendisini, hatta yetinmeyip alkışlıyordu kendini o minik elleriyle. Kahkahaları duyulmaya değerdi. Usta hissediyor olmalıydı kendini bu yakalama oyununda. Beklentisi yoktu, sadece oyunda olmak yetiyordu O’na. İyi yürüdüğünü ve iyi koştuğunu düşünüyor olmalıydı ki açıkça bir mücadele içindeydi kendinden yaşça büyük olanlarla.

Annesinin gözü korkmuş olmalıydı O’nun bu pervasız hareketlerinden. Ara sıra önüne geçip durdurmaya ya da elini yakalamaya çalışıyordu. Ancak O usta manevralarla atlatıyordu annesini, sınırlarını zorluyor ve her seferinde başarıyordu. Baba ise destekliyordu O’nu:“Haydi kızım durma koş yakala arkadaşlarını” diye teşvik ediyordu ara sıra. O zaman daha bir özgüvenli bir şekilde şöyle bir sallanıyordu yerinde, dengesini bulup tekrar atılıyordu ileriye doğru. Bir gülücük ve usta bir manevra ile anneyi atlatıp hedefe varıyordu ufaklık.

Düşüyordu bazen ancak hiç utanç duygusu yoktu, doğal bir hoşnutluk vardı bu çocukta. Kendinden hoşnuttu bu çocuk. İçindeki doğal duyguların yüzeye çıkmasına izin veriyordu. Keyif alıyordu o an ’dan. İşi buydu. Hiçbir tatlı söz ya da dikkatini dağıtmak için gösterilen sevdiği bir oyuncağı O’nu yaptığı işten geri bırakamıyordu. Ödüle karnı toktu, övgü istemiyordu. O kendi kendini takdir ediyordu zaten. İçindeki özle bağını koparmıyordu ve böylece sadece kendi istediğini yapıyordu.  O kendisi ile bütündü ve kendi mükemmel deneyimini yaşıyordu.

Kahvemi bitirip içeri girerken kulaklarımda O’nun azimli çığlık ve kahkahaları yankılanıyordu. İçimdeki çocuğa kulak verdim bir an. O’da mutluydu ve hoşnuttu kendinden. Yaptıklarından ve deneyimlerinden haz almayı geçte olsa tekrar bulmuştu; yenilenmişti içimdeki çocuk. Ne güzel bir tesadüftü gözlemlediğim; bahçemdeki çocuk ve içimdeki çocuk… Tesadüf diye bir şey var mı? Var veya yok; ben minnettarlıkla kabul ettim kendimi ve içimdeki çocuğu. Bahçemdeki de bonus oldu bugün bana...

Sevgiyle kalın,

Sy

22 Nisan 2012 Pazar

2002 Model Aşk


Erkek soruyor: “Fırtınada ne yaptın, korktun mu?” Kız cevap veriyor:” Evet, yere düştüm, daha doğrusu uçtum. Rüzgar savurdu beni. “ Erkek yumuşak bir hareketle kızın elini tutuyor ve cevap veriyor:” Uçarsın tabii ki, yaprak gibisin. Ben okulda olsaydım tutardım seni, korurdum.”

Şubat ayının ortalarında başlayan bu aşk doludizgin devam ediyor. Bu aşkın kahramanları 2002 doğumlu. Bir dostumun yakışıklı oğlu ile sıra arkadaşı olan bir kız arasında filizlendi bu aşk. O kadar tatlılar ki, anlatılmaz yaşanır derler ya gerçekten şahit olmanız lazım ne demek istediğimi anlayabilmek için. Oğlan çekingen, şimdiye kadar iki kez elini tutabilmiş sadece. Oysa kızımız bıcır bıcır, saçlarını okşuyor sürekli oğlanın. “ O kadar yumuşak ki saçların çok güzeller” diyor. Oğlumuz utanıyor kıpkırmızı kesiliyor. Ara sıra heyecandan kız kekeliyor ve susuyor. Oğlan “ Susma konuş, ben zaten kekeliyorum, önemli değil” diyor. Sımsıcak gülüşüyorlar ve kah kekeleyerek, kah gülerek aşklarını yaşıyorlar.

Aileler şaşkın izliyorlar bu aşkı. Bu yaşta böyle bir tutkuya rastlamamışlar her iki tarafta. Her hafta sonu sıra hangi annede ise; ikisini alıp sinemaya, oyun parklarına götürüyorlar. Yalnız programı kızımız belirliyor. Araştırıyor, iki aşık telefonlaşıyorlar ve karar veriyorlar hafta sonu ne yapmak isterlerse onu yapıyorlar; sinema, konser, gösteri, oyun parkı… Bu buluşmalarda görevli anne hepten şaşkın anlatıyor: “ Gittiğimiz yerde önden yürüyorlar. Sohbet edip, gülüşüyorlar. Yemek yerken birbirlerinin ağzına patates kızartması uzatıyorlar. O kadar mutlular ki, rahatsız etmemek için arkadan yürüyorum. Sanki anneleri değilmişim gibi davranıyorum. Onlar da baş başa buluşmuş gezen bir çift gibi davranıyorlar. Etraftan insanlar bakıyor ve gülümsüyorlar. Bizimkilerde selam verip yollarına devam ediyorlar. Kıza ince mavi bir bileklik hediye aldık geçen gün. Teşekkür ederim deyip sarılıp oğlumu öptü. Bir an oğlumun bayılacağını sandım.”

“Üşüdün mü?” diyor kız. “ Yo hayır ben hiç üşümem” diye cevap veriyor genç aşık. Oysa titriyor, donuyor. Oyun parkına dalıyorlar birlikte. Kızımız hırslı “Şimdi parçalayacağım seni” diyor. “ Parçala beni” diye cevap veriyor oğlumuz. “ Sen parçalarsan bana bir şey olmaz” diye ekliyor. Etrafta kulak misafiri olan herkes gülmeye başlıyor. “ Rüya gibi bir aşk” diye anlatıyor dostum. Bizimkilere benzemiyor biliyor musun ben hayatımda böyle aşk yaşamadım” diye ekliyor.

Çocuklar masumdur, öyle doğarlar. Koşulsuz severler, sevgi yayarlar. Bizlerde masum doğarız ancak sonra ne oluyorsa o masumluğumuza doğallığını yitiriyor. Sevgiler çıkar ilişkisine dönüşüyor ara sıra, raydan çıkıyor. Çocuklar da cesaret oluyor, korkusuzlar. Tüm duygu ve düşüncelerini açıkça ortaya koyuyorlar. Maskeleri yok, oldukları gibiler. Saflar ve özgünler. Geçmişin yükünü bilmiyorlar çünkü bir geçmişleri yok henüz, oluşmamış. Gelecek korkusu yaşamıyorlar çünkü an’ı yaşarken geleceklerini yeni yeni oluşturuyorlar. Alabildiğine özgürce…

“Çocukların hiçbir şeyi yok, sorunları yok, korkuları yok” diyorum dostuma. “Onların yolculuğu yeni başladı, korkusuzca ve özgürce sevgi dünyasına dalıyorlar. Hiçbir bedel ödemiyorlar ve bedelin ne olduğunu bilmiyorlar. İşte bu yüzden katıksız bir aşk ve mutluluk içindeler. Layık oldukları güzel bir dünyada yaşıyorlar, bizim onlara öğretecek şeyimiz kalmadı aslında; onlardan öğrenmemiz gereken çok şey var galiba” diye ekliyorum.“Haklısın“diyor dostum.“ Onlar basitçe yaşıyorlar aşklarını, birbirlerine sahip olmak onlara yetiyor. Hep bu duygularla ve bu durumda kalsınlar yaşadıkları sürece. Ancak o zaman mutlulukları daim olur.”

Her ikimizin de gözünde yaşlar beliriyor, dalıyoruz anılara. Acaba ben ilk kez ne zaman bu saf aşkı tatmıştım? Ne zamandı? Kapatıyorum gözlerimi dalıyorum hayallerime…

Herkese bu model aşk nasip olsun ve daim olsun sevgiyle,

Sy

21 Nisan 2012 Cumartesi

Yaşam ve Ölüm arasındaki ince çizgide


O ince çizgide yürürüz hayatımız boyunca. İki gökdelen arasına gerilmiş çelik halatta yürüyen rekor denemeleri yapmaya çalışan insanlar gibiyiz, hepimiz yürüyoruz. Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş, kimi zaman da koşar adım gidiyoruz başlangıçtan sona doğru. Peki, bir başlangıç ve son var mı? Gerçekten doğumdan sonumuza doğru mu yol almaktayız? Ölüm bir son mu? Yoksa başka bir hayata, bir geçide, bir yere açılan bir kapı mı? Orada bir kapı varsa ne var o kapının ardında?

“Bugün varsın yarın yoksun” ya da “Günü, an’ı yaşa” diyorlar, duyuyoruz bu cümleleri. İçimizde bir yerlerde de bir ölüm korkusu kol geziyor. Sevdiklerimizden ayrılacak olmamızın düşüncesi yüreğimizi burkuyor. Ya da sevdiklerimizin zamansız ayrılığı bizi kahrediyor. Her ölüm de, her kayıp ta adım adım korkuya yaklaşıyoruz. Korku da boş durmuyor gelip sarıp sarmalıyor bizi. Niye korkuyoruz acaba? Sadece sahip olduklarımızı kaybedeceğimiz için mi yoksa öldükten sonra ne olacağımızı tam bilemediğimiz için mi?

Yaşamla ölüm iki zıt kutup gibi. Var ve Yok gibi. Bir varsın bir yoksun gibi. Yaşadığımız ve nefes aldığımız her dakika aslında ölüme bir adım daha yaklaşmıyor muyuz? Nefes al, ver; bir gün daha tüketiyorsun aslında. Zamanı harcıyorsun. Eve sık sık taze çiçekler alıyorum, hoşuma gidiyor. Renkleri ve görüntüleri ortamı huzurla dolduruyor. Seviyorum. Bu çiçekleri alırken goncası bol olanı almaya gayret ediyorum. Daha uzun süre yaşasınlar ve açsınlar diye. Eninde sonunda o goncalarda açıyor ve ömürleri tükeniyor. Hiçbir şey kalıcı değil aslında, her şey geçici. Bana öyle geliyor.

Hayatımızı sürdürürken sadece var olduğumuzu ispat ederek mi yaşıyoruz yoksa yaşamın hakkını vererek mi? Geçmiş ve gelecekte gidip gelerek an’ı kaçırıyorsak eğer yaşayan ölü gibi davranıyoruz demektir. Ancak an’da yaşamın kalitesi ve anlamı mevcuttur. Deneyimleyerek yaşamaktan daha güzel bir şey yok bana kalırsa. Var ve yok gibi yaşamaktansa ikisini bir olarak görmek; ya o ya bu demek yerine; her ikisi de demek daha doğru olabilir mi acaba? Yaşam ve ölüm bir bütün olabilir mi? Ölümden korkmadan yaşamak mümkün mü?

Bana göre mümkün. Her güne yaşantımın yeni bir günü olarak başlıyorum. Dün yaşandı ve bitti. Bu sabah kalktım ve yaşıyorum. Gece yatana kadar da bu gün benim. Onu değerlendirmek ve keyif almak benim irademde. Ne istersem ertelemeden yaparım. Ertelersem kafamda sorular kalır. Kafamda sorular kalırsa an’ımı hakkıyla yaşayamam. Günümü bitirip yatarken veya ertesi sabah, soruların bilincimi bulandırmasına izin vermiş isem geleceğimdeki an’ımdan avans almaya başlamış olurum. Kafamdaki tüm sorular ve yanıtları an’da gelmeli ve bitmeli. Ben böyle yapıyorum. Ertelediğim ve gerçek olmayan bir dizi olay için günümü heba etmiyorum. Hakkıyla yaşıyorum. En azından ölüm geldiğinde kafamda sorularla kala kalmam diyorum kendi kendime. Ölümün bile keyfini çıkarmaya çalışırım. Garip ama böyle düşünüyorum. Korkmuyorum ondan. Ölümden korkmak kendini yaşamda kısıtlamaktır. Ben böyle hissediyorum.

Ertelemeden yaratmaya devam ediyorum, yaşamımı oluşturuyorum ve yaşantıma tanık oluyorum. Bilinmeyen beni ürkütmüyor. Bilmeyi seçiyorum. Farklı bir bilinci seçiyorum. Her zaman yaşamın içinde olmayı seçiyorum ve yaşamla akıyorum. Böylece hep huzurla var oluyorum. Ben hep buradaydım zaten. Ara sıra gidip geliyorum farklı zamanlarda, farklı yerlere. Yaşam hep devam ediyor.

Sevgiyle kalın,

Sy

Not: Bu yazı çok sevdiğim birinin anısına yazılmıştır. Ruhuna selam olsun.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Hayatımızı oluşturan tarzlar nelerdir?


Özel oluş veya davranış biçimi, üslup. Bu herhangi bir sözlükte aradığınızda tarz kelimesinin karşısındaki açıklamadır. Hayata bakış şeklimiz, davranışlarımız ve bu davranışlarımızın sonucunda ortaya çıkanlar bizim hayat tarzımızı oluşturur. Hayat tarzımız da kabaca hayatımızı nasıl yaşadığımızı, nelere önem verdiğimizi ve neleri hayatımıza seçtiğimizi ortaya koyar.

Bazen etrafımda şu yakınmayı daha doğrusu eleştiriyi çok sık duyarım: “ Ah o para bende olacaktı bak neler yapıyorum! Allah para vermiş ama harcamayı becerecek aklı esirgemiş.” Doğru olabilir mi bu saptama acaba? Bence uzaktan yakından alakası yok. Ben paramla bahçeme çiçek alırım, barınaklara yardım yaparım; sense taşlı bir kolyeyi tercih edersin. Ancak bu seçimler her ikimizin de parasını nereye harcamak isterse oraya harcadığını gösterir. Para harcamayı bilmediğimizi göstermez.

Hayat tarzımızı düşünce sistemimiz etkiler. Parayla mutlu olacağımızı ya da paramız yoksa mutsuz olacağımızı düşünürüz. Oluştururuz ve yaşarız. Bu birinin şanssız diğerinin şanslı olduğu durumlar içinde geçerlidir. İnsan şansını kendi yaratır ben buna inanırım. Dolayısıyla hayat tarzımızı yaratmak içinde paraya ihtiyaç yoktur. Olanla yapabildiğimizi yaratır ve yaşarız. Gerisi kendiliğinden oluşur zaten.

Kısaca parayla mutluluk ilişkisine kendi hayat tarzımda yer vermiyorum. Çünkü paranın satın alamayacağı bazı mutluluklar var ki ben onlardan zevk almayı adet haline getirmeye başladım. Bahçemdeki ağacın baharı karşılaması, bembeyaz çiçeklerle donanması benim için en büyük mutluluklardan bir tanesi. Eğer bahçem olmasaydı bahçemde bir ağacım da olmazdı. Olsun bütün parklardaki ağaçlar da benim değil mi? Bu mutluluğu o ağaçlarda yaşardım o zaman.

Leonardo Da Vinci hayran olduğum bir sanatçı, bir deha. Mona Lisa tablosu herhangi bir yayında rastladığımda bakmaktan ve incelemekten zevk aldığım bir eserdir. Leonardo’nun duygularını anlayabilmeye çalışmak beni mutlu eder. Bu mutluluğu yaşamak için o tablonun salonumda asılı olması gerekmiyor.

Kaplan hayvanlar âleminde en çok sevdiğim vahşi kedilerden biridir. Kaplan resimleri, belgeselleri beni acayip keyiflendirir, hayallere daldırır. Saatlerce bir kaplan resmine bakabilirim ya da bir belgesel izleyebilirim. Hiç sıkılmam. Bu beni mutlu etmeye yeter. Evimde bir kaplan olmaması beni mutsuz etmez. Tam tersine keşke bu hayvanların hiç biri bir kafese konulmasa ve hepsi doğada özgür ortamlarında yaşasalar. O zaman ben daha çok mutlu olurum.

Uzun lafın kısası mutlu olmak için zengin olmak gerekmiyor, para gerekmiyor, bazı şeylerin sahibi olmamız gerekmiyor... Hayata bakış açımızın ve ne düşündüğümüzün hayat tarzımızı belirlediğine inanıyorsak eğer; düşünce tarzımıza dikkat etmemizde yarar var. Önemli olan hayatın içinde hayatla bütün bir tarz oluşturmaktır. Hayattan kopuk sadece maddiyata dayalı bir mutluluk fazla verimli olmaz.

Benim hayat tarzım sıradan olabilecek mutlulukları bana özel bir hale dönüştürebilmektir. Sıradan olanı farklılaştırmak şeklinde de özetlenebilir. Kişisel değerlerimi ve tutumumu oluşturarak kendime özel farklı bir hayat tarzı ortaya koyabilirim. Hayat kendi başına değerlerden oluşur ve ben bu değerlerden hoşlanmayı öğrenebildiğim takdirde tarzımı ortaya koymuş olurum zaten. Elimde olanlarla mutlu olabilirsem eğer mutluluğumun kat be kat artacağına eminim. İyi yaşama sanatımı geliştirdikçe içinde bulunduğum an‘ ın kıymetini bileceğim. İçinde bulunduğum an’ı deneyimledikçe hayat tarzımı an’a odaklanarak oluşturabileceğim.

Ormanda yürüyüş yaparken yaprakların hışırtısını dinleyebilmek, kuşların cıvıltısını yüreğimde hissedebilmek, her şeye sevgi ve saygı duyabilmek için çok zengin olmama gerek yok. Bunun için zengin hayat tarzına sahip olmamda gerekmiyor. Güneşin batışını sessizce hürmet ederek izlemek için banka hesabımın kabarık olması hiç gerekmiyor.  Bunlar benim için harika deneyimler ve bu deneyimler duygularımı oluşturuyorlar, coşturuyorlar.

İşte benim tarzım bu; elimdeki basit araçlarla farklı bir tarzı yakalayarak duygularımı deneyimleyebilmek. An’ da kalarak hayatı yakalamak ve mutluluğa ulaşmak. Her ne ifade ediyorsa benim için bu kelime o an’da onu deneyimlemek. Bu kadar basit ve bir o kadar da kolay.

Sevgiyle kalın,

Sy


11 Nisan 2012 Çarşamba

Ayaklarım, bedenim ve başım hangi yöne gidiyorlar?


Ayaklarım uzun süredir gitmesi gereken yere gidiyorlar. Dolayısıyla bedenim ve başım da ayaklarımı izliyor. Peki, bu her zaman böyle olur mu? Yoksa başım ayrı yere, bedenim başka bir yere, ayaklarım başka bir yere gidebilir mi? Ne olur o zaman? Darmadağın mı olurum? Yoksa tamamen özgürce mi hareket etmiş olurum? Birbirinden bağımsız vücut parçalarım mı olması iyi yoksa birlikte hareket etmeleri mi?

Düşüncelerim duygulara dönüşmeden önce belli bir süreç gerekiyor bana. Zaman zaman anlık duygulara kapıldığım oluyor tabii ki. Çoğu zaman düşüncelerimin farkında oluyorum ve bu farkındalık duygularıma yansıyor. “Düşüncelerimi süzgeçten geçirdim” diyorum ben bu farkındalık anına. Tamamen bana ait olmalılar, öyle hissediyorum içimde bir yerlerde. İçimden geldiyse dürüsttür, doğrudur önsezilerim diyorum kendi kendime. Böylece saf düşüncelerim duygularıma dönüşüyor ve bu duygularım ayaklarıma yöneliyorlar, düşüyoruz yola. Doğru mu yol? O an için ve benim için doğru. Önemli olan da bu. Zaten sonuçlar kendini ortaya koyacaktır eninde sonunda…

Kimi zaman süzgeçten geçiriyorum ancak işlem de bazı ilave katkı maddeleri oluyor, her nasıl oluyorsa. Gözden kaçırıyorum onları ara sıra. Bu maddeler saf değil, karmakarışık. İçeriğinde bazı detayları anlamıyorum, tanımıyorum ancak gene de duyguya dönüşüyorlar. İradem dışında oluyor olabilir mi? Yoksa farkında mıyım? Belirsiz. Sonra ayaklarıma ulaşan duygularım harekete geçiriyor beni. Yürüyorum ama sanki bu yol benim değil, yanlış yoldayım galiba. “Olsun” diyorum “ Devam et, ileriden bir yerden saparsın!” İşte bu komut da başımdan geliyor, zihnimden. Yanlış ya da doğru bir yoldayım artık.

Katkı maddeleri dokunuyor bana, alerji yapıyor. Bir müddet sonra ayaklarım bir yerde, başım başka yerdeyken; bedenimde kabartılar oluyor, kaşıntılarım başlıyor. Ayaklarım nereye çıkacağı belirsiz olan yolda giderken, başımda “susmayan zihnim” üretiyor da üretiyor. Gittiğim yolla alakası olmayan yerlerdeyim artık. Bu arada bedenim kaşıntılarla kaplı, rahatsızım oldukça. Birden farkına varıyorum; dağılmışım!

Bir kez farkına varınca gerisi geliyor, an ’a ve gitmek istediğin rotaya yavaş yavaş oturuyorsun. Ayaklarım sorun çıkarmıyor, durduruyorum onları. Bedenim daha rahat antialerjik ilaçlar işe yaramaya başladı galiba. Ancak zihnim susmuyor kolay kolay, başım ağrıyor. “Elimden ne kurtulur benim, vaz geçme “ diyorum kendime. Vaz geçmiyorum. Oluyor sonunda. Zihnim susuyor, bedenim duruluyor, ayaklarım sabit; dinliyorum. Duyuyorum ve anlıyorum. Yeni rotayı GPS’ e giriyorum. Yola çıkıyorum.

Benzincide mola veriyorum. Bir kahve içerken çıkartıyorum süzgecimi. Atıyorum içine bedenimi, başımı ve ayaklarımı; sallıyorum, süzüyorum. Yok bir şey, hiçbir katkı maddesi algılamıyorum. Hepsi aynı yerdeler, yapboz gibiler tamamlanmışlar. Ödüyorum benzin parasını ve kahve parasını. Açıyorum radyoyu, eşlik ediyorum çalan parçaya. Yolum uzun. Düşüyorum yola tekrar…

Sevgiyle kalın,

Sy

Evsiz milyarder!


Diğerlerinin fark etmediği bir şeyi fark etmiş!  Bir şeylere sahip olma fikrinden hoşlanmadığını, servetinin yarısını sosyal sorumluluk projelerine harcayacağını belirten Berggruen hayat felsefesini ise şu sözlerle anlatıyor: “Gösteriş yapmanın anlamı yok. Sahip olduğum her şey geçici. Sadece kısa bir süre için bu dünyadayız. Malımız mülkümüz değil, yaptıklarımız sonsuza dek kalıcı olacak. Değerli olan bu.” Ünlü sanatçıların milyon dolarlık yapıtlarını alıp müzelere bağışlayan Berggruen, California Eyaleti’nin borçlarını kapatmasına da yardımcı oluyor. (HT 02.04.2012 Evsiz Milyarder)

Bu haberi okuduğumda çok hoşlandım. Tanımadığım halde Nicholas Berggruen’den hoşlandım. Paylaşmanın keyfini dibine kadar yaşayan bu adama imrendim.  Kimse tesadüfen başarıya ulaşmaz, servetinin gittikçe artmasını, paylaşmaya devam etmesini ve ardından herkese örnek olmasını diledim. Hayattaki amacına ulaşmış olan bu insanı takdir ettim.

Çevremde yaptığım gözlemlerde çok para kazanmanın ve istediği her şeye sahip olmanın insanların en birinci vazifesi olduğunu görüyorum. Arzulanan paraya kavuştuktan sonra insanların imrendiği şeylere sahip olmak istemesini de doğal karşılıyorum.  Bana ters gelen kantarın dozunu kaçırdıklarını fark etmemeleri. Sonra bu tavrı da kabulleniyorum, anlayışla bakıyorum; geçici bir süre için devam etmesini dileyerek. Çünkü sürekli tüketim içinde olmanın faydalı olduğunu düşünmüyorum. Zaman içinde tüketimin de anlamlı olması gerektiğini algılıyorum. Bu anlamı netleştirebilmek için en gerekli olan detayın üretmekten geçtiğini öğreniyorum.

Üretirken tüketelim; tüketirken bir o kadar da üretmeye gayret edelim…

Sevgiyle kalın,

Sy

10 Nisan 2012 Salı

İfade problemi…

Aslında bu problem özetle “ifade etmek “gerekirse kendi kendimizi baltalamaktan başka bir şey değildir. “Pişmiş aşa su katmak” deyişiyle de kısaca özetleyebiliriz. Peki, ne yaparız, nasıl kendimizi başkalarına olduğumuz gibi, yanlış anlaşılmadan anlatabiliriz?

İfade kelimesinin sözlükteki tanımı şöyle: düşünceyi, duyguyu söz ya da hareketle dışa vurma, anlatım. Günlük hayatta bu ifadeyi gerek negatif gerekse pozitif olarak kullanırız. Canımız nasıl istiyorsa, ne istiyorsa ifadeye o anki istediğimiz anlamı yükleriz.  En çok kullandığımız daha doğrusu yaygın olarak kullandığımız ifade şekli konuşmaktır. Kendimizi en çok konuşarak ifade ederiz. Hatırlıyorum da ben küçükken annem misafirliğe gittiğimizde bir tek bakışı ile de bana çok şey ifade edebilirdi. Konuşmasına bile gerek kalmazdı. Hele bir de o bakışlara tek kaş havaya kalkarak eşlik ederse bunun anlamı daha da derindi. Neyse konudan ayrılmayalım…

Bana göre ifade bir insanın gerçek duygu ve düşüncelerini dürüstçe ortaya koyması demektir. Bu ister konuşarak, ister bakışarak, ister beden dili ile olsun sonuçta aradığım kıstas dürüstlüktür. Çünkü ancak o zaman karşımdaki insanı da kendini ifade etmesi için yüreklendirmiş, harekete geçirmiş olurum.  Son zamanlarda karşımdaki kişinin kendini ifade edebilmesi için elimden geleni yapıyorum. İnsanlar belli kalıplara sıkışıp kalmışlar sanki. Günlük konuşmalarda toplasanız on ya da on beş cümleyi geçmeyen kalıplarımız var. Yerli yersiz bu cümleleri tekrar edip duruyoruz. Otomatiğe bağlamışız.

-“ Merhaba, nasılsın?”
-“İyidir, sen?”
-“ Ne olsun, bildiğin gibi.”

Böyle kısır konuşmalar içinde kendimizi ifade etmemiz biraz karmaşık gibi geliyor bana. Hele sinir katsayımızın arttığı anlar vardır ki; işte o anlar kendimizi bir dinlesek; sesimizi, kelimelerimizi, beden dilimizi bir gözlemleyebilsek; işte o zaman anlarız ne kadar ifade yoksunu bir durumda olduğumuzu. Bazen de içe kapandığımız anlar gelir. Durum ne olursa olsun duygu ve düşüncelerimizi açıklamaz, içimize atarız. “ Beni tanısaydı ne düşündüğümü bilirdi” ya da “ Beni umursamıyor ki, ne düşündüğümü umursasın” gibi duygusal durumlarda gezinip dururuz.

Ne hissettiğimizi, nasıl anladığımızı, neye ihtiyacımız olduğunu, neyin hoşumuza gideceğini ya da gitmeyeceğini önce kendimiz anladığımızda; karşımızdakine de anlatmamız kolay olacaktır. Önce kendimizle dürüst bir iletişim içinde olmalıyız, ardından da başkalarıyla çünkü ifadenin düzgün olabilmesi için bunun gerekli olduğuna inanıyorum. Gözden kaçırılmaması gereken bir nokta daha var aslında. Herkes bizim kadar duyarlı, bizim kadar düşünceli ve anlayışlı olmayabilir. O yüzden bunu da göz ardı etmemek gerekir. Gene de daha önce öne sürmüş olduğumu düşünceme yüzde yüz katılıyorum; dürüstlük. Evet, benim ifade de aradığım temel nitelik dürüstlük. İçten gelen bir ifade her zaman en kuvvetli olan ifadedir.

Her zaman dürüst bir ifadeyle kalmanız dileği ile

Sy

7 Nisan 2012 Cumartesi

Yaşam koçluğu üzerine…


Ne kadar moda oldu değil mi? Hemen herkesin bir koçu var artık. Kariyer koçu, yaşam koçu, evlilik ve ilişkiler koçu, satış ve pazarlama koçu, spiritüel koç, bireysel koçluk, yönetici koçluğu, motivasyon koçu, kurumsal koçluk, nefes koçu gibi daha sayamadığım kadar alanda koçluk hizmeti var.

Dört sene öncesine kadar ben bunlardan bir haberdim. Koçluk denilen hizmetin olduğunu biliyordum. Ancak bu sadece kurumsal koçlukla kısıtlıydı benim kafamda. Bu da danışmanlık demekti. Yani şirketlere danışmanlık yapan, başarılarını ve performanslarını arttıran kurumlar olarak algılıyordum bu hizmeti.

Sonrasında bir vesileyle benim hayatıma ve görüş alanıma girince bu koçluk meselesi; nedir ne değildir fazlasıyla bilgi sahibi olmaya başladım. Kendim de bir motivasyon koçu ile çeşitli çalışmalar yaptım. Şimdi ise spiritüel koçluk hizmeti almaktayım. Vurgulamak isterim ki ben bir yaşam koçu değilim. Yazılarım kişisel gelişim alanında olduğu için, keza kitaplarım da öyle; herkes benim koç olduğum yanılgısına düşüyor. Oysa ben sadece kendi kendimin koçuyum. Yazdıklarım ve paylaştıklarımda benim kendi deneyimlediklerimdir.

Bir meslek popüler olmaya başladığında seveni olur yereni olur. Normaldir çünkü evrende her zaman “yin ile yang” söz konusudur. Bu işi tam bir zırvalık olarak görenlerde var, yere göğe koyamayanlar da. “Bunca kötülük ve sorunun içinde böylesine bir dünyada yaşarken nasıl bu kadar pozitif olabiliriz ki?” diyenler ise oldukça fazla.  Uygulamaları yapıp başarı alamayanlar ise “Madem o kadar faydalıydı niye bende bir halta yaramadı o zaman?” demeye başlarlar. Birde her yazana, her yayınlanana “ evet, evet” diyen bir kesim vardır. Genelde bu evet’çiler; olayı tam içlerinde çözemeden “ evet” dedikleri için kısa bir zaman sonra “ yaptım ama palavraymış” diyen kısma doğru bir kayış yaşamaya başlarlar.

Bana göre en büyük yanılgılardan bir tanesi de kişisel gelişim yardımı veren insanların “Olayları iplemeyin, boş verin; hayata bir kez geliyorsunuz tadını çıkarın, umursamayın, ilgilenmeyin” dediklerini zannetmektir. Kişisel gelişim “Hayatı salla gitsin, boş ver” demek değil ki. Hastaysan ilacını bırak, sevmiyorsan işini bırak, mutlu değilsen kocanı, karını boşa, çocuğundan sıkıldıysan çocuk esirgeme kurumuna ver, evinden sıkıldıysan kalk başka eve git- paran olsa da olmasa da- burnunu beğenmiyorsan kırdır baştan yaptır; bu demek değil kişisel gelişim. Hiçbir yaşam koçu da bunları söylemez zaten.

Hani bazen ne yapacağını bilemediğin ve cevaplar aramaya başladığın ancak destek bulamadığın zamanlar vardır ya; hani uykudayken aniden uyandığın anların vardır ya; hani var olan potansiyelini de kendinle birlikte bir yerlere gömmüşsündür ya; hani okuyup uygulayıp da bir işe yaramadığına inandığın öğretiler vardır ya; hani başkalarına bakıp ne kadar faal olduklarını gözlemlediğin ama kendine baktığında hiç hareket algılamadığın anlar vardır ya; işte böyle anlarda istediğin ve inandığın takdirde sana uzanacak bir yardım eli mutlaka vardır bir yerlerde. Peki işe yarar mı?

Kendi adıma cevap vermem gerekirse eğer, evet; işe yarıyor. Nasıl mı yarıyor? Bu tamamen size bağlı. Eğer vaz geçemediğiniz kalıp ve inançlarınızı elden çıkarmayı düşünmüyorsanız bu size anlamsız gelecektir. Bunu yapmak ve denemek isteyen sizsiniz. Bu işe kalkıştığınızda kendinizin tamamını bu işe dahil etmeniz lazım. Neye inanacağınıza, neyin kıymeti olduğuna, neyi istediğinize, ne kadar istediğinize hep siz karar veriyorsunuz. Dolayısıyla bu işin nereye gidip gitmeyeceğine, başarılı olup olmayacağına da karar veren siz oluyorsunuz.

Koşullu yardım alırsanız koşullu başarı sağlarsınız. Tam anlamıyla içinize dönmez ve toptan bir temizliğe girişmezseniz, belli bir zaman sonra temizlediğinizi zannettiğiniz kalıplarınız, yargılarınız ve bıraktım kurtuldum dediğiniz her şey size geri dönecektir. İnanın buna. Sonrasında da “ Aman bırak ya palavra” faslına geçiş yapıyorsunuz istemeden, elinizde olmadan.

Her gün değişik bir uygulama, yeni bir akım çıkıyor ortaya. Bunların büyük bir bölümü eski öğretilerin kolajlanmış şeklidir. Bunlar çok önceden de vardı, bugün de var. Ötelemeyin, anlamaya çalışın. Eskiden beri var olan öğretiler bir işe yarasaydı bugün hala bu sorunlarla uğraşıyor olmazdık diye düşünebilirsiniz. Doğrudur. Ancak herkesin bir konuyu ele alışı, değerlendirişi, uygulayışı farklı olabilir. Dolayısıyla öğreti tektir, ancak kişilerin kabullenişi farklı olabilir. Öyle değil mi? Belki de bu yüzden hala gelişim ve değişimin peşindeyizdir.

Hayat mucizeler ve güzelliklerle dolu. Kendinizi bunlardan mahrum etmeyin. Eğer bir koçla çalışmayı tercih etmiyorsanız, kaldı ki böyle bir mecburiyetiniz zaten yok; değişmeyi düşünün. İsteyin ve harekete geçin. Bakış açınızı değiştirin. Kendinizi inceleyin ve kalıplarınıza bir göz atın. Sınava girer gibi çalışın üzerinizde ve irdeleyin kendinizi. Öncelikle her şeyi dert etmekten vaz geçin. Küçük adımlarla değişime gidin, gün be gün. Her şeyi top yekûn değiştirmeye çabalamayın. Listeler çıkarın kendinize, önceliklerinizi belirleyin. Çalışın bu liste üzerinde. Harcayacağınız emek boşa giden bir emek olmayacaktır. Sonuçta uğraş verdiğiniz şey sizin hayatınız.

Okuyun, inceleyin, anlayın, karar verin, harekete geçin. Her kafadan bir ses çıkar, siz kendi içinizden gelen sesi dinleyin. Doğruyu gösterecektir. Düşünün ve gerçekleştirin.

Sevgiyle kalın,

Sy

6 Nisan 2012 Cuma

Bana yardım eder misiniz?


Bana yardımcı olur musunuz? Dünyamı değiştirmek istiyorum. Şaka değil gerçekten istiyorum. Sevgi, huzur ve mutluluk içinde yaşanan, paylaşımın dorukta olduğu, saygının yer aldığı bir dünya düşlüyorum. Bu düşümü de gerçekleştirmek istiyorum. O yüzden lütfen çağrıma kulak verin. Nereden bulabilirim bu niteliklere sahip bir dünyayı?

Sizden ses çıkmayınca bunun için bir adım attım, hem de kocaman bir adım.” Ayıya sormuşlar ensen niye kalın?” Cevap vermiş: “Kendi işimi kendim yaparım da ondan” demiş. Bendeki de bu hesap işte, kendi dünyamı ele aldım. Mevcut olanı. Ne yapabilirim sizden ses çıkmayınca ben de böyle bir karar aldım. Yıkıyorum, parlatıyorum.  Kıyısı, köşesi darbelerden hasar almış; oraları tamir ediyorum.  Yamalar yapıyorum cicili bicili. Sonra vaz geçiyorum bu yaptığımdan. Eskisini tamir etmektense yeni bir tane almak istiyorum kendime. Arıyorum tarıyorum nihayet buluyorum nerede satıldığını. Ediniyorum hemen bir tane en parlağından. Başlıyorum düzenlemeye. Orasını burasını kırpıyorum, ekliyorum, yapıştırıyorum. Yerleştiriyorum gözümün odağına. Bakıyorum ona keyifle.

Zaman akıp gidiyor ve yeni aldığım dünya eskimeye başlıyor. Sağı solu pırtık pırtık olmaya başladı bile. Halbuki ne kadar kullandım daha? Hor mu kullanıyorum yoksa kıymet mi bilmiyorum nedir?  Kabahat niye ben de olsun ki, ben her zamanki ben işte; malzemeden çalmışlardır. Ne bozuk malzemeyle üretiyorlar her şeyi. Parama yazık, emeğime yazık diyorum kendi kendime. Gidip bir tane daha mı alsam yoksa garajdaki eskisini mi kullansam? Hay Allah! Yardım edin lütfen bana ne yapmam lazım?

Aniden fark ediyorum. Kala kalıyorum elimde iki dünya ile evin orta yerinde. Sol elimde eskisi, sağ elimde eskimeye başlayanı; uzun uzun bakıyorum her ikisine de. Ne yapıyorum ben? Bu dünyalarsan sayısız miktarda alsam bile değişen bir şey olmaz ki? Bana lazım olan şey dış dünyamı değiştirmek değil. Kendi iç dünyamı değiştirmem lazım asıl. Çünkü ben içten değişirsem eğer dış dünyam da değişir.

Kendimi alabildiğine sevmeye başlıyorum. Sağduyumu vitese takıyorum ve çıkıyorum yola. Yolda bir markete uğruyorum. Hoşgörü satın alıyorum kasaya geliyorum kredi kartımı uzatıyorum. “Burada geçmez” diyor kasiyer. “Nasıl yani?” diyorum.” Burada her bir şey satın aldığınızda yerine sizden bir şey vermeniz gerekir ödeme olarak” diyorlar. “ Ne bırakabilirim ki kendimden?” diye soruyorum. Hoşgörüyü tartıyor kasiyer ve “ Yargılarınızı ve egonuzu bırakırsanız yeterli” diyor. Çıkartıp bırakıyorum istediklerini. Hoşgörümü paketliyor ve harika bir gülümsemeyle” Diğer reyonlara baktınız mı? İşinize yarayacak çok şey var burada. Vaktiniz yoksa başka zamanda uğrayabilirsiniz biz hep açığız” diyor. “ O zaman paketim burada kalsın biraz daha dolaşayım” diyorum ve reyonların arasına dalıyorum keyifle. Empati buluyorum bir kenarda, sevgiye rastlıyorum ön stantta,  affetmeyle ilgili promosyon ilişiyor gözüme sol tarafta,  hakikat ve dürüstlük paketini ikisi bir arada olarak sunuyorlar; atıyorum hepsini sepete; gözüme ne ilişirse dolduruyorum. Tekrar kasaya geliyorum, aldıklarımı kasadan geçirirken güler yüzlü kasiyer; boşaltıyorum ceplerimi. Neler mi bırakıyorum orada? Ön yargılarımı, korkularımı, endişelerimi, bilinçaltımdaki kalıpları, nefretimi, öfkemi, kuşkularımı, batıl inançlarımı; ne geçiyorsa elime bırakıyorum orada…

Bir kuş gibi özgür eve geliyorum, aldıklarımı boşaltırken paketlerden şarkı söylüyorum. Hepsini yerleştirip bir kahve yapıyorum kendime ve geçiyorum salona. Aman Tanrım! İki dünyam da ben giderken leş gibiydiler, sönüktüler. Oysa şimdi pırıl pırıl parlıyorlar. Onları elime alıp salon büfesine seğirtiyorum. Büfenin aynasından yansımalarına bakıyorum; o kadar güzeller ki!  Aniden gözüm kendime takılıyor. Gerçek mi bu acaba? Onlar mı parlıyor yoksa ben mi? Bu ışıldama dünyalarımdan mı geliyor benden mi?

Artık biliyorum. İç dünyamı değiştirince dış dünyam da güzelleşiyor, parlıyor. Bunun bir mesaj olduğunu hissediyorum içimde. O yüzden yardım istiyorum sizden. Lütfen iç dünyanızı değiştirin. Değiştirin ki birlikte parıldayarak dış dünyamızı değiştirelim. El ele, birlikte…

Parıldayarak katılın bana,

Sy

Bir dil oluşturmak istiyorum.


Dünyada binlerce dil var. İnsanlar farklı dillerde konuşup yazışıyorlar, anlaşıyorlar. Semboller var, işaret dili var, varlığını bilmediğimiz kabilelerin bile kendine özel dilleri var. Hepsini bilsem harika olurdu. Ben farklı dilleri konuşmayı severim. Birkaç dil bilmek yetmiyor bana. Hep yenisini öğrenmek istiyorum. Merak ediyorum.

Bu konuya nereden geldim açıklamak isterim. İki gün önce yurt dışında yaşayan- İtalya’da- oğlumun kuzeni geldi. Kendisi altı yıldır bir İtalyan’la evli. İlk başlarda İngilizce anlaşıyorlardı. Kızımız İtalyancayı söktüğü için artık aynı dili konuşuyorlar. Bana diyor ki; “ Yenge sanki birbirimizi daha iyi anlıyor gibiyiz. Artık bende kendimi daha rahat ifade ediyorum. Eşim de kendi dilinde konuştuğu için duyguları sanki daha gerçek gibi geliyor bana.” Sarf ettiği cümleyi düşündüm uzun süre. Doğru olabilir mi? Acaba insan en iyi kendi dilinde mi ifade eder kendini? Duygu ve düşüncelerimizin gerçek olmasında ve gerçek algılanmasında aynı dili konuşmak önemli mi?

Hafta sonu dört aylık bebeği olan bir dostumuz bizdeydi. Bütün günümü bebekle geçirdim. O kadar tatlıydı ki. Ailemizde bebek kalmadı, tüm çocuklar büyüdü. Dolayısı ile o mis süt kokusunu özlemişim. O ensenin harika parfümünü, o dudakların sevimlilikle yandan yandan gülüşünü; bu gülüşe eşlik eden güzel gözleri yedim bitirdim adeta saatler boyunca. Altını açtık ve o tombul bacaklarını elleriyle yakalamak ister gibi garip sallantılar ve hamleler içindeyken çıkarttığı sesleri dinledim. Sorular sordum gözlerinin içine bakarak. Konuştuklarımı anlıyor ve kendince o minik dudaklarını büzerek sesler çıkartmaya, cevaplar vermeye çabalıyordu. Ara sıra tükürük yağmuru başlatıyor ara sıra minik çığlıklar eşlik ediyordu bu konuşmasına. Karşılıklı sohbet ettik bebek ve ben. Aynı dili konuşmuyoruz henüz. O farklı bir dil kullanıyor geçici olarak. Zamanla bizim adlandırdığımız her kelimeyi, her sesi, her cümleyi hafızasına kayıt edecek. Önce dili dönmeyecek ancak öğrenecek. Belli bir zaman sonra aynı dili konuşacağız. İleri seviyeye ulaşacak ve bizden olacak, yani aynı dili konuşacağız. Böylece bizim gibi olmayı öğrenecek.

Peki, biz bu bebekle aynı dili konuşmadan nasıl anlaştık? Sesimizdeki sevgi tınısı, beden dilimizden akan ilgi ve sevgi bizi bir frekansa getirdi ve anlaştık. Aynı dile ihtiyaç duyduk mu bu süre içinde? Niye ihtiyaç duyalım ki aynı dili konuşuyorduk zaten; sevginin dilini.

Peki, bizim kızımız başka bir dil konuşan başka bir ülkenin vatandaşı ile nasıl evlendi? Her ikisi de kendi ana dilleri dışında ortak bir dil konuşarak birbirleri ile anlaştılar ve yuva kurdular. Aynı ana dile sahip olma ihtiyacı duydular mı bu süreçte? Hayır, çünkü zaten ortak bir dilleri vardı; sevginin dili.

Bir kez anlam vermeye başlayınca seslere, sembollere zamanla ustalaşırız ve bir dili öğrenmiş oluruz. Oysa doğduğumuz an itibarı ile hepimizin belleğinde çoktan yerini almış olan evrensel bir dile sahibiz ve tüm dünya üzerindeki canlıların ortak dili olabilir bu dil. Eğer istersek, unutmayı seçmezsek; sevginin dilini hepimiz hatırlayabiliriz. Hatırlayabiliriz diyorum çünkü o dili zaten biliyoruz. Sadece biraz kelime hazinemiz tozlanmış kullanmaya kullanmaya. Pratik yapmak gerek, gerisi gelir…

Sevgi dilini hissederek ve konuşarak kalın,

Sy

Yazılarım bana ne ifade ediyor?


Bugüne kadar yazdığım yazılarıma bir göz attım. Anlatmaya çalıştıklarım hem kendi hayatımda, hem de başkalarının hayatlarında rastlanacak olaylardan derlenmiş. Hayatımı gözlemlemişim ve deneyimlerimi paylaşmışım. Umarım işinize yaramıştır. Okurken en azından kendinizi yalnız hissetmemişsinizdir.

Her ne kadar aynı dünya üzerinde yaşasak da mesafeler bazen insanı yalnız hissettiriyor. Başımıza gelen olaylarda çoğu zaman o yalnızlığı algılıyoruz ve olayı kişiselleştiriyoruz. Olay kaynaklı sorunları da sadece bize özel olarak nitelendirip çektiğimiz acı ve sıkıntıları kendimize aitmiş gibi benimsiyoruz. Oysa öyle değil. Yerler, mekanlar ve insanlar farklı ancak olaylar hep belli başlı bir çember etrafında gelişiyor. Bugün benim şu an çektiğim sıkıntıyı bir başka biri farklı bir yerde aynı an ’da yaşayabiliyor. İsimler farklı, renkler farklı, mekânlar farklı, tepkiler farklı ancak dertler aynı. Hiçbir dert kendimize özel değil. Herkes aynı dertten mustarip olabilir anlayacağınız. Değişen tek şey verilen tepkiler, algılar ve bakış açıları.

Böyle düşündüğümüz zaman bireysel değil toplumsal yaklaşmış oluyorum olaylara. Doğru mu bu yaklaşımım acaba? Bir bakıma doğru olduğunu hissediyorum çünkü ben kendimi Bütün ’ün parçası olarak hissediyorum. Herkesi Bir varsayıyorum. Ancak bu şekilde düşünerek genel olan her şeye bir katkı sağlayabileceğimi düşünüyorum. Geç kalmak diye bir şey yoktur diyorum kendi kendime. Önemli olan bir yerlerden başlamak, gerisi gelir. İnanıyorum buna. Gözlemliyorum ve gerekeni bulmaya çalışıyorum. Sonra elimden geleni ve mümkün olanı yapmaya gayret ediyorum. Tek istediğim imkânsızın başarıldığını görmek: Koşulsuz sevgi...

Koşulsuz sevginin önemini biliyorum. Bu bizi bütün hissettirecek olan en birincil faktördür. Çünkü seversen zarar vermezsin veya zarar üretecek durumda olmazsın. Farklı bir biliş içinde olursun. Mükemmel bir insan olmak değil seven insan olmak gerekiyor diye düşünüyorum. Sevgi her kapının kilidini açacak bir yeteneğe sahip. Bir de karşılık beklemeden sunulduğunda daha özel oluyor, daha güzel oluyor, daha BÜTÜNleyici ve BİRleştirici oluyor. Gerisi de kendiliğinden geliyor. Akıyor.

Hayatımızın her evresindeki olaylara, bize, yaşamın kendisine kocaman bir şefkat demeti sunuyor sevgiyi vermeyi bilmek. Koşulsuz sevgiyi her hücrende hissetmeye başladığında ışıldayıp etrafını da aydınlatıyorsun. İlk zamanlarda bir parça hayal kırıklığı oluyor bir değişiklik gözlemleyemezsek eğer. Bu da beklenti içinde olmayı bırakmama halimizden kaynaklanıyor. Beklentiyi de bir kenara katlayıp kaldırdıktan sonra sevgiyi oluk oluk akıtıp değişimi başlatabiliriz. Neden olmasın? Denemeye değer bence.

Unutmayalım ki ruhumuz sevgi ister, evrendeki her şey de olduğu gibi ruhumuzun da temel besin maddesi sevgidir. Seven insan, sevgi sunabilen insan; ruhunla da bütünleşmeyi başarmış insandır. Zihni, bedeni, ruhu ile bir uyum içinde olan insan ise; insan olmayı bilen insandır bana göre. Önemli mi peki insan olmayı bilmek? Benim için yaşamın yaşam olmasını sağlayan şeydir insan olmayı bilmek. Bilirsen yaşarsın çünkü. Aksi takdirde yuvarlanıp gidersin. Seçimini kendin yap!

Ne kadar seversen o kadar özgür olursun. Hiçbir yargıya, baskıya, eleştiriye, geçmişe, geleceğe takılmazsın eğer sevebilmeyi başarırsan. Sevgi seni an’ da tutar ve sende yoluna devam edersin. Zihninde sevgiden başka bir şey olmadığında, karşılık beklemediğin de kendini de hissedebilirsin. Görebilirsin kendini tüm çıplaklığınla.

Sevgiyle kalın,

Sy