30 Kasım 2011 Çarşamba

“Dağ başına kış gelir, insanın başına iş gelir.”

Bugüne kadar hem haklı olan, hem çok bilen, hem kusursuz olan, hem sabırlı olan, hiç sıkılmayan, hiç stresi olmayan, hiçbir şeyi sorun etmeyen, karşısındakini dinleyen ve anlayan, hiç yargılamayan, bu ve buna benzer özelliklerin tamamını bünyesinde toplamış olan birini hiç tanımadım. Hiç karşılaşmadım böyle bir insanla. Yaratıldı da ben mi kaçırdım yoksa? Olur ya insanlık hali, atlamış olabilirim. Öte yandan, kusurlarını ve hatalarını kabul etmeyen, bunlar için suçlayacak birini arayan, en ufak sorunla karşılaştığında bile tüm dünyası yıkılan ve mükemmel olduğunu iddia eden çok insan tanıdım. Kısacası mükemmel insan tanımlamasına uyacak hiç kimseyi görmedim, duymadım, tanımadım. Ancak mükemmel olmaya çalışan veya olduğunu sanan çok insan gördüm, duydum, tanıdım…

Böylece fark ettim ki mükemmel olmaya çalışan birisinin aynı anda iç huzurunu bulabilmesi mümkün değil. Ama sahip olduğumuz değerleri ve sahip olamadığımız nitelikleri idrak edip kabullenirsek, mevcut olanaklarımızla mutlu olmamız mümkün. Aksi takdirde yaşamın güzelliğini ve hayatın bize sunduklarını kaçırırız çünkü sahip olmadıklarımızla aslında var olmayan bir süreci ve “ben” i yaratmaya çalışmakla uğraşıyor oluruz.

Bazen kendimizi öyle şeylerle üzüp hırpalarız ki; hayali çözümler ve olası senaryolar canlandırırız kafamızın içinde; şöyle dersem böyle olur, böyle yaparsa şöyle yaparım. Bir de yetinmez sağa sola anlatıp, onaylanma bekleriz. “Gerçekten çok haklısın ay nedir bu böyle, yapılır mı sana canım bu davranış?”; “Allah insanı kör eder vallahi, ne kadar nankörmüş ayol!”. Yeterli miktarda onaylanma ve haklı çıkma gazını toparladıktan sonra; kendimizi zorlayıp bu durumdan çıkmak için elimizden gelenin fazlasını yapar, kapasitemizin üzerine çıkarız ama gene de tıkanırız. Bazılarımız çıkmayı başarabilir, bazılarımız ise yaşam enerjilerinin büyük bir bölümünü harcarlar orada, her neredeyse takılıp kalınca. Durup bir saniye için gözlemci olabilsek şaşırıp kalırız bu halimize ve derhal toparlanırız. Ama nerede o bakış açısı?

Her şeyi dert etmemeyi öğrenelim o zaman. Kendimizi tanıyalım, hatalarımızı ve sınırlarımızı kabul edelim. Mükemmel olmaya çalışıp kendimizi paralamayalım; insanız neticede kusurlarımız olabilir değil mi. Böyle zamanlarda hep eskilerin sözleri aklıma gelir; “Olmayacak duaya âmin denmez”, “Her şerde bir hayır vardır”, “Ay ışığında ceviz silkilmez",  “Armudun önü, kirazın sonu iyidir, bilesin” gibi. Aslında eskilerin söyledikleri ile günümüzün modern öğretileri arasında pek bir fark da yok. “Direnmeyin, zamana bırakın”, “Sınırlarınızı kabul edin ve iç sesinizi dinleyin”, “ Sorunun ne olduğunu görün ve hatalarınızı kabullenin ve kendinizi akışa bırakın”. Hayatın herkese eşit ve sorunsuz davranması gerektiğini gösteren bir kanıtınız var mı? Benim yok. O zaman direnmeyi bırakalım, bırakalım ki sorunlarımıza da nefes alacak alan yaratabilelim, böylece zamanı gelince hallolabilirler.

Benim hayatımda da sorunlar çıkıyor elbette ancak ben sorunların çıkabileceğini kabullendim. Hiçbir sorunumuz olmazsa yaşadığımızı nasıl anlayabiliriz ki? Monoton bir hayatım olmasını istemem. Her sorun gelir, bir ders verir, ben dersimi alırım; sorun çözülür ve hayat kaldığı yerden devam eder. Bazen sorunları bizim davranışlarımız da yaratır biz her ne kadar kabullenmesek de. Bu yüzden ben bazı davranışlarımı değiştirdim. Neler mi yapmıyorum artık? Birisi bir şey anlatırken, lafının arasına girip kendi başıma gelen benzer bir şeyi anlatmıyorum. Çalışıp didinip iş bitince övgüleri, alkışları tek başıma almaktan vazgeçtim; o alkışa benden daha fazla ihtiyacı olana seve seve yer veriyorum. Ben sana demedim mi lafını kelime dağarcığımdan fırlatıp attım.  Daha sabırlı ve anlayışlı oldum çünkü dünya çok agresifleşti bari ben eksik olayım diyorum. Hemen hemen istisnasız her şeye sevgi duyuyorum, kolaylıkla özür diliyorum çünkü her konuda haklı olma isteğimi yok ettim. Kusurlarımı görüyorum ve kabulleniyorum. Her şeyi bildiğimi hiç iddia etmiyorum çünkü gerçekten bilmem mümkün değilmiş. Hayatta en önemli şeyin iç huzuru olduğunu anladım. Bu yüzden sessiz kalmanın keyfini çıkarıyorum. Ara sıra hiç konuşmadan etrafı ve insanları gözlemleyip, selamlamak ve gülümsemek harika bir duyguymuş. Yargılamadan, eleştirmeden, kendi fikirlerimin doğru olduğunu onlara kabul ettirmeden de mutlu olabiliyormuşum. Etrafımdakileri olduğu gibi kabul etmeye çalışıyorum, kimse benim gibi düşünmek veya hissetmek zorunda değil. Sinirlendiğim ya da kırıldığım zaman o anda gereken acı ve kızgınlığı yaşayıp, ardımda bırakabilmeyi öğrendim. Müthiş bir duyguymuş. Bazı yapılması gereken işlerin ben olmasam da yapılabileceğini fark ettim. Benim başarılı olduğumun göstergesi değilmiş o işleri yapmak; artık anladım. Kızgın olduğumda ya da kendimi iyi hissetmediğimde önemli konulara ve tartışmalara girmemem gerektiğini fark ettim, ne kadar kavgasız gürültüsüz bir çevrede yaşar oldum; inanılır gibi değil. Tavsiye ederim kendinizi tanımak için gözlemci olun. “Kırk yıllık Kani, olur mu Yani” demeyin, isterseniz olur.

Hayat işte! Çıkartın kâğıtları kalemleri, yazılı var deyiveriyor aniden. Her daim ineklemiş olamazsın ya bir gün önceden. Hem çalıştığın yerden geleceği ne malum? Ya geçiyorsun ya çakıyorsun bu sınavdan. “Her sakalın bir tarağı vardır” derler; bu sınavlardan geçmenin yolunu buldum ben. Artık hayattan ne beklediğimi ve ne istediğimi biliyorum; her şey bana bağlıymış. Çünkü  gün bugün dediğim sürece benim başaramayacağım bir şey yokmuş...

Unutmayın “Duvarı nem, insanı gam yıkar”. Vakit kaybetmeden her günü o gün sanki son gününüzmüş gibi yaşamayı deneyin. Böylece hayatta ertelediğiniz ve kendinizi mahrum ettiğiniz ne varsa daha rahat görebilirsiniz.

Sevgiyle kalın,

Sy

29 Kasım 2011 Salı

Yaratıcı olmak demek kendine özgü olmak demektir.

Çalıştığım dönemlerde evi, işi, çocuğu ve eşi idare etmekten o kadar yorgun düşüyordum ki, bir şey yaratmayı düşünecek halim bile kalmıyordu. Tam tersi bir şey yapmadığım zamanlar çok hoşuma gidiyordu çünkü ölesiye yorgundum ve sadece boş kalmak istiyordum. Hiçbir şey yapmadan bir yarım saat geçirebilmek. Kimse beni aramasın, bir şey istemesin, bana seslenmesin. Öyle oturup kalmak harika bir duyguydu, bir yerlerden hatırlıyordum. Sonra oğlum büyüdü, ben emekli oldum ve bir de baktım ki…

Doğmuşum, büyümüşüm, okumuşum, çalışmışım, evlenmişim, çocuk yapmışım, onu büyütmüşüm, okutmuşum, bu arada emekli olmuşum. Sırada onu evlendirmek, anneanne olmak var. Birbiriyle ne kadar uyumlu gelişmeler değil mi? Benim yaşantım, eşimin yaşantısı, çocuğumun yaşantısı, kardeşimin yaşantısı, komşumun yaşantısı, arkadaşımın yaşantısı, tanıdıklarımın yaşantısı neredeyse birebir aynı. Aynaya bakar gibi ya da büyük bir ailenin fotoğraf albümüne göz atıyormuşum gibi. Nesilden nesle, yap işlet devret… Benim adım Selcan. İyi de ben ne yapıyorum? Ya da ne yaptım bugüne kadar bana öngörülen yaşam taslağını sürdürmekten başka? Kendine karşı bu kadar kötü davranma canım diyorum. İyi eş oldun, iyi anne oldun, iyi bir insan oldun. Tamam, da bu özellikler beni tanımlayan bana özel nitelikler değil ki? Benim gibi ne eşler var, ne iyi anneler var, ne iyi insanlar var. Hatta benden daha iyileri de var.

İşte bu noktada kafamda ışıklar yandı, aydınlandı ortalık… Yaşama adım attığımız andan itibaren hep “kıyaslanma” faslına kapılıp gidiyoruz. Tamam, sen de fena sayılmazsın ama tıpkı onun gibi ol, ya da ondan daha iyi ol havası yakalamadınız mı hiç yaşantınızda? Ebeveynlerimizden; “Nasıl bu notu alırsın be yavrum, bak Ayşe Hanım’ın çocuklarına! Senin kadar zeki olmasalar da senden daha iyi not alıyorlar. Niye hiç düşündün mü?”; nakaratını dinlemedik mi? “Falancanın kocası nasıl kazanıyor sen de araştır bul daha iyisini”, “Onların eşyaları bizim evdekilerden daha zevkli”; “Kardeşimin kocası yeni araba almış, bizimkinin bir üst modeli”,” Senin ayakkabın Ayşe’ninkinden güzel”; “Kıyafetlerin onunkilerden daha zevkli”. “Saçının rengi o şarkıcı kadının saçının aynısı olmuş”...Bu tarz kıyaslamalar hayatımız boyunca uzayıp giderken; daha iyi bir iş, daha iyi bir kazanç, daha iyi notlar, daha iyi mezuniyetler ve diplomalar, daha iyi evler, daha iyi arabalar, daha iyi mücevherler, daha iyi eş, daha marka kıyafetler, daha iyi seyahatler, daha iyi mevkiler, daha, daha, daha; maddi olana bağımlı, ne manaya geldiğine ise kör ve sağırız adeta. Kendi hayatıma göz atıp bunu fark edebildiğimde orta yaş sınırındaydım. Değişik yemek yapmayı denememiştim, çalışan kadındım. Spora vakit ayıramamıştım hem anne hem ev kadını hem de iş kadınıydım. Sanatın hiçbir koluna el atmamıştım çünkü beceremezdim. Tek yaptığım kitap okumaktı bugüne kadar. Ne yapabilirdim ki bu saatten sonra?

Her şeyi. Her şeyi yapabilirdim. Beceremeyeceğime kim karar vermişti? Ben tabii ki! Öyle olmalıydı çünkü bana kimse her hangi bir konuda becerim olduğunu söylememişti. Ve kendime ne istersem yapabilirim dedim. Yogaya başladım, yürüyüşler yapmaya başladım. Çıktığım gezilerde fotoğraf çekmeye başladım. Yabancı dillerimi geliştirdim, bir yenisini daha öğrendim. Özel bir çalışmaya katıldım “yaratıcı resim boyama kursu”, hoşlandım; eğer istersem resim yapabileceğimi gördüm. Kitap yazdım, bastırdım, satışa sundum. Facebook’ta hesap açtım. Blog açtım. Bir müddet sonra ikinci bir blog açtım. Okuduğum kitapları çeşitlendirdim. Psikoloji ve felsefeye ilgi duyduğumu fark ettim ve bu konulara yoğunlaştım. İkinci bir kitap için hazırlıklara başladım. Yeni eğitimlere katıldım ve hala katılıyorum. Fark ettim ki yaratıcı olmak için özel bir yeti şart değil. Bu kendinizi neye şartlandırdığınızla alakalı bir konu. İsteyen herkes istediğini yapabilir. Örgü örer, yemek kursuna gider, değişik tat ve mutfakları öğrenir, çiçek bakımıyla ilgilenebilir, fotoğraf çekebilir, resim yapabilir, yazı yazabilir, dans edebilir, şarkı söyleyebilir, tiyatro oynayabilir, takı kursuna gidebilir, ahşap boyama yapabilir, biblo yapabilir; ne isterse deneyip yapabilir. Bunları yapabilmek için zaman veya maddi imkânım yok derseniz kendi yaratıcılığınızı susturmuş olursunuz. Çünkü bu tarz şeyleri yapabilmek için zaman yaratmak da bir yaratıcılıktır.

Yaratıcı olmak demek kendine özgü olmak demektir. “Yaş 49: Herhangi bir işi yaptığımdan daha iyi yapmaya çalıştığımda, o işin yaratıcılığa dönüştüğünü öğrendim" der Özdemir Asaf, “Öğrendim” adlı şiirinde. Ben de öğrendim. Hem yapabileceklerimi keşfettim, hem kendimi. Hoşlandım kendimden ve hayattan.

Kendi sanatçınızın sesini duyabilmeniz ümidi ile sevgiyle kalın.

Sy




Çık dışarı ve oyna...


Çık dışarı ve oyna, dedi Tanrı,
İçlerinde gönlünce koşabileceğin topraklar gibi evrenler verdim sana!
Ve şimdi; şunu al ve kendini sar ona,
Onun adı: SEVGİ
Ve o seni daima, daima sıcak tutacak.
Ve yıldızlar! Güneş, ay ve yıldızlar!
Sık sık bak onlara kaldırıp kafanı
Çünkü onlar sana kendi ışığını anımsatacak!
Ve gözler… Ah, her sevenin gözlerinin içine bak
Başka herkesin gözlerinin içine bak
Çünkü onlar sana kendi evrenlerini verdiler
Üzerinde özgürce koşasın diye
o toprakların.
Sana ihtiyaç duyduğun her şeyi verdim.
Şimdi çok, çık, çık dışarı oyna!

Go Outside and Play 2007 Em Claire

Birinci sorumluluğum kendim olmaktır.


Biz henüz yeni keşfetmiş olsak da dünyada, özellikle de Amerika’da pozitif düşünce ve kişisel gelişimin önemi uzun yıllar önce keşfedilmişti. Peki, gerçekten pozitif düşüncenin yaşantımızdaki rolü nedir? Şimdi de yeni moda insanları hasta falan değilsiniz, isterseniz iyileşirsiniz diye olmayacak vaatlerle daha iyiyi hak ettiklerine inandırmak mı acaba? Bir yandan tecavüze uğrayıp dayak yerken diğer yandan kelebekler uçuyor, kuşlar ötüyor deyip pozitif düşünürsek ve yaşasın hamile kalmam, adam düşünceliymiş, prezervatif taktı diye mutlu mu olmalıyız sizce? Binlerce haber, yayın organı, bilim adamları, tıp birlikleri her dakika bizleri sihirli formüller vererek kandırıyorlar mı? Pozitif yaşa, pozitif düşün diyenlerin çoğunlukta olduğu yeni bir dünya ne kadar doğru sizce? Doğduğu günden beri yüzü gülmemiş, açlıktan nefesi kokan, sürünen bir adama “pozitif düşünmedin ondan bu haldesin” diyebilir misiniz? Hasta yatağında acıyla kıvranıp ölümünü bekleyen bir hastaya “Hayat güzel, hiç acım yok. Yarın ayağa kalkıyorum, bu hastaneden çıkıyorum” dedirtebilir misiniz acaba? Diyelim ki dedi, durumu değişir miydi sizce? 
Bence bunun cevabı kişiye göre değişir. Çünkü hepimizin yapısı birbirinden farklı. Geçmişlerimiz farklı, kültürlerimiz farklı, karakterlerimiz farklı, duygularımız farklı, anlayışlarımız farklı. Güçlü yanlarımız, zayıflıklarımız, hoşlandıklarımız, ilgi duyduklarımız, nefret ettiklerimiz hep farklı. Böyle bir gerçeklik varken evet şu kitabı okuyun şu listedekileri yapın size iyi gelecek ve kendinizi iyi hissedersiniz demek ne kadar inandırıcı olur? Her tavsiye, her doktor, her uzman, her ilaç, her formül, her elbise, her parfüm, her allık ve ruj herkeste farklı durur. Bu yüzden şunu şunu yapın, bu size iyi gelir demek ve bir güzel bunları alıp salak salak yapmak, sonra da ya bir şey olmadı ki, gene kendimi berbat hissediyorum işte, saçma sapan şeyler bunlar ya, bende de akıl yok zaten deyip bir köşeye çekilmekten, her önünüze gelene de bırak bunları Allah aşkına bugüne kadar kim başarmış da şimdi sen yapacaksın da bir işe yaracak demekten başka bir sonuç alınabilir mi acaba?
Bak gördün mü “pozitif düşünmedin yemeğin altı yandı” ya da ”pozitif düşünmedin al işte bak kanser olmuşsun” ya da “sen otur daha burada pozitif düşünce, kuantum derken adam seni aldatıyor kızım, bunlar işe yarasaydı kocan yanında olurdu” ya da “Secret okuduk ne oldu, sanki bankada milyar dolarlarımız mı var? Bırak ya ha Telli Baba’ya adak yapmışsın, ha kuantuma bağlanmışsın aynı b..un soyu işte“... Bu zevzek cümleleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. İşin komiği, bunları söylerken kendinizden o kadar eminsinizdir ki sanki yeryüzündeki tüm olasılıkları denemiş, her bir yayını okumuş ve her bir söylenen tekniği öğrenip sonra da uygulamış, yıllarınızı buna vermiş de bu sonuca varmış biri gibi etrafta dolanırsınız. Biliyorum çünkü bunu ben de yaptım.
Aslında olaya mantıklı bakarsak; kişisel gelişim hayaller âlemine dalmak, hayatın gerçekliğinden ve kendi gerçekliğinden kopmak demek değildir. Zaten böyle olduğu zaman bu girişimler hüsranla sonuçlanıyor. Mesela hiç çalışmayan, tembel bir insanın “Ben artık pozitif düşünüyorum ve evrenin yasalarını da yaladım yuttum. Şimdi buraya not ediyorum, iki seneye kadar bankada en az 5 milyon dolarım olacak ve o parayla neler yapacağımı da unutmamak için not alıyorum” dediğini ve yan gelip yatarak her gün “ben çok mutluyum, 5 milyon dolarım var, nasıl harcıyorum bir görseniz” dediğini düşünsenize! Eninde sonunda bu kişi delirir, çünkü elde etmek için hiçbir girişimde bulunmadan istediğini düşüne düşüne gerçeklikten uzaklaşır, hayal dünyasında yaşamaya başlar. Sonra da gerçek dünyaya düştüğü an bunu kaldıramaz.
Bu yüzden kişisel gelişim dendiği zaman dikkatli olmak gerekir. Bu herkese aynı şekilde anlatacağınız, öğreteceğiniz bir şey değildir. Çünkü herkesin anlatılanları aynı şekilde anlayacağının da garantisi yoktur zaten. Bir haber okuruz, anladığımız şekliyle birine naklederiz. Gün sonunda bir bakarsınız ki size söylenen şey nerede, haberi anlatan spikerin söylediği şey nerde! Yorumlamak ve algılamak, bir bakış açısı katmak bireysel bir olaydır. Eninde sonunda duyduklarınızı ana hatları ile olayla ilişkilendirebilseniz bile etrafınızda hâlâ aynı konu ile alakalı değişik versiyonların dolaşmakta olduğunu görürsünüz. Kişisel gelişim, adından anlaşılacağı gibi kişiye özeldir ama unutulmaması gereken en önemli faktör, bu kişinin bir çevreye ait olduğu ve yaşadığı dünya ile de ilişkide olduğudur. İçinde bulunduğumuz dünya ve çevreyi önemsemeden yeteneklerimizi ve yaşam tarzımızı belirleyen faktörleri iyice anlamadan, sadece kardeşim bu kişisel gelişim değil mi, tamam işte ben de sadece kendimi geliştiriyorum derseniz bulunduğunuz yaşam ve çevre ile denge farkınız olur. Daha doğrusu bu dengeyi bozmuş olursunuz. O yüzden bu işe kalkışıldığı zaman, unutmamanız gereken en önemli şey kendinizi geliştirirken içinde bulunduğunuz dünyayı da geliştirmeniz gerektiğidir. Gerek fiziksel, gerekse psikolojik problemleri olan insanları ve herkesi aynı kabul etmek ve formül uygulaması şeklinde ticari bir yöntemle bu olaya kalkışmak çok büyük bir hata olur. Bu yüzden kişisel gelişimin keyfini almak isterseniz size yardım etmesini istediğiniz kişinin yaşam felsefesine bakmanızda fayda var. Bu çok sorumluluk ve ciddi bilgi birikimi gerektiren bir olaydır.
Bu gerçekten iyi bir şey, ya da bu gerçekten saçma sapan bir şey diye bir haklılık savaşına girmektense bu bir yaşam tarzı diyerek bir seçim yapmalı ve ona göre de bilgi depolamalısınız. Ben haklıyım sen haksızsın ya da o da benim gibi düşünüyor diye didinip hangi taraf haklı ya da hangisi doğru acaba diye uğraşacağımıza bence hangisine inanmayı seçsem demek daha doğru olacak sanırım. ( Alıntı Bir İki Üç SIÇRA/Selcan Yıldırıcı)

Anlam karmaşası yaşamadan “berrak” kalın,
Sy

27 Kasım 2011 Pazar

Kendini akışa bırakmanın dayanılmaz hafifliği...

Öncelik sensin... Köklerine git, kendini bul.
Yaşam üzerine fazla geldiği zaman onu zorlama, biraz duraksa...
 Neler olup bittiğine anlam verme...
 Devamını Gör!
 Mutlaka yanlış bir şey oldu...
 Düşüncelerin ile dileklerin aynı orantıda değildi ve varlığın ile buluşamadı...
 Sorun yok, sadece bekle...
 Güneş doğacaktır. Rüzgâr esecek ve yağmur yağacaktır.
 Zorlamaya gerek yok, olması gereken kendiliğinden olur.
 İzlemeye devam et...
 Şahitlik güzeldir, hem olayın dışındasındır hem de içinde...
 Zorlamaya gerek yoktur, olması gereken kendiliğinden olur.

Neyzen Tevfik


Gerçekten de kendi yaşantımızı eş zamanlı olarak başka bir gözle izleme olanağımız olsaydı eğer; yanlış tutumlarımızı fark ettiğimiz an hemen harekete geçip uyarıda bulunmaya çalışır mıydık? Bu uyarıları tamamen tarafsız bir gözle ve mantık çerçevesinde yapabilecek olsaydık ilginç olabilirdi. Bazen hayatta yaşadığımız her şeyin sadece bize özel, bize güzel, bize acı verici olduğunu düşünürüz. Oysaki yaşadığımız her acı bir başkasının acısı ile örtüşebilir. Ya da yaşadığımız her mutluluk aslında son derece sıradan ve herkesin başına gelen bir mutluluk olabilir.

O zaman nedir bizim düşüncelerimiz ile dileklerimizin oranlarını bozan? Varlığımızdan ayrı düşüren? Sabırsızlığımız olabilir mi? Hayat akışı içinde bize mal edilmiş olan daha fazlasını yapma düşüncesi olabilir mi? “Doğ, büyü, oku, çalış, evlen, çocuk yap, çalış, çalış, çalış, durma çalış, durma kazan” mantrasını söylediğimiz yıllar boyunca yaşadığımız mutsuzluk olabilir mi?

Olabilir, evet bana göre olabilir. Yıllarca dikte edilmiş birer yaşam sürdürdüğümüze inanmaya başladığım günden beri, ne kadar çok şey kaçırdığımın farkına vardım. Yaşamayı unutmuşum! Yaşam, herhangi biri olabilmek uğruna, fazla para kazanmak uğruna, başarılı olmak ve kartvizitimizde süslü sıfatlar yazılması uğruna, kendimizi ispatlamak uğruna, genç ve bakımlı olabilmek uğruna, zayıf ve sportif görünümlü olabilmek uğruna, iyi anne ve iyi eş olabilmek uğruna; akıp gitmiş. İşin en kötü yanı da o akıp giderken gözlem yapmayı bile becerememişim. Hiçbir şey, hiçbir zaman ara vermediği için, durmadığı için, son bulmadığı için; geri kalırım korkusuyla durup da yaşantıma bir göz atma olanağım olmamış. Bir yabancılaşma oluşmuş benle benim yaşantım arasında. Mesafeler de gün geçtikçe uzamış iyice yabancılaşmışım kendime. Yargılamışım, eleştirmişim, duygudaşlık yeteneğimi yitirmişim, beynim acıyı unutmuş oysa bedenim unutmamış bir kenara not almış; bu bile beni yolumdan döndürmemiş.

Ta ki… “Son zamanlarda bir gariplik var bende” diyene kadar. Hareketlerim yavaşlamış, azalmış ve ben “böyle zamk gibi yapışsam yatağın içine, akşama kadar dursam, kalsam hareketsiz. Herkes, her şey ne istiyorsa yapsa ama bana bulaşmasa” diyene kadar. Yattığım yerden kendime dönüp bakıyorum ve hiç ummadığım bir anda hayatımın gözlemcisi olup çıkıyorum. Sabah kalkıyorum, günlük yaşantı aynı, yapılanlar aynı, öğleden sonrası ile akşamın yok birbirinden hiçbir farkı… Her gün hiç aksatmadan aynı işleri aynı yöntemle yapıyorum, tam otomatik bir makine gibi. Mutsuzum ve yapmak istediğim hiçbir şey yok… Birden fark ediyorum kendimin nasıl akıp gittiğini ve bu yaşıma geldiğimi hiç anlamadığımı ve izleyemediğim bir hayat yaşamakta olduğumu. Yaşam üzerime geldiğinde onu zorlamışım, yargılamışım, değiştirmeye çalışmışım, akış yönünü saptırmaya gayret etmişim. Yaşamı anlamaya ve düzeltmeye çalışırken kendimin raydan çıktığını izlemeyi kaçırmışım.‎

İşte bunu fark ettiğimde değişmeye karar verdim. Değişmeye karar verdiğimde her şeyden önce kendimden özür diledim. Ve kendim için doğruyu aramayı bıraktım. Doğru geldi beni buldu. Hayatın önüme sürdüğü tüm sıkıntı ve üzüntülerin beni sınadığını ve olgunlaştırıp tecrübe sahibi yaptığını anlıyorum. O anlara direnmek yerine kendimi akışa bıraksaymışım daha kolay yolumu bulacakmışım, bunun farkına varıyorum. O anlara direnip kaybettiğimde, yapmam gerekenin, ezilmeyip çözüm bulmak olduğunu fark edebilseymişim olaylara daha çabuk hâkim olabileceğimin farkına varıyorum. Tek sıkıntımın sahip olduğum gücün ve yeteneğin varlığını unutmak olduğunu anlıyorum. Sıkıntıların ve acıların insanı insan yapan değerleri oluşturduğunu fark ediyorum. Bu acı ve sıkıntılara şükran duymayı, onlardan ders almayı, onları geçmişte bırakıp şimdiki anda yaşamaya devam etmenin önemini fark ediyorum. Tıpkı ağır bir hastalıktan çıkıp iyileşmekte ve yavaş yavaş eski gücüne ulaşmakta olan bir beden gibi hayatımı ve yaşantımı toparlamaya başlıyorum. Her şeyi sorgulamaktan ve bir neden ile mantık aramaktan vazgeçiyorum. En önemli olan döngünün beden, zihin ve ruh arasındaki denge olduğunu gözlemliyorum. Bu döngüyü bozmamaya karar veriyorum. Bir Fransız atasözünü hatırlıyorum; “Ölülerimizi gömmedik, şimdi koku yapıyorlar...” Bu yüzden geçmişimi, hatalarımı, herkesi ve her şeyi, kendimi affediyorum ve özgür bırakıyorum.

Yazıyı Coco Chanel’in hoş bir sözü ile bitirmek istiyorum: “Genç değilim ama genç hissediyorum. Yaşlandığımı hissettiğim zaman yatağıma girip orada kalacağım."

Daha bilinçli, daha farkında, daha da önemlisi sevgiyle kalın.

Sy

Koşum takımı giymiş çocuklar!


“Her bebek doğduğu andan itibaren ilgi, sevgi görmek, beslenmek ve bakılmak, büyütülmek, ihtiyaç duyulan biri olmak ve takdir edilmek için neleri yerine getirmesi gerektiğini düşünmeye başlar. İşte bu koşullandırma kelimesinin açıklamasıdır.” Büyüdükten sonra koşullandırma kelimesine bağımlı kalmaya devam ettikleri takdirde koşum giymiş çocuklar olarak boy göstermeye başlarlar. Hani bu aralar Falling Skies diye bir dizi oynuyor televizyon kanallarında. O dizide, uzaydan gelenler dünyayı ele geçirmek için çocukları kullanıyorlar. Onların sırtına kontrol edebilmek için bir alet yerleştiriyorlar ve böylece her istediklerini yaptırabiliyorlar. İşte bu koşum takımlı çocuklar sadece dizilerde yok. “Nasıl?” diye soruyorsunuz galiba. Buyurun gelin, anlatmaya başlıyorum. Bir varmış bir yokmuş…

Bebekliğimizden itibaren tüm yaşantımız boyunca duygu, beden, düşünceler ve zihin yardımı ile bu koşullandırmaları kayıt altına almaya başlarız. Egomuzun da katkıları ile tüm hayatımız şekillenmiştir ve onu nasıl yaşayacağımıza bizim dışımızda karar verilmiştir artık. Ağlarsın ağzına meme sokarlar halbuki sen sadece okşanmak istemişsindir. Ağlarsın altını açarlar halbuki sen acıkmışsındır. Uyumazsın korkunç masallar anlatırlar “kurt seni ham yapar uyu çabuk” diye. Oynarken gürültü yaparsın kendince konuşup derdini anlatmaktasın ama seni anlamazlar ve kötü kötü bakarlar. Kendin yemek istersin kaşığı eline alırsın ”dur dökeceksin bırak” diye alırlar elinden. Ayağa kalktın yürüyorsun ve mutlusun kendince “ay ay düşecek al şunu kucağına“ diye seni deneyiminden ayırırlar. Tam dalmışsın kendi alemine, kucaklarına alıp hoppala denen şeyi yapıp senin oyununu bozarlar ve basarsın yaygarayı ”seni küçük nankör” diye kızarlar. Artık eşek değilsin ya öğrendin. Ne zaman kızarlar, ne zaman severler, kızdıklarında ne yapmalısın, sevilince ne yapmalısın? Sezgilerin güçlüdür ve zihnin tazedir, anlarsın. Başlarsın kayıt almaya. Koşullandırıldın geri dönüşü yok.

Bu böyle yıllar boyu sürer gider. Hep etrafından gelen öğretilere bakarak neyi yapman gerekiyor neyi yapmaman gerekiyor sürer gider. Ta ki sen kendin olmaya karar verene kadar. Bazen de hiç “fark edemezsin” ve böylece yaşamın sana ait olmadan akıp gider... Olsun üzülme, zaten “farkında” değilsindir ki!

Fark ettiğin gün, sırtından koşum takımını yavaşça çıkartır bir kenara atarsın ve kendi gecikmiş hayatını yaşamaya başlarsın. Geç de olsa...

Lütfen ne yaptığımızın farkında olalım!

Sy

25 Kasım 2011 Cuma

Kuzey Kutbu Gezisi Son-4. bölüm

Kuzey Kutbu Gezisi Son Bölüm



Size seyahatin tüm detaylarını vermedim ama inanın ki eğer ben eski ben olarak bu seyahate çıkmış olsaydım ilk uçakla eve geri dönmüştüm. O uçağa bineceğimi de Aytekin’e bildirirken ki ses tonumun da böğürme kıvamında veya hırlama şeklinde olacağına yüzde yüz garanti veririm. Ben hakikaten kendimde çok şeyin değiştiğini bu seyahat sayesinde daha iyi anladım. Her kısmından, her bölümünden zevk aldım. Bizimkiler Sırp polisine dert anlatırken adama bön bön bakıp, şaka yapıyor herhalde diye düşünüp tepkisiz kalışım; Budapeşte’de taksicilerin yaptığına gülebilmem; hiçbir sorunda surat asmadan Aytekin’in başının etini yememem; şehir içine girişte GPS’in yol hatalarından bıktığım için otelimize en kısa yoldan gidebilmek adına ilk taksi durağından bir taksicinin arabasına atlayarak benden hiç beklenmeyecek performanslar sergilemem; Prag’da bir restoranda akşam yemeği esnasında bizi beğenmediyseniz kalkın gidin diye kovan garsona kızmamam ve o adama inat orada kalıp yemek sipariş etmem; kalkarken de hesap ödedikten sonra aynı sinirli garsona bahşiş de bırakmam; tuvalette üstümü başımı değiştirmem; motor çizmesi giymediğim günlerden birinde aniden bastıran yağmurdan korunmak için bir markete girip alışveriş poşetleri alarak su içinde kalan ayaklarıma çoraplarımı çıkarıp kuru çorap giyerek o poşetleri bağlamam; Oslo’dan Kiel’e gitmek için kullanacağımız geminin biletlerini almak için otelden en az üç kilometre falan yürüyerek gemiyi bulmaya çalışmamız, sonra apar topar otele geri giderek işleri yoluna koyup sağ salim gemiye binebilmemiz; her benzincide inip kasaya veya otomatik ödeme bankosuna benzin parasını ödemem; Prag’a kadar yaklaşık 700 kilometre yapıp bir türlü Prag’a varamayıp gecekondu mahallerinde GPS sayesinde dolanıp durmamıza ses çıkarmamam kadar daha aklıma gelmeyen birçok şeyde kasmadan, sinirlenmeden keyif aldığımı gönül rahatlığıyla söyleyebilirim size. Zaten seyahat esnasında bazı notlar alırken Aytekin’e “Teşekkürler Aytek, bir hayalimizi gerçekleştirdik. Sonraki rotamız neresi? Seneye de Tibet’e gidelim mi” diye yazmışım. Az kalsın unutuyordum; galiba Aytekin’in saat alarmını yanlış ayarlaması yüzünden aşırı yorgun olduğumuz gecelerden birinin sabahında saat 5:30’da uyanmak zorunda kalınca öğlene kadar ona surat asmıştım. Sonraki birkaç gün de alarm işini yatarken kontrol edip işimi sağlama almıştım. Bu tepkiyi de “değişsem de değişmesem de, kuantum sıçraması yapsam da yapmasam da” her zaman veririm. Bunu da böyle bilesiniz sevgili arkadaşlar. Uyku bir motor gezgininin en önem verdiği şeydir.

Değişmek güzelmiş, gerçekten çok güzelmiş. Sizlerle paylaşmak istedim.

Lütfen düşlerinizi ertelemeyin, yaşadığınızı hissedeceksiniz!

Sevgiyle kalın,

Sy



Kuzey Kutbu Gezisi 3. Bölüm

Kuzey Kutbu Gezisi Bölüm 3

İlk gün yediğimiz yağmurdan sonra yol boyunca hava daha da soğumaya başladığı için sırtımızdan yağmurluklarımızı hiç çıkarmadan yolumuza devam ettik. Her gün ortalama 600 kilometre yaparak yolumuza devam ettik. Helsinki’den itibaren hava artık hiç kararmadı. Geceyi görmeyi unuttuk anlayacağınız. Bu olay; yani hiç gece olmaması beni ürkütüyordu. Nasıl uykuya dalacağız, gecemiz gündüzümüz karışacak diye düşünüyordum ama 600/650 kilometre gibi günlük etaplardan sonra bir de tepemizden hiç eksik olmayan yağmur ve soğuğu da ekleyince boşuna heyecanlanmışım. Bir uyuyordum ki aman Allah'ım, horul horul, deliksiz! Aslında gündüz sıcaklık kuzeye gelmeden 15 derecelerde idi. Böyle bakınca üşütecek bir hava değil gibi duruyor ama yağmur nedeniyle bu sıcaklık neredeyse yarı yarıya düşüyor. Buna bir de motor üstünde yaklaşık 90/100 kilometreyle gittiğimizi de eklersek, hissedilen sıcaklık eksilere denk geliyordu. Kuzeye, kutup noktasına yaklaştıkça gündüz sıcaklıklar beş altı dereceler seviyesine kadar indi. Varın hissedileni siz kendiniz hesaplayın. Nordkapp’a vardığımızda, 48 yıllık hayatımda ilk kez rüzgârdan dengemi yitirip düşmemek için geri geri yürüdüm. Çünkü yüzümü rüzgara verdiğim an yürümem mümkün değildi. Aytekin amacına ulaştı. Yıllardır söylediği hayalini gerçekleştirdi ve ben de iyi ki gitmişim.

İnsanın hayatında her zaman yapacağı bir şey ya da yapınca tekrarlamak isteyeceği bir olay değil bu. Onu bilmem ama ben kutup noktasında çok korktum; koskocaman bir hiçlik, bir boşluk, sanki yolun sonu gibi hissettim. O baktığım yerden ötesi yoktu sanki. Bir şekilde ilerleme fırsatım olsa, hadi şuradan ilerle yürü deseler ben de yürüyüp o boşluğa gitsem bir daha bulunduğum noktaya geri dönemezmişim gibi hissettim. Kutup noktasının büyük boşluğu, ihtişamı beni çok etkiledi. Aslında kocaman bir boşluk ama dopdolu. Hiçbir şey yokmuş gibi ötesine bakınca ama aslında çok şey var. Kafamdan çok değişik şeyler geçti ve bunları doğru kelimelerle şu an anlatmayı beceremiyorum. Kocamandı, derin bir boşluktu, çok ama çok soğuktu, nefisti ve biz amacımıza ulaşmıştık.

Böylece dönüş yoluna geçtik. Kutup noktasına gidene kadar Oulu’dan itibaren gidiş yolumuzda, kutup noktasından dönüşe geçtiğimizde de Narvik’e kadar tüm yol boyunca ren geyikleri bize eşlik ettiler. Kocaman kocaman simsiyah sürmeli gözleriyle otoyolda, dağın tepesinde, ormanlarda, mola yerlerinde kısaca her yerde bizimle beraberdiler. Onları bu kadar çok görünce ağzıma tek lokma geyik eti koymadığımı tahmin edersiniz. Her yemekte gelen menüde geyik etini hep pas geçtim çünkü gözümün önüne kocaman siyah gözleri geldi. Hani yukarıdaki paragraflarda size hissedilen sıcaklık ile ilgili bir şeyler anlatmıştım. Bu anlattıklarıma ilave olarak dönüş yolunda kutup noktasından Oslo’ya kadar bir de denizden gelen soğuğu ekleyin ve hesaplayın. Sizce motor üstünde giderken hissedilen derece kaç olabilir? Yanımdakileri bilemem ama benim bedenim eksi on ve üzeri gibi algıladı. Macaristan'a vardığımızda (lahana gibi kat kat giyindiğimiz için) hava ısınır ısınmaz, motor giderken soyunma konusunda ne kadar becerikli olduğumu algıladım. Kendimle gurur duydum. Prag’a gelene kadar yaklaşık 6000/6500 kilometre civarında yol yapmıştık ve doğal olarak kendimize 1 gün dinlenme ayırdık. Prag’da ki ilk gece kaçta yattık, oraya kaçta vardık hiç hatırlamıyorum. Tek bildiğim ertesi gün öğlen 12.00 gibi uyandığımız oldu. Emin ve Aslı Prag’a ilk kez geldikleri için erken kalkıp şehri gezmeye çıkmışlar. Biz daha önce gördüğümüz için Aytekin ile bana tam bir dinlenme oldu. Budapeşte’ye vakitli vardık ve şehri gezme imkanımız oldu, hayran kaldık. Rüya gibi bir şehir…

Daha önce size söylemiş miydim hatırlayamadım ama ben turizm sektöründen emekli oldum. Dolayısı ile bu alandaki yalan dolan, turist kazıklamalarını ve benzeri dolandırma yöntemlerini duymuşluğum çoktur. Budapeşte’yi layığıyla gezebilmek adına bir taksiye bindik ve bizi “eski şehir” bölgesine götürmesini istedik. Taksici bizi bu bölgeye götürürken şehrin tarihi hakkında çeşitli bilgiler de verdi ve bizi gezdire gezdire götürdü, tarihi şehir bölgesine bıraktı. Biz de adama ödeme yaptık, indik. Gezdik ve dönüşte de kendimizi yormayalım diye tekrar bir taksi bakındık ve bulduk. Bize isteğimiz üzerine, güzel bir akşam yemeği yiyebileceğimiz birkaç yer önerdi. Biz seçimimizi yapınca da kapısına kadar götürüp bıraktı. Sıra para ödemeye gelince şok olduk çünkü ilk ödediğimiz ücretin yarısından bile az bir ödeme talep etmişti. Bunun üzerine taksici “Bu tarz insanlar yüzünden mesleğimiz lekeleniyor” diye söylenerek bize para üstünü verdi ve biz akşam yemeğimizi yemek için önerdiği yere gittik. Harika bir yemek yedik. Hesabı öderken taksiciden aldığımız bozuk paraları da ilave edince garson paraları geri getirip “Bunlar tedavülden kalktı efendim, kabul edemeyiz” dedi. Güler misin, ağlar mısın? Yılların deneyimli turizmcisi bir günde iki kez faka bastırılmıştı.

Budapeşte’den sonra Sırbistan’dan geçerek Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye dönmek bize bir gün kazandıracağı için rotamızı değiştirdik. Sırbistan sınır kapısına geldik. Sıra bize gelince görevli memur pasaportumuza bakarak “vizeniz nerede” diye sordu. Biz de aval aval bakarak “Ne vizesi” dedik çünkü kapıda gerekirse transit geçiş vizesini verdikleri için doğal olarak biz transit vizeyi adamdan beklerken onun bizden vize sorması garip gelmişti. Aytekin ile İlkay daha önceki yıllarda birlikte çıktıkları gezide Sırbistan’dan bu şekilde geçtikleri için bize böyle bir vizenin gerekeceği aklımızın köşesinden bile geçmemişti. Adam da bize hiç konuşmadan camda yazılı olan ve özellikle de Türkçe yazılmış olan bir yazıyı işaret etti. Okuduk ve kalakaldık. Yazıda kocaman harflerle “Nisan 2009 itibarı ile TC vatandaşları transit geçiş yapamaz, vize almak mecburidir” yazmaktaydı. Aytekin ve Emin “Biz transit geçeğiz, hadi canım uğraştırma bizi” diye kibar ama her an patlamaya hazır bir şekilde itiraz edince görevli bizi polise yönlendirdi. Polis bizimkileri dinledi; hatta Emin’in “Bakın ben doktorum, bırakmanız lazım bizi” demesine boş gözlerle bakarken bu arada Aytekin “Durmayacağız, basıp gideceğiz çünkü bir gün kazanıyoruz” diye ekleyince artık polisin bize göstereceği tek bir yol kalmıştı. O yol da girdiğimiz bariyerin öteki tarafıydı. Bize “Gerisin geri gidin, konsolosluktan vize alın geri gelin, geçireyim sizi” dedi. Sonuç itibarı ile bariyeri kaldırdı ve biz tekrar Macaristan toprağına girdik. Kös kös oturup düşündük ve mecburen Romanya üzerinden gitmek için yola koyulduk. Bu arada oturup düşündüğümüz yer bir otelin restoranıydı ve ben sanki hiç bunlar olmamış gibi garsonla şakalaşarak yemek siparişlerimizi verdim. Yemeklerimizi yedik ve kara bahtımıza doğru yola düştük. Zorlu ve uzun bir yolculuktan sonra Sibou’ya vardık. Otele yerleştik ve sızdık artık yorgunluktan. Ertesi gün de aynı şekilde tekrar yola çıktık. İstikamet Edirne’ydi. Aslına bakarsanız, gidebilirsek İstanbul’du. Sibou’dan Edirne’ye yaklaşık 830 kilometre yaptık ve sınır kapısından girdiğimiz an, ben sınırdaki polislerin yanında yerde bile uyumaya hazırdım. Edirne’de Kervansaray Oteli’ne vardık ve ben 48 yıldır hayatımda ilk kez bir seyahat esnasında yıkanmadan soyundum, üstümden çıkardıklarımı yere attım, dişlerimi bile fırçalamadan, elimi yüzümü bile yıkamadan yatağa devrildim. Kendi kokumu almamak için yastıkta kafamı hafifçe yukarı doğru kavislendirdiğimin haricinde hiçbir şey hatırlamadan ertesi sabah 11.30’da gözümü açtım ve derhal duşa girdim. Duştan çıktığım andan, kahvaltıdan sonra İstanbul için yola çıkana kadar da işte size söylediğim gözyaşı bölümü başladı. Her şeye ağlayıp sümüğümü çekerek cevap verdim. Bedenim 9000 km. acısını benden gözyaşıyla çıkardı anlayacağınız. Ben de duygularımı serbest bıraktım. O an’ın, yorgunluğun boşalma anı olduğunu fark ettim.


Evet, son bölüme geldik…



Kuzey Kutbu Gezisi- 2. Bölüm


Kuzey Kutbu Gezisi Bölüm 2

Detaylı olarak tüm geziyi anlatmayacağım. Merak etmeyin, sadece aklımda yer etmiş bazı yerleri sizlere aktaracağım. Trieste’ye varıp limandan motorlarımızı teslim alıp yola çıktığımızda hava cehennem gibi sıcaktı. O yüzden hepimiz kışlık ve su geçirmez motor malzemelerimizle değil, yazlık giysilerimizle yola koyulduk. Bir de benim iğrenç bir inadım vardır; hava sıcak ise motor çizmesi giymem, pantolon içindeki diz korumalarını takmam. Bu yüzden Aytekin çok huzursuz olur ve beni bu konuda hep azarlar. Çünkü motora binenler bilir; motor üzerinde asfalttan gelen minicik bir taş parçası bile bileğinizi, bacağınızı morartma ya veya kanatmaya yetebilir ya da ola ki motordan düşerseniz ayağınızın veya bileğinizin kırılma ihtimali yüksektir. Değişimin içinde yer alan takıntılar kısmında bu anlamsız saplantıyı atlamış olmalıyım ama bunun tekrarlanmaması için akıl not defterime not yazarken; benim kendi üzerimde bir çalışma yapmama hiç gerek kalmadı. Birdenbire bir yağmur indi, biz kendimizi bir benzin istasyonuna atana kadar “donumuza kadar” ıslandık. Vallahi de billahi de o yağmur iç çamaşırlara kadar nasıl ulaştı bilmiyorum ama ulaştı. Benzin istasyonunun tuvaletinde üstümü değiştirirken “Ya sen misin inat eden, al sana işte şimdi bu ..t kadar yerde soyun giyin bakalım” diye söylenmeye başladım. O an fark ettim ki bulunduğum yerin eni boyu önemli değildi. Önemli olan benim kadar titiz bir hatun, umumi bir tuvalette üstündekileri çıkartıp lavabonun yanına koyup oradan kuru olan diğer giysilerini alıp giyiyordu ve bir yandan da kendime sövmeyi bırakıp “helal sana kız bak nasıl kendini aşmışsın, kızım sen bu değişimi yalayıp yutmuşsun be kim tutar seni” diye övgüler diziyor. Sonra “Ey Allah'ım ben manyak mıyım ya ne işim var benim burada? Neredeyim ben ya” diye tekrar söylenmeye başlayınca kafamı kaldırdım aynaya baktım. “Kızım kapa çeneni ve kişilik bozukluğu yaşamayı da bırak. Allah'ın unuttuğu bir benzincinin tuvaletinde, üstünü değiştiriyorsun ve bugün Kuzey Kutbu’na gitmek için yola çıktın. Haydi, rast gele” dedim ve tuvaletten çıkıp eşimin yanına gittim. Yüzümde gülücüklerle hepimize kahve ve çay aldım. Dinlendik ve yolumuza devam ettik. Bu arada yüzümde gülücük olması sadece kendime ait bir olay değil. Eğer Aytekin’in yanında amma da ıslandım dersem varın siz duyacaklarımı bir düşünün bakalım. İşte o yüzden yüzüme kocaman bir gülümse kondurmayı ihmal etmedim.

O akşam konaklama yerine varana kadar yağmur hep bizimleydi ama yağmura kafayı takmamanın sonucunu otele varınca aldım. Yoldan rezervasyon yaptırdık ve en nihayetinde otele varınca sıkışıklıktan dolayı bize iki çift yataklı oda ayıramadıklarını ama aynı fiyattan olmak kaydı ile bir tanesini “president süite” olarak vereceklerini söylediler. Biz sizden yaş olarak büyüğüz Emin'ciğim diyerek odaya el koydum. (Onların aslında odayı almak ile ilgili bir girişimleri hiç olmadı.) Birisi o gece o süit odanın halini görse ne derdi acaba? Çantalardaki tüm ıslak giysileri her önüme çıkan kapının, koltuğun, toplantı masasının üzerine gecekondu mahallesi gibi asarak eşyalarımı kuruttum. Odanın klimasını 25 dereceye ayarladım, duş aldım ve yatıp kütük gibi uyudum. Haziran ayında oda derecesini kaça getirdim fark ettiniz sanırım. İlerleyen günlerde, buraya gelirken üşüdüğümüzün lafı bile olmazmış, onu çok iyi anlayacaktım.

Bu arada size en önemli kısmı anlatmayı unuttum. İstanbul’dan yola çıktığımız uçağı genellikle TIR'larını Trieste Limanı’ndan teslim alıp Avrupa’da dağıtım yapan TIR şoförleri kullanıyor, ara sıra da İstanbul'a yolu düşen ve ülkesine geri dönen Slovenyalılar. Uçağa bindiğimiz andan itibaren aralarından bazıları dikkatli dikkatli bana baktılar. Bazıları bana selam vermeye bile yeltendi ama benim suratımı görünce vazgeçtiler. (Sabaha karşı 03.00’de ne kadar sevimli olabilirdim ki!) Sonuçta uçaktan indik, bizi bekleyen otobüse bindik ve Trieste Limanı’na yola çıktık. Otobüste de aynı gayret içinde olan beyler gene benim uykusuzluktan mayhoş suratımı görünce selam vermeye yeltenmediler ama bu sefer de bana bakıp fısıldamaya başladılar. Limana vardık, Aytekin ile Emin motorları teslim almak için gerekli işlemleri yaparken Aslı ile ben de yolculuk kıyafetlerimizi çıkarıp motor kıyafetlerimizi giyeceğimiz “özel oda ”ya yöneldik. Bu oda limandaki tek olan büfeyi işleten İtalyan adama ait. Büfesinin arka depo kısmında kendi özel eşyalarını koyduğu, içinde kendisine ait tuvaleti de olan bir yer. Bu limana genelde kadın yolcu gitmez, sadece TIR şoförleri gider. Bu yüzden bir tek erkekler için tuvalet vardır. Kadın geleceğini düşünmedikleri için ayrı bir tuvalet yapmak gereği duymamışlar. Motorla çıktığımız seyahatlerde hep bu uçağı kullandığımız için ben de büfecinin gözdesi oldum ve oraya adım atar atmaz bana anahtarı uzatır ve ben o özel odayı kullanırım. Büfecinin bu hareketini gören şoförler arasında hummalı bir fısıldama ve bana daha da dikkatli bakma baş gösterince kendi kendime inşallah Aytekin bunların yaptığını görmez de bir tatsızlık çıkmaz diye düşünürken Aslı da fark etmiş olacak ki, o da rahatsız bir şekilde bana bakmaya başladı. Biz birlikte gidip kıyafetlerimizi değiştirdik. Geri dönüp birer çay ile tost aldık ve eşlerimizi beklemeye başladık. Birden fısıldanan ve bana bakan gruptan birisi bana doğru gülüp selam vererek yanımıza gelmeye başladı. Ben de içimden yahu bu kişisel gelişim, kuantum sıçraması ile uğraşırken içim güzelleştikçe galiba bu güzellik yüzüme de yansıdı, keşke Brad Pıtt buralarda olsaydı da bu güzellik işte o zaman bir işe yarardı derken beyefendi yanıma gelip “Merhaba Yenge Hanım kaç saattir sana bakıp aramızda odur, değildir diye tartışıyoruz. Sen Mersinli Şehnaz Hanım değil misin be ablacığım” demez mi. Benim bütün karizma yerle bir oldu. Aldı mı beni bir gülme krizi. İşte o sırada Aytekin de gelip “Hayırdır dostum, bir şey mi var” deyip bir yandan da ne olduğunu anlayabilmek için bana bakmaya başladı mı? Ben onun gözlerindeki kızgınlığı görünce biraz toparlandım ama hâlâ sırıtmaktayım. Adamcağız “Ağabeyim kusura bakma, bizim bir Şehnaz Hanım'ımız vardı, bizim eski patron Mersin’den. Sonra o evlendi ve İtalya’ya taşındı. Kendisi bu limanda görevli. Ağabeyim ya biz senin bu eşine taparız, adam gibi kadındır vallahi. Gel seni bir öpeyim. Tanıştığımıza sevindim” deyince Aytekin “Yok dostum bu hanım benim eşim. Adı da Şehnaz değil” dedi. Bu sefer adam “Yapma ağabey gözünü seveyim, kanıyla canıyla o bizim Ablamız Şehnaz” diye ısrarla devam ederken diğer şoförler de yanımıza geldiler. Sonunda uzun ısrarlar sonucunda benim Şehnaz olmadığımı anladılar ama arada bana dönüp “Allah herkesi çift yaratır derler, yenge ya bilmediğin bir ikizin falan olmasın” diye de sormayı ihmal etmediler.

Sonunda hepsiyle Selcan olarak vedalaştım ve yola koyulduk. Ben bu arada kendi kendime motorun arkasında otururken “ne kuantumu, ne sıçraması, ne güzelliği kızım keramet Şehnaz’daymış” diye gülmeye devam ettim.

Evet devamı bölüm 3’te




2010 Kuzey Kutbu Gezisi-1. Bölüm

2010 Kuzey Kutbu Gezisi Bölüm 1

Eşim çok uzun zamandır motosikletle Kuzey Kutbu’na gitmek istiyordu. Uzun yıllar motora binmeye karşı olan ben, motora bindiğim zaman da normal gezileri tercih ettiğim için böylesine uzun ve yorucu olacak bir gezinin neden doğal yollardan olanını yapmıyoruz diye cevap veriyordum. Yani uçakla gideriz, gemi turu yaparız gibi. Ama ben bunları söyledikçe o ısrarla “Motorla gitmezsem anlamı kalmaz, bu benim rüyam anlasa” diye cevap verirdi.

Yaşadığım değişim esnasında ele aldığım konular arasında eşimle ortak eğlence ve gezi planlamaları konusunda yaptığım çalışmalarda bu konuyu paylaştığım arkadaşlarımın her biri  “Neden düşünmüyorsun bu konuyu? Bence kendine zaman tanı ve bu konuda biraz düşün. Araştır, sonra istersen gidersin veya gitmezsin” dedi. Ben de araştırdım, İnternet'ten daha önce bu geziyi yapmış olanların yazılarını buldum okudum. İşkence vardı o yazılarda: “Mesafeler uzun, uygarlık bir yerde bitiyor, manzara ve doğa eşsiz ama çok zor etaplar var, benzinci yok, yatacak doğru düzgün otel yok” gibi yazıları okudukça, kafamdaki ibre yavaş yavaş “hayır” tarafına doğru ilerlemekteydi. İşin garibi eşim hangi arkadaşına bahsetse “Ben bu sene haziran ayında Kuzey Kutbu’na gideceğim, sen de gelsene” dediğinde aldığı tepki “Manyak mısın oğlum, o yollara motorla gidilir mi” oluyordu. Bu tepkiler çoğaldıkça ve eşimin inatla “O zaman ben de yalnız giderim. Rüyamı gerçekleştiririm. Gelmeyen gelmesin” diye söylenmesi benim daha farklı bir şeklide bu olaya yaklaşmama sebep oldu. İlk olarak yaklaşık 9 bin kilometre sürecek olan bu gezide eşimin yalnız olacağı düşüncesi beni endişelendirdi. Daha sonra da madem amacım birlikte, zevk alacağımız bir şeyler aramak, o zaman bende bu geziye gitmeliyim diye düşündüm. Araştırmalara devam ettim, eşim de bu geziye haziran ayında yalnız veya birileriyle mutlaka gidecek şekilde kendi hazırlıklarına devam etti.

Mayısın son haftasında arkadaşlarından bir tanesi Dr. Emin Paçacı “Ben gelmek isterim. Selcan gelirse eşim Aslı da gelir” deyince Aytekin bana bu konudaki düşüncemi artık belirlemem gerektiğini söyledi. Bunun üzerine ben de “Geliyorum, haydi hayırlısı olsun” diyerek fikrimi kendisine beyan ettim. Çok sevindi, o hafta sonu Emin ve Aslı ile bir araya gelerek rotayı gözden geçirdik. El sıkıştık ve motorları gemiye yükleyip İtalya’ya yollamak için girişimlerimize başladık. Sonunda motorlar gemi ile gitti, biz de onları teslim alıp yola koyulmak üzere 15.06.2010 tarihinde uçak ile sabaha karşı İstanbul’dan Slovenya’nın Ljubjjana kentine uçtuk. 16.06.2010 tarihinde de motorlarımızı gemiden aldık ve istikamet Nordkapp, yollara düştük. Yol boyunca “pre-menopozdaki bir kadın, ateş basmaları olunca başka nereye geziye çıkar; tabii ki Kuzey Kutbu’na” diye kendi kendime telkin yaptım. Aldığım eğitimler sonrasında kendime fazlasıyla güvenerek “evet” demiş ve bu geziye katılmıştım. Eğitimlerin işe yarayıp yaramadığı ortaya çıkacaktı öyle ya da böyle!

İlk önce size belirlenen rotamızın seyahat esnasında çeşitli sebeplerden dolayı değişikliğe uğradığını belirteyim. Tam 9026 kilometre yaptığımız rota aynen şöyle bir şekil aldı:

15. 06. 2010  İstanbul/Ljubljana                    Türkiye/Slovenya
16. 06. 2010  Ljubljana/Trieste                      SalzburgSlovenya/İtalya/Avusturya
17. 06. 2010  Salzburg/Gera                          Avusturya/Almanya
18. 06. 2010  Gera/Rostock                          Almanya
19. 06. 2010  Rostock/Helsinkı                     Almanya/Finlandiya(gemi ile)
20. 06. 2010  Helsinki/Oulu                           Finlandiya
21. 06. 2010  Oulu/İnari                                 Finlandiya
22. 06. 2010  İnari/NORDKAPP/Alta           Finlandiya
23. 06. 2010  Alta/Narvik                              Finlandiya/Norveç
24. 06. 2010  Narvik/Moi Rana                     Norveç
25. 06. 2010  Moi Rana/Trondheim               Norveç
26. 06. 2010  Trondheim/Oslo                       Norveç
27. 06. 2010  Oslo/Kiel                                 Norveç/Almanya ( gemi ile)
28. 06. 2010  Kiel/Prague                              Almanya/Çek Cumhuriyeti
29. 06. 2010  Prague                                     Çek Cumhuriyeti
30. 06. 2010  Prague/Budapeste                    Çek Cumhuriyeti/Macaristan
01. 07. 2010  Budapeste/Sibou                      Macaristan/Romanya
02. 07. 2010  Sibou/Edirne                            Romanya/Türkiye
03. 07. 2010  Edirne/EV                                Türkiye

Her şeyden önce belirtmek isterim ki bu bir hedefe varma gezisiydi. Hem benim için hem de diğerleri için ve özellikle de Aytekin için. Aytekin’in bu rüyasında sadece ve sadece “İstanbul/Nordkapp/ İstanbul kaydı vardı. Aradaki etapların gezilmesi, görülmesi, yolda ne yedik ne içtik hiç önemli değildi. Önemli olan programda hedeflediğimiz günde Nordkapp’a varmak, görmek sonra da dönüş yoluna geçip İstanbul’a, evimize geri dönmek ve pazartesi işe gitmek. Gezinin sorunsuz, kazasız ve problemsiz hedefe varması ve hedeften eve geri dönülmesi en önemli şeydi.

Benim içinse bu gezinin en önemli yanı; böylesi zor şartlar altında aldığım eğitimlerin faydasını görecek miydim? Sonuna kadar dayanabilecek miydim, yoksa en yakın yerden uçağa atlayıp geri dönecek miydim? (En kötü ihtimalle Aslı ile birlikte Helsinki’den uçağa atlar eve döneriz diye düşünüyordum.) Acaba yorulup sinirler gerilince ne halt edecektim? Aslı ve Emin ile bugüne kadar bu kadar uzun süreli bir gezi geçirmediğimiz gibi çıktığımız bir iki gezide de yanımızda başka çiftler de vardı. İşin özü ben onların huyunu suyunu tam olarak bilmiyordum. Bu arada gezinin ilerleyen günlerinde Emin bu hislerin aynısını Aslı'nın da dile getirdiğini, daha sonra hiç de korktuğu gibi olmadığını görünce rahatladığını anlattı.

Ama biz iki hatun geri dönmedik, kavga gürültü yaşamadık, ayrıca eşlerimize de yaşatmadık ve bu geziyi tamamlamayı başardık. Hepimiz sağ salim evimize döndük. Ben döndükten sonra yaklaşık bir ya da bir buçuk hafta boyunca yorgunluğumu atamadım, kendime gelemedim. Zaten benim pilim Sibou’da bitmişti. Çünkü sınırdan geçip Edirne’ye girdiğimiz andan itibaren bana kim ne söylese ağlayarak cevap veriyordum. Böyle geziler beni yoruyor. Ben çok yoruldum. Akşam nasıl yattım bilmiyorum. Günaydın, sağ ol vs. bunları dile getiriyorum ama hep göz yaşlarımla birlikte. Tam ağlamamın arasında “bir daha böyle geziye gitmem” ya da “asla motora binmem” diyeceğim, Emin ellerini kaldırıp “Hayır hayır, sakın öyle söyleme. Ben anladım, sen yoruldun ama gene gideriz. Gene gezeriz, sakın, yorgunluktan bunlar” diyerek lafımı ağzıma tıkıyordu. Aslı da “Yok yok, yorgunluktan değil. Oğlunu çok özledi ondan” diyerek bana bakıp gülümsüyordu. Nasıl oldu bilmem ama karşımdakilerin yaklaşımından dolayı mı, kendiliğinden midir nedir, ben biraz düzeldim. Evime de yaklaştığım için rahatladım ve sakinleştim.

Devamı 2.Bölüm’de

24 Kasım 2011 Perşembe

"24 Kasım Öğretmenler Günü " kutlu olsun.


"Okullarda öğretim vazifesinin güvenilebilir ellere teslimini, ülke çocuğunun, o görevi kendine hem bir meslek, hem bir ülkü sayacak üstün ve saygı değer öğretmenler tarafından yetiştirilmesini sağlamak için öğretmenlik, diğer serbest ve yüksek meslekler gibi, aşama aşama ilerlemeye ve her halde zenginlik sağlamaya uygun bir meslek haline getirilmelidir. Dünyanın her tarafında öğretmenler, insan toplumunun en öz verili ve saygı değer unsurlarıdır."

Mustafa Kemal ATATÜRK - (1923, Ankara)"


"Ulusları kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir ulus henüz ulus adını almak yeteneğini kazanmamıştır. Ona basit bir kitle denir, ulus denemez. Bir kitle ulus olabilmek için mutlaka eğiticilere, öğretmenlere gereksinim duyar."

Mustafa Kemal ATATÜRK

Bulut mu Olsam?


Denizin üstünde ala bulut,
Yüzünde gümüş gemi,
İçinde sarıbalık,
Dibinde mavi yosun,
Kıyıda bir çıplak adam,
Durmuş düşünür.

Bulut mu olsam,
Gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
Yosun mu yoksa?
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı oğlum,
Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.

Nazım Hikmet

Bağlanmayacaksın!


Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.

Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de
                         korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan bir şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait
                             olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…

Can Yücel

Geçmişini şifalandırmadan yeni bir gelecek yaratamazsın!


Kendini ifade edebilmek ve kendini anlayabilmek için geçmişini çok iyi bilmen hem dünü hem de bugünü izleyebilmeyi başarman gerekmektedir. Bu her şeye bir başkaldırı ve mevcut düzenini yok etmek demek değildir. Bu kendini aşağılamak ve yok saymak değildir. Bu memnuniyetsizliğinin bir dışa vurumu değildir. Bu bir öfke patlaması değildir düzene ve kendine yönelik. Bu kararsızlığını, güvensizliğini ve büyük resimle küçük resim arasında sıkışıp kalmışlığını radikal bir biçimde yapılandırmaya başlamalısın demektir.

Tıpkı sıfır kilometre bir arabanın motoruna “rodaj“ yapmak gibi olduğunu düşün veya ilk bin kilometreden sonra ilk bakıma girdiğini düşün yeni arabanın. Arabaların bin km’den sonra bakıma girmesinin sebebi üretim esnasında yapılan bir hatadan kaynaklanabilecek sorunları gidermektir. Böylece arabanın motor ömrü daha uzun olur. Daha sonra arabaların markalarına göre on bin km. bakımları vardır. Bu bakımlar birkaç bin km. de bir tekrarlanır. Amaç arabanın ve motorunun kullanım süresini uzatmaktır. O zaman arabana gösterdiğin özeni neden kendine göstermeyesin ki?

Yaşadığımız alanların boya, badana ve dış cephe bakımlarını yaparız. Çatlayan veya eskiyen görünümlerini yenilemek adına. Dış cephelerine itina ederiz ki, iç alanlarda hasara sebebiyet vermesin. İki veya üç senede bir badana yaptırırız. Bazen de hiç ihtiyaç duyulmasa bile sırf yenilemek ve değişiklik yapmak adına; kâğıt kaplatırız, duvarlara taş ev görüntüsü verdiririz, parkelere cila yaptırırız; parkeleri kaldırtıp taş kaplatırız. Neden? Değişiklik yapmak isteriz çünkü yapacağımız değişiklik ruhumuzda da bir değişikliğe yol açar. İsteriz ve yaparız. O zaman neden kendinde de bir değişiklik yapmayasın ki?

Kuaföre gidip saçının rengini veya şeklini değiştirirsin. Elbise dolabını elden geçirip giyim stilini baştan aşağı değiştirirsin. Arabanın markasını ve rengini yenilersin. Bir üst modele geçersin. Ancak; bu yaptığın değişiklikler sadece dış görüntünle ve tarzınla alakalıdır. Bu değişiklikleri yapman sana bir süre kendini iyi ve farklı hissettirir. İç dünyanda bir değişiklik yapmadığın sürece bunların sana getirisi kısa dönem olacaktır. Kalıcı olmayacaktır.

Sırların var, hiç kimseye açıklamadığın duyguların var, kavgaların var, aşkların var, kâğıtlara yazıp buruşturup attığın ya da zihnine bir yerlere not ettiğin ve unuttuğun düşüncelerin var. Bunları söylemek için cesarete ihtiyacın var çünkü bunları yıllarca içindeki bir kutuda biriktirdin, biriktirdin. Ve bir gün kutu doldu taştı, tavan arası ağzına kadar doldu, dönüp içine bakmalısın artık. Yaşam aynı yaşam, zaman aynı zaman, sorunlar aynı sorunlar, sen aynı sen. Hayatının en zor kararını alarak kendin olmalısın artık.  Eksiklerin var, hataların var, yanlışların var, kıskançsın, huzursuzsun, güvensizsin, başarısızsın belki. Belki de kötü birisin. Olsun. Ne olursan ol kendinle yüzleşmeli ve kendini sevmeli, kabul etmeli ve geçmişine güvenle bakabilmelisin.

Böylece şimdiki ana dönüp yaşamına bir “bütün” ve  “kendin “olarak devam edebilirsin.

Her zaman kendin olarak kalabilmen ümidi ile sevgiyle kal.

Sy







23 Kasım 2011 Çarşamba

Zihnimizin çok ünlü bir “DJ” olduğunu varsayalım!

Dün yayınladığım yazıda: “Hayatımız boyunca hep sınav oluruz “ demiştim hatırladınız mı? Bu yazı da onun devamı niteliğinde. Bakalım girdiğimiz sınavlardan alnımızın akı ile çıkabiliyor muyuz! Haydi, gelin bir bakalım beraberce. Eğer okumadıysanız önce dünkü yazdığımı okuyun sonra bu yazıya geçin. Arkası yarın niteliğinde yazıyorum bu aralar bilginiz olsun. Modern zamanların masalları bunlar. Eski masallardan farkı eğer isterseniz bu masalın sonunu dilediğiniz gibi yaşayabilir ve klişeleşmesine engel olabilirsiniz. Seçenek sizin…

Yıllar boyunca aklımıza gelen bazı anlık fikirleri, duyguları, düşünceleri hayata geçiremeden biriktirmeye başlarız. Bunları zihnimize not ederek yaşantımıza devam ederiz. Bu aldığımız notlar bilinçaltımızdakilerle birleşerek kocaman bir yığın oluşturmaya başlar. Ara sıra kapanırız ve o yığınlara bir düzen getirip kendimizce bir sınıflandırma yaparız ve yeni düzenlemelere bakıp keyif alırız. Bu düzenlemeleri yaparken not ettiklerimizin ve zaten orada kayıtlı olanların tamamının nereye ait olduğunu, ne anlama geldiğini düşünmeksizin de yaşama kaldığımız yerden devam ederiz. Sizce yapılan bu üstünkörü temizlik yeterli olacak mıdır?

Bir an için duralım ve zihnimizin bir “DJ” olduğunu varsayalım. Gündelik hayat içinde önümüze bazen engeller bazen de fırsatlar çıkar. İyi bir işimiz, iyi bir gelirimiz vardır. İş bizi tatmin etmez yeni arayışlar içine gireriz. Evli isek ve düzenli bir yaşantımız varsa eğer, bu ödenecek faturalarımız olduğu anlamına gelir ki bekârlara kıyasla işimiz daha da zordur. Kira, aidat, okul taksiti, servis ücreti vs. derken gelen para iyidir ama aynen de gitmektedir. İş değiştirmeyi düşündüğümüz bir safhada önümüze çeşitli fırsatlar çıkar eğer ki değerlendirmeyi başarabilirsek. Çoğunlukla bilinçaltı devreye girer. Şimdi karın var ya da kocan, çocuk sorumluluğu, daha ödenecek borçların var ya ayrılırken sana hak ettiğin paranı ödemezlerse; ya yeni işinde başarılı olamaz ve yeni işçi olduğun için ilk işten çıkarılacak kişi sen olursan; ya… DJ iş başında! Geçmişte bu tür olaylar esnasında bizzat yaşadığın veya şahit olduğun ne kadar olumsuz örnek varsa hepsi birer birer önüne konmaya başlar. Aynı şarkının değişik sürümlerini dinlemektesindir artık. Böylece aynı iş yerinde büyük bir ihtimalle kalırsın ve belki de hayatının fırsatını kaçırırsın. Aradan yıllar geçer ne uzarsın ne de kısalırsın ve sorarsın kendine: “Acaba kabul etse miydim o işi?”

Büyük zorluklarla kendi işini kurdun, canla başla çalışmaktasın. Hayat bu ya ilk başlarda iyi giderken ufak tefek aksilikler çıkar ve senin içinde de hafif hafif korkular kıpraşmaya başlar. Birkaç günün sonunda gece uykuların kaçar ve huzursuzluklar önce iş yerini haliyle de evini kaplar. Kaçışın yok dinleyeceksin ünlü DJ iş başında! Daha önce doldurduğun yığınlar var ya işte onların arasında duruma uygun bir parçayı seçer ve zevkle bıkmadan usanmadan çalmaya ve bir de dans etmeye başlar. Nereye dönsen o şarkıyı duymaktasın artık. Seni engelleyen, korkutan ve bezdiren şarkıyı dinlemektesindir. Yetmezmiş gibi bir de anlamsız bir dans süregelmektedir kafanın içinde. Ufak sorunları halletmek için çabalarken sorunların büyüklüğü altında kalmaya başlarsın. Of ya ne halt ettim de kendi işimi kurdum! Ben kim patron olmak kim?

Evlenirsin veya yeni bir ilişkiye girersin büyük bir coşkuyla ve aşkla. Zamanla bir durgunluk başlar ilişkinde, evliliğinde. Bir monotonluk. Hâlbuki harika bir zamanlamayla bulmuşsundur eşini. Evliliğe, ilişkiye hazırdın, onu çok çekici bulurdun. Zamanla sanki kardeş gibi oldunuz. Ne zaman başladı artık ondan bile emin değilsin. Aynı şeylerden hoşlanıyordun, aynı şeylere gülüyordun, kendini ona o kadar yakın hissediyordun ki sanki ayrı bedenlerde yaşayan bir bütündünüz. Aranızda bazı farklılıklar da vardı öte yandan ama işte o farklılıklar daha da ilgi çekici kılardı beraberliğinizi. Seks! Tutkulu ve coşkulu seks! Seks olmazsa olmaz diye bir şey yok ama artık seks haricinde her şey var hayatında. Partner olarak harikasınız ama eksik işte bir şeyler. Tutku yok, heyecan yok… Senin düşündüğünü o da düşünmeye başlar diye saklıyorsun kendini ve hislerini. Gitgide daha sönük daha cansız oldun artık. Kapattın kendini. Dinle bak duyuyor musun çalan parçayı? İşte DJ iş başında! Geçmiş hayatta şahit oldukların ya da kulağına çalınanlar… Of Allah’ım of! Hazır değil miydim acaba ben bu evliliğe ya da ilişkiye? Dinle bak şarkının sözlerini, izle bak o anlamsız sevinç dolu dansı. Nasıl da aldı seni kanatları altına değil mi?

Çocuğunla sorunların var, patronunla sorunların var,  işinde mutsuzsun, evinde mutsuzsun,  hayatından zevk almıyorsun, emekliliğe alışamadın,  sağlığını kaybettin, paran var ve onunla ne yapacağını bilmiyorsun, paran yok batıksın, ebeveynlerinle ilişkilerin kötü, seni kimse sevmiyor, seni kimse anlamıyor, eşinin ailesiyle yıldızın barışmıyor; ya da her şeyin var, her şeyin tam olması gerektiği gibi ama mutsuzsun, sebebini bulamıyorsun tıkandın kaldın! Ne yapacaksın şimdi? Bu örnekleri çoğaltmak ve bu yazıyı uzatmak kolay çünkü hayatımız çeşitlemelerden ibaret. Herkesin hayatında dönem dönem yaşadığı sınavlar vardır. Bu sınavları nasıl geçmemiz gerekiyor diye sormaya başladığımız gün; daha doğrusu sınavda olduğumuzun “farkında” olduğumuz gün kendi yolculuğumuza başladığımız gündür.

Bu aşamada aklıma son anda gelen bir uyarıyı da eklemek isterim. Mantıklı düşünmek ile bilinçaltından gelen uyarıları birbirine karıştırmayalım. Bir işi anda enine boyuna düşünüp mantıklı bir sonuca varmak başka şey; bilinçaltında kodlanmış geçmişi ortaya koyarak bir değerlendirme yaptığımızı farz etmek başka şey. Sapla saman aman dikkat ayıralım lütfen!

Hayatınız boyunca sapla samanın “farkını” bilerek kalın.

Sy


22 Kasım 2011 Salı

Hayatımız boyunca hep sınav oluruz...

Hayatımız boyunca hep sınav oluruz. Sizce de öyle değil mi? Sanki hayatımızı nasıl yaşayacağımıza dair bazı sihirli güçler el atmış gibi dışarıdan bakarız kendi hayatımıza. Reflekslerimiz ve duygularımız üzerinde sabır denemeleri yapılıyordur sanki. Bunun adına insanlık sınavı da diyebilir miyiz? İnsanlık nedir sizce? 

Yaratıldığımız günden itibaren bize verilmiş olan duygularımız aracılığıyla başımıza gelenleri gözlemleyerek yaşarız. Defolarımız vardır, yanlışlarımız vardır, iyi ve kötü yanlarımız vardır. Yanlışlarımızı ve kusurlarımızı gizleme gayreti içindeyizdir. Yalan söyleriz, olmadığımız gibi davranırız, içimizde duygu fırtınaları eser. Değişik huylarımız, kendimize göre bir bakış açımız vardır. Bunların tamamı bizim karakterimizi oluşturur. Bazen işlediğimiz suçların cezasını çekecek kadar cesaretimiz vardır, bazen de yoktur. Kaçarız. Suçlarımızı hasıraltı etmek için çabalarız, yalanlarla dolanlarla, göz boyamalarla, maskelerimizle… İçimizde bir yerlerde dürüstlük ve vicdan denilen duygularımız da vardır. Genelde suskun dururlar, yeri gelince konuşurlar. Bizleri suçtan ve günahtan uzak tutmak için çabalarlar. Her insanın kör noktaları olduğu kadar aydınlık noktaları da vardır. Kör noktalarımız geçit vermez.  Bu iki noktanın farkını ortaya çıkartan ise vicdandır. Bizi oluşturan karakterimizin içerdiği duygular bizlere çeşitli sıfatlar kazandırır: çalışkan, tembel, başarılı, başarısız, aptal, akıllı, yardımsever, egoist, dışa dönük, içe dönük gibi… 

Bu sıfatların çoğu bebekliğimizden itibaren bize yapıştırılır. Akıllı çocuk tıpkı babası gibi! Çalışkan çocuk tıpkı annesi gibi! Başarılı iş adamı tıpkı dayısı gibi! Dağınık ve savruk tıpkı halası gibi! Saçmalığın dik alası aslında yeni doğanların bu dünyaya adapte olma yolunda ilerlediği zamanlarda onlara ait olmayan sıfatlarla özdeşleştirilmeleri!

Bizler kendi küçük dünyalarımızda “büyük” sorunlarımızla yaşarız. Amacımız çok basittir aslında: “Daha iyi bir hayat” yaşamak. Bunun için her türlü olanağı değerlendiririz. Bunu yaparken çoğu zaman içinde bulunduğumuz “Büyük resmi” ıskalarız. Iskaladığımız içindir ki sadece ve sadece kendi küçük dünyamızdaki resme bakarız. Bunu çoğu zaman gözlemlerimize dayanarak kimi zaman da oluşturulmuş muhteşem egomuza dayanarak yaparız. Önemli olan onun “en iyi hayat” olmasıdır. Neye göre “iyi hayat”? Kime göre “iyi hayat”? Peki, o halde “iyi bir hayat” yaşamak ne demek? Aslında orada, arada bir yerde iki resim arasında sıkışıp kalmışızdır ve işin özü büyüdüğümüz çevre ile sonrasında yaşadığımız çevre tarafından bize “öğretildiği” şekilde yaşamamıza rağmen! Trajik ve aynı zamanda komik bir resim değil mi sizce de? Bize öğretilenlerin dışına çıkmadan yaşadığımız halde burnumuz b.ktan çıkmaz sanki. Orada durup beklemeye başlarız. Buradan “hayat otobüsü” kaçta geçiyor acaba? Of yoksa otobüsü kaçırdık mı?

Beklemenin neticesini yavaş yavaş almaya başlarız. Büyük resimdekilerle kendi küçük resmimizin birlikte nasıl yaşayabileceğinin soruları ve cevapları zihnimizde uçuşmaya başlar. Açık fikirli görünmemize rağmen eski geleneklere ve düşünce yapısına nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğumuzu fark etmeye başlarız. Sonrasında “merak“ oluşur ağır ağır… Hayatımızı tabularla ve geleneksel korkularla kısıtlı yaşadığımızı gözlemleriz. Bir de bakarız ki etrafımız aynı duygularda hapsolmuş insanlarla çevrili. Kimse belli etmek taraftarı değildir. Sıkışıp kaldıysan ve kendi çabalarınla çıkamıyorsan o çukurdan, neden yardım istemiyorsun? Ayıp mı? Seni ezik ve başarısız görmelerini istemiyorsun. Ne alakası var bu söylediklerinin akıp giden hayatla? Sanki herkes kendi çabasıyla mı yürüyor bu engebeli yollarda? Bekle sen o “son durakta”!

Düşüncelerimiz mi zihnimizdedir yoksa duygularımız mı? Bu tartışmaya açıktır. Bazen olayları algılayış şeklimiz olayların gerçekliğinden farklı olabiliyor. Olay komik, sıkıcı, üzücü, kötü, sinirlendirici olabiliyor. Oysa içinde bulunduğumuz andaki hislerimiz o anda oluşan bir olaya bakış açımızı farklı kılıyor ve neticesinde bu olay kimisine üzücü gelirken bir diğerine mutluluk verebiliyor. Eğer anda kalmayı başaramıyorsak bu olay bizi geçmişe götürüyor ve zihnimiz bu olayı o anki duygularımızla değil geçmişteki duygularımızla özdeşleştirebiliyor. Bu da hayatın karmaşası gibi gözükse de sadece ve sadece bizim zihnimizin karmaşasından kaynaklanıyor. Zihnini hangi yetkili makama şikâyet etmek istersin? Yoksa suyuna gidip anlaşma mı yapmak istersin? Yoksa tüm köprüleri atmak ve sil baştan mı başlamak istersin?

Her kesiminden insanlar, eğitim ve yaşam seviyesi ne olursa olsun hep belli kalıplar içinde sıkışıp kalmışlardır. İnsanların tamamı yaşadıkları çevre tarafından yanlış anlaşılmamak için büyük bir özveri içinde yaşıyorlardır. Kim oldukları ya da nasıl yaşamak istediklerine kendileri değil içinde bulundukları kalıplar yön veriyordur. İnsanlara küçük, yetişkin, akıllı, aptal, başarılı, başarısız, eğitimli, eğitimsiz, iyi ya da kötü olduklarını hep birileri söylüyordur. İyi de neye göre? Ya da kime göre? Yaşımız ne olursa olsun bir an durup düşünelim: ”Nereye varmaya çalışıyoruz? Neden duygu ve isteklerimizi bastırıyoruz? Bize yakıştırılmış olan sıfatlar yaşam için bizim istediğimiz sıfatlar mı? Bu hayat benimse ben onu nasıl yaşamak istiyorum?”

Evet, bu hayat benim. Ben onu nasıl yaşamak istersem, o şekilde yaşıyorum. Seçeneklerim yaşantımı şekillendiriyor. Mutsuzsam tek bir şey yapmam gerekiyor; değişmeliyim. Çünkü ben önemli ve değerliyim. Kendi istek ve ihtiyaçlarımın olması çok doğal ve onlar da önemli. Hayatımıza neyi seçersek onu yaşarız. Bunu unutmayalım.

Doğru seçimlerle kalın,

Sy